e-Medrese

Peygamber Efendimizin Büyük Mucizesi Olarak Kur’an-ı Kerim ve İcaz Yönleri

23.02.2021

PEYGAMBER EFENDİMİZİN BÜYÜK MUCİZESİ OLARAK KURÂN-I KERİM VE İCAZ YÖNLERİ

Âlemlere rahmet olarak gönderilen son elçinin (s.a.v.) eliyle gerçekleşen açık mucizeler ve harikulade hadiseler, olanca çeşitliliklerine ve su götürmez gerçekliklerine rağmen hiçbirisi peygamberliği ispat etme noktasında umumî meydan okumayı Kurân-ı Kerim kadar sağlayamamıştır. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) benzerini getirme hususunda insanlara meydan okuduğu ve ilk nüzul tarihinden bugüne bütün insanlara hitap eden büyük mucizesi Kurân-ı Kerim’dir. Peygamber Efendimizin (s.a.v.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Bütün peygamberlere ümmetlerinin iman ettiği mucizeler verilmiştir. Bana verilen ise, Allah’tan gelen vahiydir. Kıyamet günü peygamberlerin en çok tabisi bulunanı olmayı ümid ediyorum.” -1-

Böylelikle Allah Teâlâ Kurân’ın benzerini getirmeleri için Araplara meydan okumuştur. Konuyla alakalı şöyle buyurmaktadır: “De ki: Andolsun, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insü cin bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.” (İsra 88) Daha sonra onlara meydan okuma konusunda hafifletmeye giderek Kurân benzeri on sure getirmelerini istemiştir: “Yoksa Onu (Kur’an’ı) kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer doğru iseniz Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de onun gibi uydurulmuş on sûre getirin.” (Hud 13)

İnkârcı Araplar bundan da aciz kalıp inat ve kibirlerine devam edince, Allah Teâlâ yalnızca bir süre getirmelerini isteyerek meydan okumanın dozunu artırmıştır: “Yoksa Onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.” (Yunus 38) Yine şöyle buyurmaktadır: “Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin, eğer iddianızda doğru iseniz Allah’tan gayri şahitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın. Bunu yapamazsanız -ki elbette yapamayacaksınız- yakıtı, insan ve taş olan cehennem ateşinden sakının. Çünkü o ateş kâfirler için hazırlanmıştır.” (Bakara 23-24)

Sözkonusu meydan okuma bugün bile geçerlidir. Arapların fasihleri ve beliğleri, hatta bütün insanlık 14 asır boyunca bu meydana okumaya en ufak cevap verememiş, kıyamete dek de veremeyecektir. Bu meydan okumaya cevap verilebilseydi, vermeye en uygun olanlar, fesâhat ve belağat ehli olan ve insanlara karşı bunlarla iftihar eden Araplar verirdi.

Diğer bir nokta, bütün peygamberlerin mucizelerinin yeryüzündeki alışılmış düzenin dışına çıkan fizikî ve hissedilir mucizeler olduğudur. Mesela Hz. Nuh’un mucizesi, yalanlayanları boğup inananları kurtaran korkunç tufandır. Hz. Hûd’ün mucizesi, yalanlayanları helak edip inananları kurtaran uğultulu ve dondurucu rüzgârdı. Hz. Salih’in mucizesi, kendilerine ilahî işaret olarak gönderilen deveyi kesmeleri sonucu kavmine gelen şiddetli sarsıntıydı. Azap kendi memleketlerinde canlarını almış, Hz. Salih’in beraberindeki müminleri hayatta bırakmıştı. Geride işaret ettiğimiz Hz. Musa’nın ve Hz. İsa’nın mucizeleri de tabiî düzeni altüst eden türdendi.

Şeyh el-Hallâf’ın da belirttiği üzere âlimler, Kurân’ın tek bir noktadan insanları aciz bırakmadığı, aksine birbirleriyle irtibatlı halde lafzî, manevî ve ruhî birçok açıdan insanların Kurân’a karşı koymaya güçlerinin yetmediği konusunda sözbirliği içindedirler. Sözbirliği sağlanan diğer husus, bugüne dek akılların mucizevîliğe (icaza) bir sınır çizememesi, Kurân’ın bütün mucizevî noktalarını idrak edememesidir. İnsan düşünce biçimleri geliştikçe ve yılların sihri kainâtın canlı cansız harikalarını ortaya çıkardıkça Kurân’ın mucizevî açılarından biri daha gün ışığına çıkacak, onun Allah katından indiğine dair yeni bir güçlü delil oluşacaktır. -3-

1- Lügat açısından icaz/mucizevîlik:

Kurân-ı Kerim’in belağatı, lafızlarının açıklığı, üslubunun hoşluğu ve nazmının sağlamlığı Arapları hayrette bırakacak seviyeye varmıştır. Onlar Kurân’ı işittiklerinde bunun ne yazdıkları şiire, ne nesire benzemediğini anlamışlardır. Velid bin Muğîra bu gerçeğe bizzat şahit olmuş ve kendisini Peygamber Efendimizle (s.a.v.) tartışması için gönderen Kureyşlilere dönüşte şöyle demiştir: “Ne diyeyim? Vallahi içinizde şiiri, reczi, kasideyi ve cin şiirlerini benim kadar bilen başka bir adam yoktur. Vallahi onun okudukları bunlardan hiçbirine benzemiyor. Vallahi okuduklarında bir tatlılık ve güzellik var. Sulak bir yerde yetişmiş, bol meyveli bir ağaç sanki. O her şeye üstün gelir, hiçbir şey onun üstüne çıkamaz. O kendinin altındaki her şeyi parçalar.” -4-

Kurân’ın sözkonusu lügavî mucizevîliği, anlatılan konunun çeşidine uygun olarak üslubun çeşitlenmesinde kendini gösterir. Buna göre şuurları ve hisleri sarsmak için üslup bazen şiddetlenir. Cehennem ve azap ayetleri böyledir: “Onu yakalayın da, (ellerini boynuna) bağlayın; sonra alevli ateşe atın onu! Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincir içinde oraya sokun!” (Hakka 30-32)

Bunun aksine rahmet, şefkat ve dua ayetlerinde üslup yumuşar: “Kâf. Hâ. Yâ. Ayn. Sâd… (Bu,) Rabbinin, Zekeriyya kuluna rahmetinin anılmasıdır. Hani o, gizli bir sesle Rabbine niyaz etmişti: Rabbim! dedi, benden (vücudumdan), kemiklerim zayıfladı, saçım başım ağardı. Ve ben, Rabbim, sana (ettiğim) dua sayesinde hiç bedbaht olmadım. Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir veli (oğul) ver. Ki o bana vâris olsun; Ya’kub hanedanına da vâris olsun. Rabbim, onu rızana lâyık kıl!” (Meryem 1-6)

Bunun dışında Kurân-ı Kerim hadiseleri, öncekilerin kıssalarını ve kıyamet sahnelerini anlatırken kullandığı canlı üslupla temayüz etmektedir. Buralarda insanları etkileyip hislerini sarsacak şekilde harika tasvir gücüne ve hareketli anlatıma kavuşmaktadır. -5-

Dünden bugüne birçok âlim belağat ve üslup açısından Kurân’ın mucizevîliğine (icazına) dair eserler yazmıştır. Eski dönemlerde kimi Araplar Kurân benzeri şeyler yazmaya çalışmışlar, fakat eserleri toplum içinde kendilerini alay konusu yapacak şekilde gülünç ve düşük kalmıştır. Her şey zıddıyla imtiyaz kazanır kuralı gereğince, bu durum Kurân’ın mucizevîliğini pekiştirmiştir. -6-

2- Eski ümmetlerin kıssaları üzerinden geçmiş çağlardan haber verilmesi:

Kurân’da Âd, Semûd gibi, Hz. Lut’un, Hz. Nuh’un ve Hz. İbrahim’in kavmi gibi; Hz. Musa’nın kavmiyle yaşadıkları, Firavun ve yandaşları ve Hz. Meryem’in Mesih’i mucizevî doğuruşu gibi nesli tükenen ümmetler ve helak olan halklar anlatılır. Bu haberler, insanların tarihî keşiflerine ve ehl-i kitabın kitaplarındaki sahih ve makul rivayetlere uymaktadır. Bütün bunlar, okuma yazma bilmeyen, etrafında ilim ve kitap çevresi bulunmayan ve hiçbir muallimin meclisine devam etmeyen bir ümmî tarafından nakledilmiştir.

Durumun böyle oluşu, Hazreti Muhammed’in (a.s.v) getirdiklerinin Allah Azze ve Celle tarafından bir vahiy olduğunun güçlü delilidir. O Zülcelal şöyle buyurmaktadır: “Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, bâtıla uyanlar kuşku duyarlardı.” (Ankebut 48) İnkârcılar hayrete düşüp ilahî vahyin verdiği haberlere laf edemediklerinde, yalan ve iftiraya başvurarak bunları Peygamberimize (s.a.v.) bir insanın öğrettiğini iddia etmişlerdir

Bu amaca dönük olarak Mekke’de Arapçayı güzel konuşamayan ve eski ümmetlerin haber ve kıssalarına dair bilgisi olmayan Rum (Bizanslı) bir genç bulmuşlardır. Bu nedenle Allah Sübhânehû şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz biz onların: Kur’an’ı ona ancak bir insan öğretiyor dediklerini biliyoruz. Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Hâlbuki bu (Kur’an) apaçık bir Arapçadır.” (Nahl 103) -7-

3- Gaybî veya geleceğe ait hadiselerin bildirilmesi:

Kurân’ın mucizevî açılarından biri, gayba ait olayları veya henüz gerçekleşmemiş durumları anlatmasıdır. Gelecekte gerçekleşecek bu durumların o gün için ne bir işareti ne ipucu veren gelişmeleri bulunmamaktadır. Bunlardan bir kısmını ele alalım:

a- Kurân’ın Bizanslıların eliyle Farslıların hezimete uğrayacağını haber vermesi: Bizans’ın Fars orduları karşısında korkunç yenilgisinden sonra Allah Teâlâ şu ayetleri indirmiştir: “Elif. Lâm. Mîm… Rumlar, (Arapların bulunduğu bölgeye) en yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Hâlbuki onlar, bu yenilgilerinden sonra birkaç yıl içinde galip geleceklerdir. Eninde sonunda emir Allah’ındır. O gün müminler de Allah’ın yardımıyla sevineceklerdir. Allah, dilediğine yardım eder. O, mutlak güç sahibidir, çok esirgeyicidir.” (Rum 1-4)

Durum, gerçekten Kurân’ın haber verdiği gibi olmuş ve Bizans, Fars’ı hezimete uğratmıştır. Üstelik o dönemde Bizans’ın zayıf bir devlet oluşu, böylesi bir galibiyeti uzak ihtimal kılmaktadır.

b- Allah Büyük Bedir Savaşı’nda müminlere zafer vadetmiştir: “Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek istiyordu.” (Enfal 7) Sonuçta Müslümanların sayıca ve silahça azınlığına karşın şaşkınlık verici bir üstünlük sağlanmıştır.

c- Allah müminlere, Mescid-i Haram’a gireceklerini vadetmiştir: “Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını doğru çıkardı. Allah dilerse siz güven içinde başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram’a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verdi.” (Fetih 27)

d- Allah’ın vaadi gerçekleşmiş ve Mekke’nin fethinde Müslümanlar Mescid-i Haram’a girmişlerdir: Yine Allah kendilerinden öncekileri yeryüzüne hakim kıldığı gibi müminleri de yeryüzüne hakim kılacağını vadetmiştir: “Allah, sizlerden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri sahip ve hakim kıldığı gibi onları da yeryüzüne sahip ve hakim kılacağını vâdetti.” (Nur 55)

Allah’ın bu vaadi de gerçekleşmiş ve müminler henüz Allah Rasûlü (s.a.v.) hayattayken bütün Arap topraklarına hâkimiyet sağlamışlardır. Bütün Arap toprakları Müslümanların idaresine boyun eğmiştir. Bunun ötesinde sahabeler Arap Yarımadası’nın sınırlarını aşarak Fars topraklarının ötesine kadar idarelerini götürmüşler, Bizans’ın üzerine yürüyerek tüm Şam bölgesini ve Mısır’ı Bizans yönetiminden almışlardır.

Son olarak, Allah Sübhânehû Kurân-ı Kerim’i tahriften koruyacağı sözünü vermiştir: “Kur’an’ı kesinlikle biz indirdik; elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr 9) Bu söz de korunmuş, zamanın değişmesi ve Müslümanların hallerinin dönüşmesine rağmen bugüne kadar Kurân her türlü değişim ve tadilattan muhafaza edilmiştir. Allah’ın izniyle kıyamete kadar böyle devam edecektir. -8-

4- Kurân sure ve ayetlerinin birbirleriyle uyumu:

Kurâ’nın mucizevî noktalarından bir diğeri, surelerin belli bir intizam içinde olması ve ayetlerin birbirleriyle uyuşmasıdır. Kurân-ı Kerim bir kısmı Mekke’de, bir kısmı Medine’de olmak üzere gece gündüz, seyahat ve ikamet hali gibi farklı ortamlarda parça parça nazil olmuştur. Altı bini aşan ayet yekününde ve yüz on dördü bulan sure sayısında ne belağat seviyesi açısından ne de kapsadığı mana bakımından diğerlerinden farklı bir ayet bulamayız. Aynı şekilde hiçbir sure içerdiği hükümler ve bilgiler bakımından diğer bir sureyle zıtlık oluşturmaz.

Elimizdeki Kurân’ın, aklî ürünlerini ve fikrî sonuçlarını gördüğümüz insanların ürünü olmadığının göstergesi, ne kadar telafi etmeye çalışsalar da insanların yaptıkları işlerin mutlaka bir eksik ve kusur, bir tezat ve çelişki barındırmasıdır. Allah Sübhânehû bu hususu şöyle beyan eder: “Hâla Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık bulurlardı.” (Nisa 82) -9-

5- Hüküm (teşriî) noktasında mucizevîlik:

Kurân-ı Kerim, indiği çağın kültür ve medeniyetlerinde bilinmeyen insanlığın ferdî ve toplumsal hayatını düzenleyici hükümler getirmiştir. Onun geliştirdiği ahlakî, insanî ve genel toplumsal değerler daha önceden ne insanların akıllarına gelebilmiş, ne sosyal hayatta karşılık bulabilmiştir. Burada insanın değerliliğine, onun kölelikten kurtulup cinsiyetine, rengine ve dinine bakılmaksızın insanî haklarının tanınmasına, bütün insanlığın bir olduğunun ilanına, aile hayatının düzenlenmesine, toplumsal ve devletlerarası ilişkilerin adalet temeli üzerine kurulmasına dair Kurân’ın getirdiği prensiplere işaret etmekle yetineceğiz.

Bütün bunlar gerek mahallî, gerek umumî olarak Kurân’ın indiği çağda kabul edilen değerler değildir. Hatta bitmiş ya da devam eden hiçbir medeniyet tarihinde böylesi bir anlayışa rastlanmamaktadır. -10- Böylelikle anlamış oluyoruz ki Kurânî şeriat ve hükümler, kıyamete dek Kurân’ın mucizevîliğini gösteren en güçlü delillerden biridir. Bugüne dek Araplar ve acemler üzerinde güçlü bir kanıt oluşturan bu gerçeği, Kurân’ın dilini bilen de bilmeyen de kabul etmekten geri durmamıştır. Allah Teâlâ’nın beyanıyla toplumların hastalığının şifası budur: “Ey insanlar! Size Rabbinizden öğüt, gönüllerdekine şifa, müminler için hidayet ve rahmet gelmiştir.” (Yunus 57) -11-

6- İlmî ve bilimsel noktada mucizevîlik:

Kurân’ın bir ilimler ve bilimler kitabı olmadığı, ilmî teoriler ortaya koymak veya matematiksel ya da astronomik meseleleri işlemek için inmediği bilinen bir husustur. Lakin Kurân-ı Kerim’de ne o dönemin Araplarının ne başka milletlerin haberdar olmadığı, yakın zamana kadar bilimin de keşfedemediği bazı kozmik ve bilimsel gerçeklere dair işaretler bulunmaktadır. Sözkonusu gerçekleri ve bilimsel hakikatları ihtiva eden Kurân’ın beşer kaynaklı olmayıp, yarattığı evreni en iyi bilen Allah’ın bir vahyi olduğu buradan anlaşılmaktadır. İlahî kaynaklı olduğu içindir ki evrenle alakalı haber verdiği vahiyler, gerçekle birebir örtüşmektedir. Kurân-ı Kerim’deki ilmî işaretlerin bir kaçına yer verelim:

a- Göklerin ve yerin başlangıçta tek parça olması: Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?” (Enbiya 30)

Ayet göklerin ve yerin tek parça olduğuna, daha sonra yerin göklerden ayrıldığına işaret ediyor. Bilim, Büyük Patlama Teorisi diye bilinen ve evrenin başlangıcını anlatan bu hakikati geçen asırda keşfetmiştir.

b- Dağların sabit oluşunun sebebi: Kurân’ın işaret ettiği bilimsel hakikatlardan biri, yer kabuğunun insanları sarsmasını önlemek için dağların sabit ve sağlam olarak yaratılmasıdır: “Allah, gökleri görebileceğiniz direkler olmaksızın yarattı. Yeryüzüne de, sizi sarsmasın diye sabit dağlar yerleştirdi ve orada her türlü canlıyı yaydı. Gökten de yağmur indirip orada her türden güzel ve faydalı bitki bitirdik.” (Lokman 10)

Bilimin bu asırdaki keşfine göre, dağlar yeryüzünün dengesini korumaktadır. Herhangi bir sebeple bu düzenin bozulması durumunda depremler ve volkanlar meydana gelir. Bu durumda Kurân’ın beyan ettiği üzere, yeryüzünün insanları sarsmasını engelleyen, dağların gücüdür.

c- Sütün hayvanların karnında, işkembe ile kan arasında oluşması: Kurân-ı Kerim bu hususa şöyle işaret etmektedir: “Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarındaki işkembe ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir süt içiriyoruz.” (Nahl 66)

Bu, bilimin yeniçağa kadar keşfedemediği ilmî bir hakikattir. Bugün bilimsel olarak sabittir ki süt, bağırsaktaki atıkların (dışkı) kanla karışması sonucu bağırsak duvarının orada oluşmaktadır. Daha sonra süt bezeleri, sütün oluşması için gerekli unsurları kandan ve sindirilen gıda özünden sağlamakta ve üzerlerine hem renk hem tat bakımından ikisinden tamamen farklı olan süte dönüştürücü özel bir özsu salgılamaktadır. Sözkonusu bilgiler bugün kimya ve sindirim fizyolojisi bilimlerinin konusu olup Hazreti Peygamber Efendimiz döneminde hiçbir şekilde bilinmemektedir. Bunlar ancak modern çağın imkânlarıyla gün ışığına çıkmıştır. -12-

d- İnsan yaratılışının aslı ve ceninin merhaleleri: Kurân bu konuya şu ayetlerle işaret etmektedir: “Andolsun biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getirdik. Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan haline getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” (Mü’minun 12-14)

Anatomi ve embriyoloji bilimi, ayetteki merhaleleri yaşadığımız çağa kadar çözememiştir. Konuyla alakalı Moris Bukey şöyle der: “Ceninin (embriyom) Kurân’ın anlattığı şekilde rahimde gelişmesi, meseleyle ilgili bugün bildiklerimize tamamen uymaktadır. Modern bilimin Kurân’ın konuyla alakalı anlattıklarına getireceği en ufak bir eleştiri yoktur.” –13-  Diğer bir ifadesinde Bukey şunları söyler: “Kurân’ın insanın üremesiyle alakalı söyledikleri, bilinmesi için yüzlerce yılın geçmesi gereken basit ifadeli hakikatlardır.” -14-

Bilgin Keyt Mûr’a “Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) ceninin bu aşamalarını bilmesi mümkün mü?” diye sorulduğunda şu cevabı verir: “İmkânsızdır. O günün dünyası ceninin aşamalı olarak yaratıldığından haberdar değildir. Nerde kaldı bilimin bugüne kadar detay anlamda isim veremediği aşamalara o gün kesin sınırlar çizilebilsin! Kurân’ın gayet detaylı, basit ve sınırları çizilmiş isimler verdiği bu konuda, bilim aksine anlaşılmaz ve girift şekilde bir takım rakamlar ortaya koymuştur. Açıkça görüyorum ki bu deliller Hazreti Muhammed’e kesin olarak Allah katından gelmiştir ve dolayısıyla o Allah’ın peygamberidir.” -15-

e- Denizlerin birbirlerine karışmasını engelleyen setlerin olması: Allah Teâlâ bu hususa şöyle işaret buyurmuştur: “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar.” (Rahman 19-20) Ayetin bahsettiği gerçek, çok sonraları keşfedilerek denizlerin ve nehirlerin sularının birbirlerine karışmadığı, bunun ikisindeki suyun tabiat ve özellik farkından kaynaklandığı bilimsel anlamda tespit edilmiştir. -16-

Bunların dışında Kurân’da evrenle ilgili birçok bilimsel işaret vardır. Bilim bazısını keşfetmiş, bazısını bugüne dek bulamamıştır. Bunlar kesin bir biçimde Kurân’ın herşeyi bilen ve her yaptığında hikmetler bulunan Allah katından geldiğinin, bir insanın bunları kendinden söylemesinin mümkün olmadığının delilidir. -17- Diğer taraftan Kurân’ın bilimsel mucizevî yönlerinin açığa çıkması, pratikte Batılı deneyimli bilginlerin İslam’a girmesine sebep olmaktadır. Çünkü bu durum, Kurân’ın îcazının ve Allah’ın vahyi olduğunun ispat edilmesine açık bir kanıttır. Peygamberliğin ve Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) getirdiklerinin doğru olduğunun ispatı bu temeller üzerine kurulacaktır.

Kurân’ı anlama noktasında bu metodu takip etmek, umulur ki çağdaş maddeci medeniyetin ve onun bilimsel metodunun baskısı nedeniyle güvenleri sarsılan bazı Müslümanların yeniden güven kazanmalarına vesile olur. Böylelikle İslam’ın tahrif edilmiş Hıristiyanlık gibi bilimle savaşmadığına, tersine bilimin İslam medeniyeti açısından ilahî vahyin yönlendirmesiyle geliştiğine ikna olurlar. -18-

PROF. ALİ MUHAMMED SALLABİ / Tercüme > MURAT UÇAR
Bu yazı İlim dergisi Ocak – Şubat 2016 9. sayısından alınmıştır.

Bu makaleyi okuyanlar için yazı tavsiyesi: “Kur’ân niçin Arap diliyle indirildi?

Latest posts by emedrese (see all)

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

eMedrese bir İlmiye Vakfı projesidir.