Vahiy ve Arapça İlişkisi
İnsanlık tarihine baktığımızda, Orta Doğu coğrafyasının, özellikle de Mezopotamya’nın dinlerin ve uygarlıkların ana merkezi olduğunu görürüz. İlk defa yazı Mezopotamya’da Sümerliler tarafından kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerim’de bahsi geçen peygamberler bu bölgelerde yaşamışlardır. Sümerce, Akadça, Babilce gibi antik dünyanın dilleri hep bu coğrafyada doğmuş ve gelişmiştir. Araplar ise, Mezopotamya’nın hemen güneyinde Arabistan yarımadası adı verilen toprakları kendilerine yurt edinmiş bir millettir ve eski uygarlıklarla yakından temas halinde olmuşlardır. Zira o dönemde Arabistan yarımadası, Hindistan’dan gelen deniz yolunu, karadan Orta Doğu ve Avrupa’ya bağlayan bir köprü görevi icra etmiştir. Hindistan’dan gemilerle Yemen’e gelen ticaret malları deve kervanlarıyla Kızıldeniz boyunca kuzeye, yani Mekke ve Medine üzerinden antik Petra kentine ve Şam’a ulaşmakta, oradan da Anadolu ve Avrupa kentlerine gönderilmekteydi. Bu nedenle, Araplar komşu toplumlarla sürekli ticari ilişkiler içindeydiler. Tarih boyunca ticaret, sadece mal ve ürün alış verişiyle kalmamış, aynı zamanda dil ve kültür paylaşımını da beraberinde getirmiştir. Nasıl ki, antik Yunan’da mimarî ve heykeltıraşlık gibi sanatsal faaliyetler ön plana çıkmışsa, Araplarda da, şiir ve hitâbet sanatı popüler duruma yükselmiştir. İslam öncesi dönemde Araplar, “sûk” (panayır) adını verdikleri özel mekânlarda, hem ticaret mallarını pazarlamışlar, hem de buralarda şiir yarışmaları düzenleyerek kültürel aktiviteler icra etmişlerdir. Câhiliyye adını verdiğimiz İslâm öncesi bu dönemde, Arap toplumunda en öne çıkan kültürel değer, şiir söyleme geleneğidir. Araplar arasında şiir sanatı, özellikle milâdî V. ve VI. yüzyıllarda çok büyük revaç bulmuş, Ukâz Panayırı’nda düzenlenen yarışmalarda söylenen şiirler altın yaldızla yazılarak Kâbe duvarlarına asılmıştır. Muallaka adı verilen bu şiirler, edebiyat ve inanç ilişkisini gösteren önemli bir kanıttır.
İslâm öncesi dönemde, şiir ve hitabet aracılığıyla gelişen Arap dili, ticarî münasebetler sonucu, diğer milletlerin dillerinden alınan ve Arapçalaştırılan sözcüklerle zenginlik kazanmıştır. Şairler ve hatipler, toplumda çok üst bir statü elde etmişler ve bilge kişiler olarak değer görmüşlerdir. Arapçada şiir sözcüğü “hissetmek”, şâir ise “hisseden kimse” anlamındadır. Buradaki hissetme kavramı, “yaşamın anlamını” ve “metafizik âlemi” algılamayı ifade eder.
Câhiliyye döneminde, dil ve edebiyat bağlamında, üst bir düzeye ulaşan Arapça, Kur’ân’ın nâzil olduğu günlerde, İlâhî mesajı biçim ve içerik yönünden insanlığa iletebilecek olgunluğa erişmiş bir durumdadır. İslâm’ın ilk dönemlerinde Arapça, gerek sözcük ve kavram sayısı bakımından, gerekse üslûp ve ifade gücü olarak çağdaşı olan diğer dillerin çok çok üzerinde bir konuma sahiptir. Bu durumu şöyle yorumlamamız da mümkündür: O dönem itibariyle, Kur’ân’ın kavramsal içeriğini ve edebî boyutunu, Arapça dışındaki diğer diller, hakkıyla karşılayabilecek güçte değildi. Bugün bile, dünyanın hiçbir dili Kur’ân’ın tercümesini tam anlamıyla ifade edecek yeterlikte değildir. Örneğin, İngilizcede yaklaşık iki yüz adet Kur’an çevirisi vardır. Türkçede Kur’ân meâllerinin sayısı yüz rakamına yaklaşmaktadır. Bu durum göstermektedir ki, Kur’ân’ın, hem dil ve kavram zenginliği, hem de edebî üslûp ve anlatım gücü Arapça dışında diğer dillerin erişemeyecekleri kadar yüksek bir noktadadır. Çünkü Kur’ân’daki uhrevî kavramlar, duâ ifade eden cümle yapıları, kullanılan söz sanatları, âyetler arasındaki ses uyumu gibi birçok unsur başka dillere orijinaliyle tıpatıp benzeşecek şekilde aktarılamamaktadır. Ayrıca, Kur’ân’ın şiir ve nesirden farklı biçimsel formatı ve kâfiye örgüsü, tercüme edildiğinde büsbütün kaybolmaktadır.
Arapça, İslâm öncesi dönemde dil ve edebiyat yönünden sahip olduğu birikimle, son vahyin dili olmayı hak etmiş ve İlâhî mesajı sadece Araplara değil, tüm insanlığa ulaştırmıştır. İslâm dini ile birlikte Arapça, bir ırkın dili olmaktan çıkarak bütün Müslümanların ortak dili hâline gelmiş ve bu dile Arap olmayan birçok Müslüman âlim de emek vermiştir. Bunun en büyük ispatı ise, Sîbeveyh (öl. 796) gibi İranlı ve Zemahşerî (öl. 1143) gibi Türk Arapça gramer bilginleridir. Bu gramer bilginleri (nahv âlimleri) telif ettikleri Arapça gramer kitaplarıyla Arap diline hizmet etmişlerdir. Aynı zamanda, şunu da belirtmek gerekir ki, İslâm tarihi boyunca Arap olmayan yüzlerce âlim, dinî ve edebî eserlerini Arapça kaleme almışlardır. İşte bu yüzden Arapça, tüm Müslümanların ortak değeridir.
- Vahiy ve Arapça İlişkisi - 9 Eylül 2020