e-Medrese

Fahrurrazî’den Uygulamalı Münazara Dersleri

09.09.2020

Ne şanslıyız ki elimizde Fahrurrazî gibi birinin münazara kayıtları var. Usül, kelam, tefsir ve felsefe ilimlerinin koca çınarı, kalkmış biz sonrakiler için Maverâünnehr seyahatinde bölge âlimleriyle girdiği entelektüel tartışmaları kaleme almış. Kimi zaman fıkhî bir konuda, kimi zaman felsefî problemde ilim adamı sorumluluğunun nasıl bir cesaret, hakkaniyet, titizlik ve nezaket gerektirdiğini on altı celse üzerinden göstermiş. Tek taraflı okumanın ne kadar objektif olacağı meselesini bir kenara bırakırsak, bu tartışmalardan çok şey öğreneceğimizi düşünüyorum. İşte Münâzarâtu Fahruddîn er-Razî fî Bilâdi Maverâinnehr kitabını okurken ilmî tartışma için çıkardığım dersler.

Psikolojik baskıya aldırmadan mana ve mefhumları daha küçük birimlere ayır

Fahrurrazî kitabın başına Rıza en-Nisâburî ile mutlak alışveriş vekâletinin ne lafız ne mana bakımından ğabn-i fahişli alışverişi kapsamayacağına dair yaptığı münazarayı alır. Büyük topluluk karşısında böylesi aldanma içeren alım satımın sahih olmayacağını savunan üstad, lazım ve müstelzimin mahiyetinden girip mübayenet ve müşareket ilişkisinden çıkarak görüşünü gerekçelendirir. Az sonra bir lafzın ya bizzat lafzı ya da manası yoluyla bir şeye delalet edeceğine ilişkin sınırlamaya yöneltilen karşı sözler üzerine ihticac ve itirazlar daha bir detaylanır. Tefsirindeki gibi her isbat veya reddini üç beş maddeyle takviye eden Fahrurrazî, en sonunda kendisine karşı övgü ve saygı dolu sözlerle münazara celsesinin bittiğini yazar.

Bu uzun beyin jimnastiğinden çıkaracağımız ders, ilmî tartışmalarda karşı tarafın duygu değişimlerine, kışkırtıcı tepkilerine aldırmadan, sükûnetle kavram ve sözcükleri daha küçük birimlere ayırıp analiz etmemiz gerektiğidir. Alt sütunları çöken binanın kısa zamanda komple yerle bir olacağı gibi küllî fikrinin mukaddimeleri bir bir çürütülen hasmın elinde nihayetinde kuru slogandan ve kör inattan başka bir şey kalmayacak nasılsa ya da birçoğunda olduğu gibi üstada hakkını teslim edecek.

Süreçten hâkim ve haklı çıkmak için tartışmanın kendiliğinden oluşmasını bekle

Gelelim ikinci münazaraya. Nurettin es-Sabunî önceki âlim gibi Hanefî-Maturudî. Zaten bir Şafiî-Eşarî olarak Fahrurrazî tabiri caizse Maverâünnehr seyahatine Hanefî-Maturudî avına çıkmış gibi. Tazim ve letafetle onları zihin konforundan şoklamayı ihmal etmiyor. Nurettin es-Sabunî hac dönüşünde kelamcı ve usulcü yanından da destek alarak minbere çıkıp “ey insanlar” diyor; “Buradan Mekke’ye gidip geldim, insan denmeyi hak eden birine rastlamadım. Karşılaştığım insanlar akıl ve idrakten öylesine yoksundular.” Haliyle cemaatin arasında bulunan Iraklı ve Horasanlı insanlar üzüntü içinde duyduklarını Fahrurrazî’ye haber veriyorlar.

Bu esnada Buhara’da kaldığı eve Nurettin es-Sabunî’nin ziyarete geldiğini öğrenen üstad, burada aynı sözü yenileyen misafirinden geçtiği bölgelerde sorduğu bazı sorulara cevap verecek âlimin bulunmadığını öğrenir ve bunları kendisine yöneltmesini ister. Kısa süren ilk münazara renklerin (burada siyahlığın) somut varlıklardan bağımsız düşünülüp düşünülmeyeceği, ispat ve nefyin aynı anda varolup olmayacağı konusuyla alakalıdır. Fahrurrazî celsenin başında hasmına yönelttiği (sen bırak âlim olmayı, akıllı bile değilsin) ithamını sonunda ispat etmiş olsa da ayrılırken gönül almasını bilir ve şu açıklamayı yapar: “Bütün bunları seni aşağılamak için değil, bir daha âlimler hakkında ileri geri konuşmaman için söyledim.”

Ne haklılığına gölge getirecek şekilde seviyeni düşür ne karşı tarafın düşmanlığını çek

Buluşmadan günler sonra çevresindekiler üstada “Nurettin es-Sabunî’ye iade-i ziyarette bulunup sana karşı kalbini yumuşatman gerek” diyerek yeni bir tartışmanın fitilini ateşlerler. Bu kez kalabalık grup karşısında yaratmanın/halkın mahlûkun, tekvinin mükevvenin dışında olduğu yolundaki hasmın tezi masaya yatırılır. Fahrurrazî tekvin ve mükevvenin mahiyetinden başlayarak ikisi arasında ne lafız ve ibare bakımından ne de akıl ve hakikat bakımından başkalık olmayacağını detaylıca izah eder. Tartışma sonunda yaşadığı yenilgi dolu çaresizliği tahrike çeviren Nurettin es-Sabunî etrafındakilere dönerek “ey millet, ben Allah Teâlâ’nın yaratıcı olduğunu, zatını yaratma ile vasıfladığını ve bu sözünde doğru olduğunu söylüyorum. Bu adam ise gerçeğin Allah’ın dediği gibi olmadığını söylüyor” der.

Bu provokasyon karşısında üstadımız, “sen şu an ilmî tartışma kuralının dışına çıkarak cahil avamı kışkırtmaya başladın. Biz bu münazara nasıl geçtiyse o şekilde yazıp zeki kişilere göndereceğiz. Eğer onlar Allah’ın kitabını inkâr ettiğime karar verirlerse, bana gerekli muameleyi yaparlar. Yok, eğer senin söz söylemekten acze düşüp ilmî tartışmanın dışına çıkarak insanları kışkırtmaya çalıştığına karar verirlerse, sana gereken tavrı gösterirler” diye karşılık verir. Akabinde münazarayı yazmaya başladığında karşı tarafın acziyet ve yenilgisini itiraf ettiğini belirtir.

Buradan iki şey öğreniyoruz: İlkinde Fahrurrazî’nin her tür mantık ve konu dışı suçlamadan ne kadar kaçındığını, tartışma adabına ne kadar sadık kaldığını. Meseleleri ele alırken aklını nasıl etkin kullanıyorsa, karşı tarafın taşkın davranışlarına karşı da aynı etkinlikte kullanıyor. Şatafatlı galibiyetini mantıkdışı hiçbir seviyesizliğin gölgelemesine izin vermiyor sanki. İkinci olarak üstad hasmına galip geldiğinde onun bu yenilgiyi itiraf etmesi için her zaman bir pay bırakıyor. Karşı tarafı düşman kılacak kadar zelil duruma sokmuyor, ipleri koparmıyor; diyalog yollarını daima açık tutuyor. Bu dengeyi sağlamak, cedel gücüyle hasmına galip gelen her babayiğidin harcı değil biliyorsunuz.

Karşıt iddiaları bir bir çürütürken gönül kalelerini bir bir fethet

Tartışmada yendiğin kişinin gönlünü kazanmakla kaybetmek arasındaki farkı üstadla es-Sabunî arasındaki üçüncü tartışmada daha net görüyoruz. Beka sıfatının Bakî üzerine zait olup olmadığına dair tertiplenen bu son oturum,  es-Sabunî’nin eskilerden daha üzücü şekilde şu acı itirafıyla sonlanıyor: “Ben Ebu’l-Muîn en-Nesefî’nin Tebsıratü’l-Edille kitabını okumuş, tahkik ve tedkik noktasında ondan ötesi yoktur diye düşünmüştüm; fakat şimdi seni görüp söylediklerini işitince bu ilimde en başa dönüp her şeyi yeniden öğrenmem gerektiğini anladım. Gel gör ki yaşlılığım buna imkân vermez. Şu durumda senden isteğim, bu ilimde benim kusur ve eksikliğimi ifşa etmemendir.” Fahrurrazî bu söz üzerine kendisine daha bir tazim ve ikramla yaklaşır. İşte karşı tarafa sadece savunduğun fikri değil, kişisel saygınlığını kazandırmanın, getirdiği delilleri bir bir çürütürken, diğer yandan gönül kalelerini bir bir fethetmenin en klas yolu… Büyüksün üstad!

Mantık dairesinden çıkan tartışmayı noktalamayı bil

Bu kuralı Fahrurrazî’nin Buhara’da bir grupla fıkhî meselelerdeki kıyas terkipleri üzerine gerçekleştirdiği sekizinci münazarada gözlemliyoruz. Bütün iddiaları üstad tarafından birkaç vecihle boşa çıkarılan tartışmacılar, öfkelenip milleti tahrik etmeye başladıklarında, üstad “akıl noksanlığı bu kerteye ulaşınca artık sözü kesmek gerekir” diyerek tartışmayı noktalar. Bu da bize mantık dairesinde tutamadığımız tartışma meclisini bir an önce sonlandırmamız gerektiğini öğretiyor.

Hafıza zayıflığını bahane etmeyecek kadar sık mütalaa yap

Eski ilim adamlarıyla bugünküler arasındaki temel farklardan biri, hafızalarında tuttukları yoğun bilgide yatıyor. Günümüzde kitabî bilgi çoğalıp çeşitlendi evet; fakat hıfzî bilgi oldukça kıt. Herhangi bir materyalden yardım almadan, irticalen izah edeceğimiz net bilgiler, kavramsal detaylar, tanımsal nüanslar çok az. Kadim ulema bu noktada tam anlamıyla kütüphaneyi kafasında taşıyordu. Hem derinlik hem çeşitlilik bakımından müthiş ezberleri var. Elbette bunun nedeni ilgili kaynakları daha öğrenirken iyice kavramak, ardından sık mütalaa yapmak. Fahrurrazî’nin dokuzuncu ve onuncu tartışması bu açıdan örnek.

Münazaranın yapıldığı 582 yılında müneccimler tufan olacağını haber verirler. Herkes gibi o bölgedekiler de bu felaketten korkar. Fahrurrazî içlerinde Şeref el-Mesudî ve Razî en-Nisaburî’nin bulunduğu grubun yanına geldiğinde kendilerini telaşlı bir araştırmanın içinde bulur ve “bu mesele astronominin sahasına giriyor. Filozoflar bu ilmin ne kadar mesnetsiz olduğunu söyler. O halde korkmanızı ve önlem için araştırmaya koyulmanızı gerektiren bir durum yok” der. Hazırunun bu söze öfkelenmesi üzerine tartışma başlar. Gerek Farabî başta olmak üzere astronominin asılsızlığına dair kitap yazanlarla naklî düzlemde gerek yıldız, burç, felek, kutup ve kürenin mahiyetleri üzerinden aklî düzlemde karşıt iddiaları çürütür Fahrurrazî. Burada bizim için önemli olan, üstadın hareket ve cismin felsefe ve fizikteki detaylarına girecek kadar zihin sıçrayışlarındaki hızı ve şaşırtıcı hafıza gücüdür. Muhalif konuyu hangi ilim sahasına, hangi kaynağa çekerse çeksin, aynı yetkinlikte mukavemet gösteren sarsılmaz bir ilmî birikim…

Sahanla alakalı literatürü iyi takip et

On ve on birinci münazaralar, Fahrurrazî’nin oldukça geniş ilgi alanıyla alakalı ne kadar zengin okumalar yaptığını gösteriyor. Yazılan her kitabı, âlimler arasında ihtilaflı mevzuları gayet iyi biliyor. Literatüre sadece bilgisel değil, eleştirel de yaklaşıyor. İlkinde Şeref el-Mesudî’nin yeni satın aldığı için çok mutlu olduğu Şehristanî’nin el-Milel ve’n-Nihal kitabı üzerine yorum yapıyor. Müellifin, neredeyse muhaliflerin doğru biçimde görüşlerine yer vermeyecek kadar mutaassıp olan Ebu Mensur el-Bağdadî’yi (el-Fark Beyne’l-Fırak) referans aldığı için itimada şayan olmadığını söyler Fahrurrazî. Ardından felsefecilerin görüşleri ve Arap dinleri için güvenilir kitap tavsiyelerinde bulunur.

İkinci münazarada aynı âlim bu kez Gazalî’nin Şifâü’l-Alîl eserine uzun uzun övgüler dizer. Üstat “baştan sona bu eseri mütalaa ettin mi?” sorusuna yanıt alamayınca; “eserde üzerinde konuşulması gereken çok şey var. Ben ikisini hemen söyleyeyim” der ve başlar tard ve aksin illiyete delalet etmesi hususunda Gazalî’nin düştüğü yanlışı izah etmeye. Ardından kıyas-ı şebeh ile kıyas-ı mana arasındaki gereksiz tavrına işaret eder. Eleştirilere cevap veremeyen Şeref el-Mesudî, bu kez Gazalî’nin el-Müstesfâ adlı eserini öne sürer ve “bahsettiğin kusurlar işte bu kitapta bulunmaz” diye ekler.

Fahrurrazî cevaben başından geçen bir olayı anlatır kendisine: “Tûs’a gittiğimde beni Gazalî’nin inziva odasına götürdüler. Yanımda toplanan kalabalığa dedim ki; ‘siz ömrünüzü el-Müstesfâ kitabını okumaya harcamışsınız. İçinizden kim bu kitabın herhangi bir yerinde Gazalî’nin kullandığı delillerle, aynı onun ifadeleriyle, karşıma makul bir konu getirirse, ona yüz dinar vereceğim.’ Ertesi gün baktım, içlerindeki zekilerden Emir Şeref Şah denen bir adam gaspedilen evde namaz meselesini konuşmaya geldi. Gazalî’nin bu konuda gayet tutarlı şeyler yazdığını zannediyor tabii.” Üstad devamla Şeref el-Mesudî’ye Gazalî’nin görüşünün sahih olmadığını uzun uzadıysa nasıl izah ettiğini anlatır.

Yanlış anlaşılmasın, burada mevzu iki harika âlimi rekabet ettirmek değil. Belki Gazalî orada bulunsa misliyle tumturaklı cevaplar verecekti. Esas mevzu Fahrurrazî’nin kendiyle benzer saha yazarlarını ne kadar sıkı takip ettiği, mütalaa ve tahkik gücünün ne kadar yüksek olduğu. Zaten rüşdünü ispatlamış, rahatlıkla geçmiş okumalarının ekmeğini yiyecek bir ilim emekçisinin bu tavrı beni çok etkiledi şahsen.

İşte aklî ve naklî ilimleri cemetmiş bir dehanın münazaralarından çıkardığım dersler. Münâzarâtu Fahruddîn er-Razî fî Bilâdi Maverâinnehr (Dâru’l-Meşrık, Beyrut) kitabı bunlardan başka etkileyici tabloları dikkatinize sunmak için bir tık uzağınızda bekliyor. Bilgilenmek için değil, bilgi nasıl işlenir görmek için ara ara açın okuyun derim.

Bu makaleyi okuyanlar için tavsiye yazı: “Fahreddin Razi”

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

eMedrese bir İlmiye Vakfı projesidir.