e-Medrese

Modern Kur’an Yorumları -2-

09.09.2020

Giriş

Bu yazımızda “çağdaş” adını verdiğimiz dönemi yine bu döneme ait akım ve düşünürler üzerinden incelemeye çalışacağız. Fakat bundan önce bahsettiğimiz Kuran’a farklı yaklaşımların sebebi neydi? Niçin geleneksel okumanın dışında farklı okuma türleri geliştirildi ve teorize edildi, bunu tekrar hatırlayalım.

Bilindiği üzere Batı 16. yüzyıl sonrasında pek çok bilimsel ve teknolojik gelişmeye ev sahipliği yaptı. Hemen hemen her yüzyılda devrim niteliğindeki değişiklerle bugüne ulaştı. Batı her güne yeni bir gelişme ile uyanırken İslam coğrafyası tüm bu gelişmelerden uzak, durağan bir atmosferde yaşlanmaktaydı. Fakat bir gün bir takım ilim ve hikmet sahibi kimseler bir şeylerin yolunda gitmediğini anladı. Batı ilim ve fen deryasında yelken açmış, kıtalar aşarken, İslam medeniyeti limanda gün saymaktaydı. Geri kalınmıştı. Ve derhal bir çare bulunmalıydı.

İşte bir grup ulema çareyi Kuran’da buldu. Kuran yüzyıllardan beri raftan inmemişti. Yüzyıllar önce birileri onu okumuş ve bir sistem tesis etmişti. Sonraki gelenler de bu sistemi kuvvetlendirmeye ve bu sistem üzerinden Kuran’la muhatap olmaya başlamıştı. Fakat bugün o sistem donmuş ve kullanılamaz olmuştu. Kuran artık raftan indirilmeli ve çağ ile yüzleştirilmeliydi. İşte bu faaliyeti 1800’lü yılların sonunda Seyyid Ahmed Han, Seyyid Emir Ali, Muhammed Ebu Zeyd, Muhammed Abduh gibi isimler büyük bir cesaret örneği göstererek gerçekleştirmeye çalıştılar. Ve kendilerinden sonra gelenlere ışık oldular.

Şimdi İslam’da “Çağdaş Modernizm Döneminde” kendinden söz ettiren bazı akım ve düşünürlerden bahsedelim.

İlmi Tefsir Çabaları

Bu tefsir akımı aslında yeni ortaya çıkmış bir metot değil. Abbasiler döneminde Müslümanların felsefe, astronomi, matematik, tıp, fizik, kimya gibi ilim dallarıyla tanışmasıyla başlar. Amacı; bilimsel veriler, teknolojik gelişmeler ve fenni keşifler ile naslar arasında uyum sağlamaktır. Yani tefsir faaliyetini bilimsel buluşlar ve nazariyeler ışığında gerçekleştirmektir. Geçmişte bu tefsir metoduyla ilgilenmiş meşhur pek çok âlim vardır. Gazali, Suyuti, Razi gibi isimler buna örnek olarak verilebilir.

Bugün de bu tefsir metoduyla hala ilgilenmekte olan bir takım düşünürler bulunmaktadır. Arap coğrafyasından; Keşfü’l Esrari’n Nuraniyyeti’l Kuraniyye adlı kitabıyla Muhammed b. Ahmed el-İskenderani’yi (ö. 1888), Tebaiu’l İstibdad ve Mesairu’l İsti’bad kitabıyla Seyyid Abdurrahman el-Kevakibi’yi (ö. 1902) ve son olarak el-Cevahir fi Tefsiri’l Kuran adıyla 25 ciltlik tefsirin sahibi Tantavi Cevheri’yi (ö. 1940) örnek olarak verebiliriz. Türkiye’den de Elmalılı Hamdi Yazır, Said Nursi, Süleyman Ateş, Celal Kırca gibi isimleri kısmen bu ekol içerisinde inceleyebiliriz.

Bugün hala Türkiye’de bu tefsir metoduyla çok ciddi şekilde ilgilenen ve bu metottan medet uman bazı ilim adamları mevcut. Televizyon programlarında, konferanslarda, seminerlerde, din ve bilimi uzlaştırmak namına bu okuma metodunu ciddi bir şekilde savunuyorlar. Bu türden bir Kuran okuması belki 17. ve 18. yüzyıllara kadar mümkündü. Bir yere kadar idare edebilirdi. Fakat son yüzyıllarda gerçekleşen ilmi keşifler tüm dünya tarihinde gerçekleşen keşiflerden bile fazla. Teorilerin ve ideolojilerin birbirileri ile dövüştüğü, teknolojik aletlerin tabiata meydan okuduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bundan 1400 yıl önce inmiş olan bir kitap, bir yazılı kaynak tüm bu gelişmeleri nasıl ihtiva edebilir? Nasıl bunların tümüne işaret edebilir/ettirilebilir?

“Süleyman’a rüzgârı verdik” (Sebe’ 34/12) ayetinin uçak ve füzeyi; “ben onu göz açıp kapayıncaya getiririm” (Neml 27/40) ayetinin de ışınlanmaya delalet etmesi ne kadar makul? Hüthüt kuşunun (Neml 27/20) helikoptere işaret etmesi ne kadar tutarlı? Açıkça ifade etmek gerekirse bu türden yorumlar bir ezilmişlik ve tükenmişlik psikolojisinin tezahürüdür. Bunun yanı sıra belli oranda mizah içermektedir. Bu akımın son dönemlerdeki en önemli temsilcisi Tantavi Cevheri’dir.

Tantavi b. Cevheri el-Mısri (1862-1940)

Hayatı:

1862 yılında Nil Deltası’nda Zekazik’in güneydoğusundaki Kefr Avadullah Hicazi köyünde doğar. İlk eğitimini köyünde alır ve bu süreçte Kuran’ı ezberler. Daha sonra Ezher’e kayıt olur. 1877-1882 yılları arası Ezher’dedir. Beş yıllık bir eğitimden sonra hastalığı sebebiyle ilme devam etmek istemez. Köyüne döner. Burada üç yıl çiftçilikle uğraşır. Doğayla içli dışlı geçen bu üç yılda tabiat bilimlerine merak salar. Ve Ezher’de dört yıl daha okumaya karar verir. 

Tabiat bilimlerine duyduğu merak sebebiyle 1889’da Darululum’a kayıt olur. Ve 1893’te buradaki eğitimini de tamamlar. 1900-1910 yılları arasında el-Medresetü’l Hidiviyye’dedir. Müderristir. Bu dönemde İngilizce de öğrenir, hatta çeviriler yapar. El-Hızbü’l Vataniye’ye yakınlığı sebebiyle partinin yayın organı Liva’da yazılar yazar.

İngiliz aleyhtarlığı sebebiyle görev yaptığı yerlerden azledilir. Bir süre daha farklı yerlerde okutmanlık yapar. Emekliye ayrıldığı 1922 yılından sonra tüm vaktini eser telif etmeye ve sosyal çalışmalara ayırır. İhvan-ı Müslimin’e katılır. Teşkilatın yazı işleriyle meşgul olur. Ve Müslüman Kardeşler gibi pek çok sosyal hareketlerde yer alır. 1940 yılının Ocak ayında Kahire’de vefat eder.

Düşüncesi:

Tantavi Cevheri’ye göre; Kuran’da hikmet, tevhit, tabiat, kimya ve daha sayılamayacak kadar birçok ilim ve fenne dair malumat mevcuttur. Bunlar açık veya gizli bir şekilde bulunmaktadır. Önemli olan bu ulum ve fünunu keşfedebilmektir.

Cevheri’ye göre Kuran’da 150 adet fıkıh, 750 adet ilim ve fenle ilgili ayet vardır. Fakat bugüne kadar ulema ekseriyetle fıkıh ile uğraşıp Kuran’daki kevni ve kozmolojik hususlar üzerinde durmamışlardır. Bu doğru değildir. Geçmiş ulema fıkıhta dirayet sahibiydi. Yeni jenerasyon da bilimde dirayet sahibi olmalıdır ki ancak bu şekilde terakki gerçekleştirilebilir.

Tantavi Cevheri ilmi tefsir ekolünün en önemli ismi olarak bilinir. Toplam on adet eseri vardır. Bu eserlerden en önemlisi el-Cevahir fi Tefisiri’l Kuran adıyla yazmış olduğu 25 ciltlik tefsirdir.

İçtimai tefsir ekolü

İçtimai tefsir ekolü son zamanlarda ortaya çıkan bir okuma metodudur. Asıl amacı; Kuran’ı hayat ile bütünleştirmek ve İslam’ı çağa uygun bir şekilde tecdit ve ıslah etmektir. Kurucusu Mısırlı âlim Muhammed Abduh’tur.

Bu tefsir metodu Kuran’ın gramer yapısı üzerinde detaylıca durmayı doğru bulmaz. Daha çok inanç ve ahlaki içerikli ayetlerdeki ruhu bulmaya çalışır. Bu şekilde çağın toplumsal sorunlarını nasların ışığında çözümlemeyi hedefler. Kuran selef-i salihinin anladığı gibi anlaşılıp okunmalıdır. Ancak bu şekilde tekrar hayat bulup, işlerlik kazanabilir. Bu ekolün öncüsü olan Muhammed Abduh’u klasik dönem içerisinde incelemiştik. Şimdi Abduh’tan sonra bu ekolün gelişip sistemleşmesinde katkısı olan bazı ilim ve fikir insanlarını inceleyeceğiz.

Muhammed Reşid Rıza (1865-1935)

Hayatı:

1865 yılının 18 Ekim’inde bugünkü Lübnan sınırlarında kalan Trablusşam yakınlarındaki Kalemun’da dünyaya gelir. Reşid Rıza evvela Trablus Rüşdiyesinde tahsil görür. Akabinde müfredatında modern bilimlerin de bulunduğu Medresetü’l Vataniye’de okur. Müstakil çalışmalarda bulunur. Kendisini yetiştirmeye çalışır. Bu sürede özellikle İmam-ı Gazali’nin İhya-u Ulumiddin adlı eserinin üzerinde durur.

Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’un çıkarmış olduğu Urvetü’l Vüska adlı dergiyle tanışır. Bu onun düşün serüveninin dönüm noktası olur. Afgani ile görüşemese de 1882 yılında Muhammed Abduh ile görüşme fırsatı bulur. O sırada Abduh Lübnan’da sürgündedir.

Muhammed Abduh Paris dönüşü Beyrut’a yerleşir. Burada dersler verir. 1889 yılına kadar burada Abduh’un derslerine katılır. Daha sonra Mısır’a gider ve ıslahat faaliyetlerine başlar. Abduh’un vefatından sonra siyasetle daha fazla meşgul olmaya başlar. Farklı ülkelere seyahatler yapar. Pek çok ilmi ve siyasi faaliyette bulunur.

1935 yılının 23 Ağustos’unda Süveyş seyahati dönüşü vefat eder.

Düşüncesi:

Reşid Rıza, Muhammed Abduh’un başlattığı çizgiyi devam ettirerek dinin ve dini ilimlerin ıslahatı için çalışmalar yapar. Islahat faaliyetlerinde bulunur. Her şeyden evvel sağlam bir Arapçaya inanırdı. Gelenekten beslenip çağa ayak uydurularak yapılan içtihat ve tecdidin İslam toplumlarına canlılık ve yeni bir ruh getireceğini iddia ederdi. Mezhep bağımlılığına karşıydı.

Ona göre tabiat kanunları değiştirilemez fakat dini kanunlar değiştirilebilir. Bu sebeple dini doğaya, değişmeyene uygun yorumlamak esastır. Bunun yanı sıra Kuran’ın evrensel çağrısının tazeliğini her daim koruduğunu savunmuştur. Zira İslam fıtri bir dindir. Her çağa ve insana hitap edecek potansiyele sahiptir.

Reşid Rıza Kuran’ın hedeflerini on maddede toplar:
Dinin temel erkânını ortaya koymak
İnsanlara ilahi mesajı iletmek
Taklitten korumak
Toplumun ıslahını gerçekleştirmek
İdari konularda yol göstermek
Mali meselelerde adaleti göstermek
Kadınlar ve tüm insanlığa haklarının verilmesini sağlamak
Köleliğe son vermek

Tefsiru’l Menar, diğer adıyla Tefsiru’l Kurani’l Azim, Reşid Rıza’nın yarım kalan eserinin adıdır. Ölümüne kadar Muhammed Abduh’un Menar’da yazmış olduğu tefsir notlarından faydalanmış, ölümünden sonra kendi görüşleri ile eseri oluşturmaya çalışmıştır. Eser 12 cüzü muhtevi 12 cilttir. Eserini tamamlayamadan vefat etmiştir.

Son olarak Reşid Rıza tasavvufu reddetmese de tasavvufa dair pek çok kavram ve uygulamayı hurafe olduğu gerekçesiyle reddetmektedir. Rabıta ve tevessül gibi bazı unsurları, vahdet-i vücud gibi nazariyeleri batıl ve uydurma olduğu gerekçesiyle inkâr eder. Ve tasavvufu saf bir şekilde nefsi terbiye olarak görür.

Ahmet Mustafa Meraği (1883-1952)

Hayatı:

Mısır’ın Said bölgesindeki Circa’ya bağlı Merağa köyünde doğar. İlköğrenimini Merağa’da tamamlar, yine burada Kuran’ı ezberler. 1897 senesinde Ezher’de eğitimine başlar. Ve Muhammed Abduh’un da içerisinde bulunduğu pek çok kıymetli ilim adamından ilim tahsil eder. Ezher’deki eğitimini tamamlamadan Kahire Dârululum’una geçer. 1909’da buradan mezun olur. Hayatının bundan sonraki döneminde pek çok kurumda görev alır ve birçok talebe yetiştirir.

Düşüncesi:

Meraği’nin yazmış olduğu 30 ciltlik tefsir kitabı olan Tefsiru’l Meraği içtimai-edebi tefsir ekolüne ait bir eser olarak kabul edilmektedir. Muhammed Abduh ve Reşid Rıza çizgisinde bir düşünceye sahip olduğu iddia edilir. Tefsirinde de Tefsiru’l Menar’dan pek çok nakle rastlanmaktadır. Bunun yanı sıra kâinatın yaratılması ve buna benzer konularda ilmi tefsir ekolüne bağlı kalarak bilimsel verilerden faydalanmıştır. Bu çerçevede bazı mucizeleri maddi sebeplerle açıklama gayretinde bulunmuştur.

Seyyid b. Kutub b. İbrahim b. Hüseyin eş-Şirazi (1906-1966)

Hayatı:

1906 yılının 9 Ekim’inde Mısır’ın Asyut vilayetine bağlı Muşa köyünde doğar. İlk eğitimini köyünde alır. 1926’da öğretmen okulundan mezun olur. İki yıl sonra Dârululum’a kayıt olur. 1933’te mezun olur. 6 yıl kadar ilkokul öğretmenliği yapar.

1947’den itibaren el-Alemü’l Arabi dergisini çıkarmaya başlar. 1948 yılında siyasi üslubu sebebiyle dergi kapatılır. Aynı yıl araştırma yapmak maksadıyla oluşturulan bir heyetle beraber New York’a gönderilir. 150’de Amerika’dan döner. Maarif Bakanlığı murakıplığına başlar. İki yıl sonra bu görevinden istifa eder.

1953 Şubatında İhvan-ı Müslimin’e üye olur. 1954’te teşkilat kapatılır ve üyeler tutuklanır. Fakat protesto edilen hükümet, tutuklanan üyeleri serbest bırakır. 1954’ün Ekim’inde Cemal Abdünnasır’a karşı girişilen suikasttan İhvan teşkilatı sorumlu tutulur. Tüm teşkilat yöneticileri ile beraber Kutub da tutuklanır. Ve 15 yıl hapse mahkûm edilir. 10 sonra bazı sebeplerle serbest bırakılır.

Tahliye edilmesinden hemen sonra teşkilatı tekrar canlandırmak ister. Bu yüzden 1965’te tekrar tutuklanır. Uzun yargı sürecinin sonunda idam hükmünü giyer. 28 Ağustos 1966’da cezası infaz edilir ve cesedi gizli bir yere gömülür.

Düşüncesi:

Seyyid Kutub çok yönlü bir kişiliktir. Gazeteci, edebiyatçı, aktivist gibi pek çok kimliğe sahip, değerli bir şahsiyettir. Bu sebeple biz onun devlet, millet, siyaset bağlamındaki fikirlerinden çok İslam ve Kuran eksenindeki fikir ve görüşlerini özetleyeceğiz.

Seyyid Kutub İslam medeniyetini farklı medeniyetlerin temelinde yükselen bir yapı olarak görür. Ona göre İslam medeniyeti Yunan’ın tesirindedir. Ve zarar görmüştür. Bu sebeple yabancı etkilerden arınmalı, öz benliğine tekrar kavuşturulmalıdır.

Kutub, tıpkı Mevdudi gibi ulûhiyet anlayışına bağlı bir hâkimiyet anlayışı oluşturmaya çalışmıştır. Özellikle “hâkimiyet” ve “cahiliye” kavramları üzerinde durmuştur. Tüm kullar eşittir ve onlar üzerinde yalnız Allah hüküm sahibidir.

Cihat kavramı da onun düşüncesinde önemli bir yerdedir. Zira bugün cihat modern cahiliyeye karşı verilen mücadeledir.  İnsanın özgürleşmesinin iki yolu; tebliğ ve cihattır.

Kutub’un bu fikirlere sahip oluşu ve bu fikirlerini en önemli eserlerinden biri olan Fi Zılali’l Kuran adlı eserinde işlemesi onu içtimai tefsir ekolü içerisinde incelememizi mümkün kılıyor. Fakat Kutub’un fikirlerine daha genel bir perspektifle yaklaşıldığında onun içtimai ekolden çok neo-selefi çizgiye daha yakın olduğu görülecektir.

Tarihselcilik

Son dönemlerin en orijinal, aynı zamanda en aykırı Kuran okuma metotlarından birisidir tarihselcilik. Anavatanı; pek çok fikrin menşei olan Avrupa’dır. Genel anlamda tarihselcilik; yerel şartların sonuçları etkilemesinin kaçınılmaz olduğunu iddia eden kuramın adıdır. Bu kuram aydınlanma dönemi sonrası kutsal metinler üzerinde uygulanmaya başlanmıştır. Asıl amaç; İncil’deki akla ters olan noktaları akıl ve bilimle uzlaştırmak, mitolojik verileri anlamlandırmak ve tekrardan canlı bir kitap haline getirmektir.

Bundan hemen hemen bir asır sonra bu metot İslam dünyasında da söz konusu olmaya başlamıştır. Tarihselcilik Batı’dakinden küçük farklarla Kuran’a uyarlanmaya çalışılmıştır. Şöyle ki; Batı’da bu metot kutsal kitapların akla ters olan noktaları için kullanılırken İslam dünyasında Kuran’ın işlerliğini kaybetmiş ahkâmı için kullanılmıştır. Yani ilahi yasamanın amaçları tespit edilerek, bu amaçlar ekseninde ilkeler devşirilip Kuran’ı tekrar çağa hitap eder bir dinamikliğe kavuşturmak istenmiştir.

Bu türden bir Kuran okuması Muhammed Esed’in tabiri ile “bir takım donuk kafalar” tarafından şiddetle eleştirilip, heterodoks bir metot olarak görülse de, diğer taraftan her geçen gün kendisine yeni takipçiler bulmaktadır. Şimdi bu okuma metodunun en meşhur savunucularından bir kaçının hayat ve düşüncelerine göz atalım.

Fazlurrahman (1919-1988)

Hayatı:

1919 yılında Pakistan’ın Hazare şehrinde dünyaya gelir. Dindar bir ailenin çocuğuydu. Babası Diyobend Dârululum’u mezunu olup geleneksel İslami ilimler tedrisinde bulunmuştur. Fakat buna rağmen İslam’ın çağdaş gelişmelerle hesaplaşması gerektiğine inanan bir âlimdi. Fazlurrahman yenilikçi fikirlere sahip olmasında babasının etkisinin olduğunu itiraf eder.

İlk eğitimini Pakistan’da babasının yanında alır. 10 yaşında Kuran’ı ezberler. 1933 yılında Lahor’a yerleşen ailesinin yanında yükseköğrenimine başlar. Aynı zamanda babasından İslami ilimler tahsil etmeye devam eder. 1940’ta Pencap Üniversitesi’nin Arapça bölümünden mezun olur. Aynı üniversitede lisansüstü öğrenimine başlar.

1942’de yüksek lisans öğrenimini tamamlar. Burada başladığı doktorasını İngiltere’de devam ettirir. Oxford’da İbn-i Sina’nın “Necat” adlı eserinin “Nefs” adlı bölümü üzerine çalışır. Bu bölümün analizini ve sağlıklı bir şekilde İngilizce tercümesini yapabilmek için Grekçe ve Latince, Batı felsefesini takip edebilmek için de Fransızca ve Almanca öğrenir. Tezini 1949’da bitirir.

1950’de İngiltere’nin Durham Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak atanır. 1958’e kadar burada kalır. Ve İslam felsefesi üzerine eğilmeye devam eder. Aynı yıl Kanada’ya gider. McGill Üniversitesi’nde doçent olarak görev yapmaya başlar. Burada İslam felsefesinden uzaklaşarak İslam’ın güncel meselelerine yoğunlaşır.

1961’de Pakistan hükümetinin davetiyle ülkesine döner. Ve İslami Araştırmalar Enstitüsü’nde profesör olarak çalışmaya başlar. 1962-68 yılları enstitünün genel müdürlüğü görevini üstlenir. Bu süre içerisinde neşir faaliyetlerine yoğunluk verir. Fakat İslam düşünce tarihi ile hesaplaştığı İslam adlı eserindeki bir cümleden ötürü 10.000 rupi ödül koyularak katli istenir.

Bunun üzerine Amerika’ya kaçar. 1969 yılında Chicago Üniversitesi’nde göreve başlar. 26 Temmuz 1988 yılındaki vefatına kadar burada akademik faaliyetlerine devam eder.

Düşüncesi:

Fazlurrahman’nın genel tezi şudur: Kuran tarihsel bir metin olarak ele alınmalı, geliştirilen yeni bir tefsir metodolojisi ile Müslümanların modern dünyadaki sorunlarını çözebilecek ve bu alandaki ihtiyaçlarına cevap verebilecek tarzda yorumlanmalıdır.

Ona göre Kuran; Peygamberin zihninde, toplumsal şartlar çerçevesinde oluşmuş bir olgunun tezahürüdür. İlhamlar tanrısal olsa bile lafızlar peygambere ve lafızların edebi kalitesi peygamberin dil bilgisine bağlıdır. Vahiy bu şekilde anlaşılmalı ve bu düşünce çerçevesinde pratize edilmelidir. Vahiy olgusunu tam anlamıyla ilahi bir şey olarak anlasak dahi, o dış şekliyle ebediyen geçerli bir durum arz edemezdi.

Kuran’ın içeriği Peygamber döneminde gerçekleşen olaylar çerçevesinde şekil almıştır. Yani Peygamberin yaşadığı ortamdaki ahlaki ve toplumsal durumlara gönderilen ilahi bir cevaptır. Bu sebeple Kuran bir döneme aittir. Belli bir döneme hitap eder. Bir tarihin kitabıdır. Tarihseldir. Evrensel değil, yereldir. 

Fazlurrahman’ın yöntemi kısaca şöyledir: Önce vahyin indiği çevre, din, adet ve kurumlar incelenmelidir. Araştırılan konuyla ilgili ayetlerin tarihsel arka planı netlik kazandıktan sonra bu ayetlerden bir kaide istinbat edilmeli ve bu kaideler konjonktüre uygun bir şekilde genelleştirilmelidir.

Son olarak Fazlurrahman’ın düşün haritasında “yaşayan sünnet” diye bir kavram bulunmaktadır. Yaşayan sünnet; Peygamberin söz, fiil ve takrirleri değil, onun sünnetine dayanılarak toplum tarafından geliştirilen yorumlardır. Fazlarruhman’nın yaşayan sünnet kavramını, geleneksel anlayışın “icma” olarak kavramlaştırdığı faaliyete benzetebiliriz.

Roger Garaudy (1913-1912)

Hayatı:

1913 yılında Marsilya’da işçi bir ailenin çocuğu olarak doğar. Protestan’dır. 1933 yılında Komünist Partisine girer. Ve partide yükselmeye başlar. Bir yandan da felsefe tahsiline devam eder. 1939’da askere alınır. Vichy hükümetinin Kuzey Afrika’daki kamplarına sürgün edilir. Fakat Müslüman askerler kendisini kurşuna dizmeyi kabul etmez.

1945’te Merkez Komitesi üyesi olur. Önce Tarn, sonra Sein milletvekili, sonra da Paris’ten senatör olur. Marksist İnceleme ve Araştırma Merkezi Müdürlüğünü üstlenir. Bu sürede Komünist Partinin resmi filozofluğunu yapar.

1970’te Sovyetlerin Prag’ı işgal etmesini protesto eder. Bu sebeple partiden ihraç edilir. Önce Katolik olur. Hristiyanlık ve Marksizm’in birbirini tamamladığını iddia eder. Daha sonra hiçbir idealinden vazgeçmeden İslam’a girer.

Kurtuba’da Roger Garaudy Vakfı’nı kurar. Senegal’in eski Cumhurbaşkanı Senghor ile Goree Adasında Değişimler Üniversitesi adında bir eğitim kurumu açar.

27 Şubat 1998’de insanlık suçlarını tanımadığı ve ırksal lekelemelerde bulunduğu gerekçesi ileri sürülerek mahkûm edilir. 13 Haziran 2012 yılında tam 99 yaşında Paris’te vefat eder.

Düşüncesi:

Roger Garaudy’nin sorduğu ilk soru şudur: İslam’ın uyanışı nasıl olmalıdır? Garaudy bir zamanlar dünyada söz sahibi olan İslam medeniyetini bir buhran, bir uyku içerisinde görmektedir. Ve bu köklü medeniyetin tekrardan uyanıp dünyada adalet ve tevhidi tesis edebileceğine inanmaktadır.

Uyanış için Garaudy’e göre ilk hareket noktası, Kuran olmalıdır. Kuran’ın tekrar dinamik bir hale gelebilmesi için özünün niteliğini kavramak önemlidir. Yani ihtiva ettiği unsurların gerçekleştirmek istediği amaçlar belirlenmelidir. Garaudy kısaca tarihselci bir Kuran okuma metodunu tavsiye etmektedir. Çünkü Kuran yereldir. İçerisinde pek çok yerel unsur bulunmaktadır. Zıhar mevzusu buna bir misal olarak verilebilir. Ya da erkeğin kadından üstün oluşu veya erkeğin kadın üstünde hüküm sahibi olması gibi unsurlar belli döneme aittir. Bugün bu ayetler olduğu gibi kabul edilmemelidir. Ayetlerin inişi göz önünde bulundurularak maksatlar devşirilmeli ve bu maksatlardan da kurallar, kaideler türetilmelidir.

İçtihat Kuran’ın aktüelleştirilmesinin olmazsa olmaz yoludur. Samimi bir şekilde içtihat gerçekleştirilmelidir. Ancak bu şekilde Kuran her devir için ideal bir hayat modeli sunabilir. Aksi halde donar ve statikleşir.

Muhammed Arkoun (1929-2010)

Hayatı:

1929 yılında Cezayir Kabiliyye’de gelir dünyaya. Cezayir Üniversitesi Filoloji Fakültesini bitirir. Paris’te Arap Dili ve Edebiyatı dalında yüksek lisans yapar. 1960 yılından sonra Sarbonne Üniversitesinde araştırma görevlisi ve öğretim üyesi olarak göreve başlar. Ve ona ün kazandıran doktora tezi; H.4. Asırda Arap Hümanizmi; Bir Filozof ve Bir Tarihçi Olarak İbn Miskeveyh’i burada yazar.

Hayatının sonuna kadar pek çok üniversitede dersler ve konferanslar verdi. Eserlerinin tamamını Fransızca olarak kaleme aldı. Neden Arapça yazmadığı sorulduğunda; “ortam ve Arapçanın bilimsel yeterliliği müsait değil” cevabını verdi.

14 Eylül 2010 tarihinde Paris’te vefat etti.

Düşüncesi:

Muhammed Arkoun tarihselci bir anlayışa sahip bir düşünürdü. Tüm kıssa ve mucizelerin sembolik anlatıma sahip olduğunu iddia ederdi. Bütün çalışmalarında Kuran’ın sosyolojik, antropolojik ve arkeolojik olarak okunmasını ve bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamıştır.

Hasan Hanefi Hasaneyn (1935-…)

Hayatı:

1935 yılının 13 Şubat’ında Kahire’de doğar. 1956 yılında Kahire Üniversitesi Adab Fakültesi Felsefe Bölümünden mezun olur. Doktorasını Sarbonne’da tamamlar. Doktora konusu: İslam hukuku ile mukayeseli dinler alanındadır.

1956-66 yılları arasında Fransa’dadır. 1967 yılında mezun olduğu fakültede hoca olur. 1973-1980 arasında doçent, 1981-1995 yılları arasında profesör olarak görevde bulunur.

Halen aynı fakültede görev yapmaktadır. Bunun yanı sıra başka üniversitelerde misafir akademisyenlik yapmışlığı vardır. Laik olduğunu sık sık vurgulayan Hanefi, Marksist düşünce geleneğine bağlı olması itibari ile sol düşünceyi benimsemektedir.

Düşüncesi: 

Hasan Hanefi tarihselci düşüncenin en radikal ismidir. Kuran’ın antropolojik olarak okunmasını iddia eder. Sadece Kuran’ın değil, Allah tasavvurlarının da tarihsel olduğuna inanır. Ona göre Kuran’daki ilahi sıfatlar dönemin Arap düşüncesine bağlı olarak ifade edilmiş olgulardır. Bunun yanı sıra tarih içerisinde insanlar tanrıyı hep ihtiyaçları olduğu gibi tasavvur etmişlerdir.

Hanefi Kuran’da çelişkiler olduğunu iddia etmiştir. Fakat onu tekfir edenlerin dayanağı bu değil, Kuran için yapmış olduğu benzetmedir. Hasan Hanefi içerisinde isteyenin istediğini bulduğu iddiasıyla Kuran’ı bir “süper markete” benzetmiştir. Bu da onun kimi çevrelerce tekfir edilmesine sebep olmuştur.

Tarihselciliğe yönelik eleştiriler ve tahlili

Son olarak şunu ifade etmekte fayda var; tarihselcilik olarak adlandırılan bu okuma metodu geleneksel/evrensel Kuran okuyucuları tarafından pek çok açıdan eleştirilmektedir. Tam olarak sistemleşmemiş olması itibari ile ciddi şekilde tenkite tabi tutulmaktadır. Fakat yapılan tenkitlerden ilki; bu okuma metodunun Batı menşeli olmasıdır. Yani tarihselcilik; Batı’nın İncil’i mitolojilerden arındırmak ve ilahi mesajı çağa tekrar hitap eder hale getirmek için tasarladığı bir metottur. Bu sebeple Kuran’a uyarlanması katiyen yanlış bir tutumdur. Tarihselciliği savunan düşünürler Kuran’ı çağdaş konjonktüre uydurabilmek namına metni tahrif etmektedir. Bu sebeple Kuran tarihselcilerin havai tutumlarına kurban edilmemelidir. Böyle bir tenkitin ne kadar kesif bir şekilde retorik koktuğu biraz dikkatli bakıldığında görülecektir.

Bir düşünce Batı menşeli olduğu için neden kullanılmasın? Bunun yanı sıra evrensel okuma metodu ne kadar özgün ve orijinaldir?

Kanımca tarihselciliği Batı menşeli olması itibari ile eleştirenlerin öncelikle bu iki soruya cevap vermesi gerekmektedir. Yoksa Batı kaynaklı olan bu metodun Kuran’ı tahrif edeceği iddiası retorikvari bir eleştiri olur. Eleştiri düşünsel sürecin dördüncü sacayağını oluşturur. Ve idrake hitap eder. Retorik ise hissi muhatap alır. İspat değil, ikna etmeye çalışır. Ki tanım üzerinden tasavvur üretmeyen bir kavram ve kanıt üzerinden tasdik üretmeyen bir önerme, idraki değil, yalnızca ihsası besler.

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

eMedrese bir İlmiye Vakfı projesidir.