Prof. İsmail E. Erünsal ile Kütüphane Sohbeti
Fatih Sultan Mehmet Han şöyle der: “Bir şehirde üç şey çok önemlidir; hamam, kanalizasyon, kütüphane. Hamam bedenin, kanalizasyon şehrin, kütüphane de ruhun kirini temizler.” Bu söz aynı zamanda medeniyetimizin kitap ve kütüphaneye vermiş olduğu değeri gösteriyor. Kütüphaneler taşıdıkları misyon ve göreve nazaran ne kadar kıymetli ise o kütüphaneleri yaşatmak ve geliştirmek için sorumluluk yüklenen kimseler de o kadar büyük kıymete sahiptir. Birazdan okuyacağınız söyleşi işte bu misyonu sırtlanan, ömrünü kitaplara adamış bir kütüphane üstadına ait, ülkemizin sahip olduğu nadide şahsiyetlerden birisine…
Prof. Dr. İsmail Erünsal hocamız ülkemize çok büyük hizmetlerde bulunmuş oldukça kıymetli bir ilim insanıdır. Yaptıklarından kısaca bahsetmek bile epey zaman alacaktır. Fakat hâlihazırda TDV İslam Araştırmaları Merkezi’nin yönetim kurulu üyesi olup İSAM Kütüphanesi’nin ilmi danışmanlık görevini icra etmektedir. Çok yönlü bir akademisyen olan hocamız kitap, kütüphane ve sahaflık kültürümüzün yanı sıra Osmanlı kültür dünyasına dair yaptığı telif çalışmaları ile büyük bir eksiği tamamlıyor. Söylemişimiz hocamızın kitaplarla olan ilişkisine dair has bir sohbet formatı taşıyor. Keyifli okumalar…
Kıymetli hocam, çocukluğunuzda ilk okuma sürecinden bahseder misiniz? Okumayı size sevdirenler, ilk etkilendiğiniz kitaplar, yazarlar kimlerdi acaba?
Bizim zamanımızda okumaya yönlendiren yoktu. Herkes kendi yolunu kendisi bulurdu. Kitapla tanışmam şöyle oldu; pazar günleri rahmetli peder beni öğlen namazı için Karabaş Camii’ne, Sürmeli Mehmet Efendi’nin vaazlarına götürürdü. Vaazdan çıkınca rüşvet olarak bir çikolata alırdı. Sonra Beyazıt Camii’nde Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı -Allah rahmet eylesin- İstanbul müftülüğü de yapmıştı, onun vaazı olurdu. Bu vaazın seviyesi yüksekti. Kendisi felsefeciydi, edebiyatçıydı. Ben hepsini anlamazdım ama muntazam ona da giderdik. Cemaat de zaten 30-40 kişi olurdu. O sıralarda Feyzullah Değerli Şehzadebaşı Camii’nde vaaz ediyordu. Caminin bahçesi bile doluyordu o vaaz ettiği zaman. Bizim hocanınkinde böyle değildi. Çünkü seviyesi biraz yüksek. O vaazdan sonra da sahaflar çarşısından geçerken oradan bir kitap alma hakkım vardı. Her gidişimizde bir tane alırdım. Kitap biriktirmeye o zaman başladım. Babam öyle okumuş yazmış bir adam değildi. Yönlendirmek için herhalde merakı vardı.
Nimet-i İslam’ı almıştım ilk. Oldukça ağırdır. Niye aldım onu da bilmiyorum. Kocaman bir kitaptır. Mehmet Zihni Efendi’nin. Sonra Hamdi Yazır’ın İslam’la ilgili meşhur bir kitabını. Daha sonra işte yavaş yavaş bazı menakıp kitapları, başka kitapları, bir bakıma nerede rastladıysak; bir kısmını kitapçıdan bir kısmını sergiden toplardık. Yavaş yavaş kitap olmaya başladı evimizde. Yoksa okullarda hocalar “şunu okuyun, bunu okuyun” gibi bir şey demezlerdi. Şimdi çok farklı tabii. Herkesi yönlendiren birileri var.
Dolayısıyla popüler bir yazarın yeni çıkan kitaplarını alıp okumak ya da o yazarın sosyal hayatından haberdar olmak gibi durumlar sizin döneminizde mümkün değildi.
Değildi evet. Biz abur cubur okurduk. Ben mesela bütün Batı klasiklerini okumuştum 15-16 yaşlarında. Ondan önce Teksas-Tommiks, Red Kit, Pecos Bill gibi kitapları okudum. Onlar bir merhale oluyor. Daha sonra klasikler… Millî Eğitim Bakanlığının çıkardığı beyaz kapaklı, sevimsiz, kimsenin almadığı klasikler vardır. O serinin hemen hemen hepsini almıştım. Kıymetli şark klasikleri de vardı; Hafız’ın Divan’ı, Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı Sühreverdi’nin Heyakilu’n-Nur’u, Sefername… En azından 30-40 kitap. Daha sonra anlamaya başladıkça felsefi kitaplar okuduk. Mesela Descartes’in Aklın İdaresi İçin Kurallar’ı. Sonra Sartre moda oldu. Onun Sözcükler kitabını iki kere okudum, bir şey anlamadım. Herkes okuduğu için biz de okuduk. Daha sonra Eliot’un Denemeler’ini, ufak edebiyat dergilerini filan okuduk. Böyle devam etti. Arapçayı ilerletince Arap dünyasından Seyyid Kutup’un, Muhammed Kutub’un, Muhammed Abduh’un kitaplarını okuduk. O dönemde de moda bunları okumaktı gençlik arasında.
İnsan okuma serüveninde yanlış şeyler de okuyor. Fakat okumaya devam ederse yolunu buluyor. Yanlış da doğru da okusa sonunda bir şey buluyor. Hiç okumayan bir şey bulamıyor. Tabii bizim zamanımızda okumaktan başka bir şey yoktu. Ya sokağa çıkıp top oynayacak, çember çevirecek, kaykay kayacaksınız ya da okuyacaksınız. Ben devamlı kitap bulur okurdum. Hiçbir şey bulamazsak gazete okurduk. Bunun çok faydasını gördüm. Hatta ilkokuldayken edebiyat ansiklopedisi hazırlamaya karar verdim. Şairlerin resimlerini bulup yapıştırıyordum kâğıda, eserlerini falan… Daha sonra o gelişti. Üniversite zamanında Osmanlı meşayıhı üzerine bir kitap yazayım dedim. Düşündüm, Osmanlı Müellifleri’nin (Bursalı Mehmet Tahir, 3 cilt) meşayıh kısmı vardır. O kısmı genişletecektim. O zaman fotokopi yok. İki tane nüshasını buldum. Kestim sayfalarını, önünü arkasını. Kağıtlara yapıştırdım. Poşetler alıp doldurdum içine. Malzemeler biriktirmeye başladım. Öyle işte. Başlıyorsunuz. Çıksın çıkmasın önemli değil. Sonunda bir şey oluyor.
Kitap okuyanların farklı dönemlerde farklı türlere merak saldığı olur. Siz geçtiniz mi benzer süreçlerden? Mesela bir dönemin çizgi romanları, bol resimli hayat ansiklopedileri, hidayet veya cihat romanları furyası vardı.
Çizgi romanlarla başladık. Herkes Teksas-Tommiks okuyordu. Biz de okuduk. Hepsini bitirmişimdir. Geçenlerde bir iki tanesini aldım. Red Kit, Oklahoma Jim vs. bakayım dedim, biz bunları neden okumuşuz. Hepsini bilirdim. Serinin hepsini okudum. O dönemde öyleydi. Okulda edebiyat kitabında rastlıyorsunuz. Victor Hugo mesela… Kimdir, nedir merak ediyorsunuz. Zola’yı, Stendhal’i görüyor ve alıyorsunuz. Sonra duyuyorsunuz, doğudan Sadi diye biri var, alıp okuyorsunuz. Şimdi düşünüyorum; ben o klasikleri nasıl okumuşum acaba? Sefiller kocaman bir kitaptır. Okumuşuz. Çünkü o dönemde öyleydi. Birileri bir şeyler okuyordu. Okuyorduk.
Şimdilerde vakit yok. Ben 25 yıldır bir kitabı baştan sona okuyamadım. Emekli olduğumda okuyacağım diye biriktirdiğim bir kütüphane kitabım vardır. Almışım, bakmışım güzel. Emekli olunca okurum diye koymuşum köşeye. Bunlar zevk için okumalar. Araştırmacı olacaksanız, orijinal bir şey ortaya koymak istiyorsanız, vaktiniz olmayacak.
Pek çok insan okuduğunu unuttuğundan ya da kitapla gerekli bağı kuramadığından yakınarak kitaplardan soğuyabiliyor. Sizin bu noktada kişisel öneriniz var mı? En ideal okuyup anlamanın ön şartları nelerdir size göre?
Biz araştırmacılarda da aynı şey var. Diğerlerini bilemiyorum. Lüzumlu olmayan şeyleri unutuyorsunuz tabii olarak. Bilgiyi depoya atıyor zihin, sonra kapasite doldu deyip siliyor. Siz de onları unutuyorsunuz. Halbuki zamanında çok iyi bildiğiniz bir şeymiş. Ama artık size lazım değil. Zamanla şartlanıyor zihin. Bu olmasa zaten çalışma yapamaz insan. Bilgisayarda da öyle. Biraz fazla veri yüklediğinde çalışmıyor değil mi? Ağırlaşıyor. Kapasiteyi geçmeyecek yani. Her bulduğunu yüklemeyecek kafasına. Araştırmacı hedefe yönelik okumak zorunda. Zaman yok çünkü. Eskisi gibi değil. Kendi sahamda çıkan bütün dergileri bilirdim 30-35 yaşlarımda. Kaç dergi vardı? Avrupa’da beş tane, Türkiye’de altı-yedi tane. Orada çıkan bütün makaleleri de bilirdik. Şimdi neyi, nasıl bileceksin ki? Eskiden azdı, yazılanlar kaliteli idi. Şimdi keçi boynuzu… Yazılanların %90’ı işe yaramıyor. Boşa yazılmış. İsme bakıp anlıyorsun zaten. Akademisyenlik meslek olmaktan çıktı meksep oldu. Kazanç yolu haline geldi. Böyle olunca akademisyenliğin ruhu kayboldu. Şimdi insanlar doçent, profesör olayım, maaşımı alayım, o seminer senin, bu konferans benim gezeyim, zamanımı geçireyim diye bakıyorlar.
Hocam siz Osmanlı kültür ve yazın tarihinde olduğu kadar kütüphanecilik literatüründe de kaynak bir isimsiniz. Bu anlamda Türkiye’de kütüphanelerin, kütüphaneciliğin geleceğini nasıl görüyorsunuz? Acil önlem alınması gereken öncelikli noktalar neler size göre?
Karanlık görüyorum. Bugünü de geleceği de karanlık. Evladım, Türkiye’de bazı şeyler var ki geleneğe bağlıdır. Kurulması, gelişmesi zaman alır. Bunları “al sana 100 milyon. Git, kütüphane kur” şeklinde yapamazsınız. Batı’da kütüphanelerin 300-500 yıllık tarihleri vardır. Bizde de sanıyorlar ki fabrika kurar gibi kütüphane kuruluyor. Öyle olmuyor. Bir de beş milyonluk, altı milyonluk kütüphane kuracağız diye açık arttırma oluyor. Sen de kazanman için yedi milyonluk yapman lazım. Öyle olmazsa olmuyor. Diğeri dokuzluk diyor falan… Böyle olmaz. Ne kuruyorsun, önce bunu bilmen gerek.
İSAM Kütüphanesi ihtiyaçlara cevap veren bir kütüphane sınırlı şekilde. Biz burayı belli bir sahada, belli kişilerin ihtiyaçlarını karşılamak için kurduk. Öyle beş yüz bin, bir milyon kitabımız var diye övünmeye gerek yok. Kapıdan giren adam bir konu çalışıyorsa, aradığı kitabın %60-70’ini bulsun diye kurduk. Bunun için de planlama lazım evladım. Öyle kendi kendine olmuyor. Gidip kitapçılardan on raf kitap alıp koymakla olmuyor.
“Orta Çağ İslam Dünyasında Kitap ve Kütüphane” adlı eserinizde anlatıyorsunuz; o zamanlarda kütüphane oluşturulurken bir nüsha istinsah edilir, hediye gelir, mevcut nüshayı temin için rıhle yapılır gibi… Bu geçmişte böyleydi. Peki, bugün kütüphane az evvel anlattığınız gibi kurulmayacaksa ne yapılması gerekiyor?
Evladım, bugün her şey değişti. Bize kütüphane ile ilgili birtakım şeyler sormaya geliyorlar. Ben İSAM’da da söylüyorum; bizim bilgilerimiz yetmiyor artık. Bana herkes diyor ki “en iyi sen bilirsin.” Yok, bilmiyorum. Çünkü kütüphane kılık değiştiriyor. Elektronik yayıncılık başladı. Tamamen teknik hale geldi kütüphaneler. Eskisi gibi beş milyon, on milyonluk kütüphane var diye övünmenin bir anlamı yok. Dünyada beş milyon kitap çıkıyor senede. Türkiye’de 80-90 bin kitap çıkıyor. Ne ile övünüyorsun? Eskiden üç-dört bindi bu sayı. Senin dediğin sayı üç-dört senede dolar yani. Kütüphanenin bir özelliği olması lazım. Londra’da bir okulun kütüphanesi var. Ufak bir kütüphanedir. Bir milyon civarında kitabı vardır tahminen. Ama bütün Uzak ve Ortadoğu ile ilgili araştırma yapanlar orada istediğini bulur. Çünkü özel kütüphane. Adam seçiyor, istediğini koyuyor oraya. Bizimki de öyle. Ama son zamanlarda abur cubur doldu biraz. Gençler biraz sayıya fazla meraklılar. Sayımız az diye düşünüyorlar. Rafa koyduğun kitap bir yeri dolduracak. Bir şey olacak yani. Ona bakılmıyor.
Bizim kütüphanelerin geleceği karanlık. Çünkü kütüphanenin ne olduğunu kimse bilmiyor. Şimdi kütüphane kuruyorlar. Adama üç soru soruyorsunuz, üçünün de cevabını bilmiyor. Ama kütüphane kurmuş. Yani bilmeden kütüphane kuruyor adam. (Gülüyor) Eskiden kütüphanenin bir felsefesi oluyordu. Adam medreseye kütüphane kuruyordu. Oraya medrese talebesine lazım olan kitapları koyuyordu. Talebe onları okuyordu. Çok zenginse biraz daha ilave yapıyordu okuduğu kitaplara ek olarak. Daha ileri gitsin istiyorsanız, binlik-bin beş yüzlük yaparsınız. Tefsirden üç tane ana tefsiri değil de yirmi tanesini koyarsınız. Şimdikiler ne koyacağını bilmiyor ki! Sadece bağış topluyorlar milletten. Bakın bu da ayrı bir şey. Batı kütüphaneleri güncel bağışları kabul etmez. Götürüp kitaplarınızı verseniz almazlar. Alıp da ne yapacaklar? Sen kendine göre kitap toplamışsın, ben alacaksam bana uyanı alırım. Tabii bunun tarihi var, eskimesi vesairesi var. Batı’da kütüphane çok farklıydı. Biz onu fark edemedik.
Artık Batı da kara kara düşünüyor. Onların kütüphanelerinin çoğu sanat eseridir. Şehrin belli bir yerinde bulunur. Büyüme ihtimali yoktur. Depolar yapıyorlardı, fakat onlar da doluyordu. Şimdi dijitalleştirmeye başladılar. Her ülke dijitalleştiriyor. Ben kütüphane kuracak olsam, kitap almam gerekmiyor. Dijitaline ulaşıyorum. Ayrıca yer yok. Adamlar bu sisteme geçti. Bizde gidiyor geri zekâlılar -bunu özellikle kullanıyorum, özellikle de idarecilere- veri tabanına üye oluyorlar. Yahu sen üniversitesin, ama araştırma üniversitesi değilsin. O veri tabanlarını kim kullanacak? Yılda 45 bin dolar abone parası veriyorsun. Yıl sonunda bakıyorlar 40-50 kişi anca girmiş. Gerçi ona da bakmıyorlar. Önemli olan veri tabanımız var, biz şu kadar kitap ve dergiye aboneyiz demek… Ee ne olacak şimdi? Kütüphanecilik üzerine kafa yoran kimse yok. Kütüphaneciliğin kurtuluşu bir bakanlığın kurulması ile olur bu ülkede. Kültür Bakanlığından ayrı olarak, Enformasyon, Dokümantasyon ve Kütüphaneler Bakanlığı gibi bir bakanlık kurulup, o çapta teşkilatlanıp, koordine olması ve merkezileşmesi lazım sistemin.
Türkiye zengin bir yer değil. Yüz tane üniversiten varsa, sen bunların yüzüne de Chemical abstractları alamazsın. Mesela kimya ile ilgili kataloglar çıkıyor her sene. 10 bin dolardı bir vakitler. Şimdi nedir bilmiyorum. Adam gidip alıyor. Sen niye alıyorsun yahu? Alacaksan üç tane alacaksın Türkiye’ye. Merkezi kütüphane kuracaksın. Diyeceksin ki sosyal bilimler bölümü bu kütüphanedir; temel fen bilimleri budur, ilahiyat budur. Herkes dolduruyor kitapları. Aynı kitapları alıyorlar. E ne oluyor? Kimsenin okuduğu da yok zaten. Açıp gösteriyorlar işte kütüphanemiz var diye.
Bir seferinde çok gülmüştüm. Bir özel üniversitenin rektörü diyor ki; “45 bin kitaplık çok zengin bir kütüphanemiz var.” O dediği zaman benim şahsi kütüphanemde 30 bin kitap vardı. 45 bin kitap var diye övünüyor. Ve bu bir rektör. Böyle bir memleketteyiz. O yüzden karanlık işte. Benim böyle şeylerde bir prensibim vardır; yapabildiğini yapacaksın. Cenab-ı Allah nasip etti şu İSAM’ı kurmayı da yola girdi bir şeyler. Burası çok mütevazı bir kütüphane. Millet biraz fazla görüyor, ama başkası olmadığı için. Başkaları olsa geriye düşeceğiz. Olmuyor daha iyisi. Olması için felsefesi olacak. Felsefe yapacak adam da yok. Sorsan herkes her şeyden anlıyor.
Eskiden “doktorlukla din adamlığının ortağı çoktur” derlerdi. Herkes hem dini hem de tıbbı bilir. “Başım ağrıyor” dersin, sana “ben şunu içtim, iyi geldi, al, iç” der içirir. Öbürü başka bir ilaç verir sana. Ya da fetva verirler. Kütüphaneciliğin de öyle. Geçenlerde biri bir şey dedi. Unvanı olan da biri tabii. Kafam attı artık; “sen ne anlarsın” dedim; “benim yanımda konuşman ayıp olmuyor mu?” gibisinden. Ama ayıp olmamış, utanmadı adam. Hayır, kütüphanecilikle alakası olmayan biri ne anlayacak? Hataların hepsini görüyoruz, ama düzeltemiyoruz. Düzeltmenin mümkün olduğu yerler var, olmadığı yerler var. Ama buranın (İSAM’ın) bir felsefesi olduğu için başarılı görünüyor. Buraya gelen, alışan muhitten ayrılmak istemiyor. Bir de ambiyans derler ya, onu da sağlamak gerek.
Geçenlerde biraz sınırlandırmaya çalışalım dedik. Esas araştırmacılarımıza yer kalmıyor diye. Bir hanım geldi. Doçentmiş. Sahası bize uymuyor, ama burada çalışıyor. Ağlamaklı oldu burada çalışamayacak diye. O zaman “ben sizin alanınızda bir yüksek lisans yapayım” dedi. Evini bu taraflara taşımış buraya gelecek diye. İlber Ortaylı’nın da bir röportajı var. Orada “İSAM’a yakın olmak için evimi taşımak istiyorum”, “Türkiye’de bir çalışan kütüphane İSAM var” diyor. Buranın bir havası var. Bunun kimse farkında değil. Arkadaşlar şu bahçeye bir ek bina yapalım dediler. Ben karşı çıktım. Burayı bozarsınız dedim. “Sen kütüphanecisin, ama kütüphaneye karşısın” diyorlar bana. Allah’tan vakıf krize girdi de yapamadılar. Adamı burada sadece okumaya mecbur edersen olmaz ki! Dışarı çıkacak, çay içecek, biraz yürüyecek yani. Öteki türlü olmaz.
Bir kitaba ulaşmak için yaşadığınız ilginç anılar, zorluklar illa ki vardır. İlk aklınıza gelenleri paylaşır mısınız?
Kitaba ulaşmak için bizde her şey zordu. Kolaylık yoktu ki! Biz matbu olan kitaba bile ulaşamazdık. Saadettin Nüzhet Ergun’un Türk Şairleri diye bir kitabı vardır. Üç buçuk cilt. İstanbul’da iki kütüphanede vardı. Biri üniversite kütüphanesinde, diğeri zannediyorum Süleymaniye’de. Birini ödünç vermişler. Orada çalışanlardan biri almış. Öbürüne gittim. Sayım için bir süredir kapalıymış. Sonra onu bulup aldım sahaflardan. Dünyanın parasını vererek tabii. Piyasada da yoktur o kitap. Ee fotokopi filan yok. Yani benim çalıştığım II. Beyazid dönemine ait bir defter vardır; İnamat Defteri. Belediye kütüphanesindeydi o. Biz de bu tarafta oturuyorduk. Diğer günler iş olduğu içinher cumartesi Beyazıt Kütüphanesine gittim. Orada okudum, bitirdim. Öyleydi bizim zamanımızda. Bir yabancı kitaba rastlarız, getirtmek için on tane adam koyarız araya. Bir tanıdık bulmaya çalışırız falan. Üç ay sonra gelir. Zordu böyle şeyler. Şimdi çok kolay. Bilgisayara indiriyorsunuz, bitiyor. Ama şimdi çalışmıyor kimse.
Yine bir gün Şekayık-ı Numaniye’nin bir nüshası gelmişti sahaflara. Yazma nüsha. Kanuni döneminde yazılmış. Yazısı güzel, bir tezhip var başında. Talebeyiz tabii, fazla paramız yok. Babam esnaftı. Para verirdi sağ olsun. Ama rakam epey fazlaydı alamadım. O gece rüyama girdi. Ertesi gün yine girdi. Üçüncü gün yine. Sonra gittim sahaflardaki İbrahim’e “ben bu kitabı alacağım.” dedim. Çok iyi, kalender bir kitapçıydı. “Al ya İsmail, deftere yazarız, paran oldukça ödersin” dedi. Aldım, ama benim okul bittikten sonra alacağım maaşın beş misli paraydı o. Ara sıra açar severdim onu. Böyle şeyler yaşadım. Bir tutku bu.
Melamiliğe ait Miratü’l-Işk’ı neşrettim. İki bin tane basıldı on beş sene önce. Hala Türk Tarih Kurumu’nda yarısı duruyordur. Türkiye’de ilim erbabı böyle işte. O kitabı yanında üç yazmayla beraber aldığımda Marmara’da deniz kenarında iki dönüm arazi alınıyordu. Bazı arkadaşlar o sıralar arsa almışlardı. Ben bu kitabı almıştım. Ama dünyada tek nüsha idi. İsmi bilindiği halde kendisi yoktu. Ben alınca işte meydana çıktı ve neşrettim. Değdi mi paraya, değdi. Sonra öğrendim, arsa alan arkadaşların arazilerine imar yasağı gelmiş. Bizim en azından kitap çıktı. İşte kendimizi tatmin ediyoruz.
Siz tabii İSAM Kütüphanesinin gerek kuruluşunda gerek bugüne gelişinde çok önemli role sahipsiniz. Bu noktada araştırmacılar size ne kadar teşekkür etse azdır. İSAM şu an ilahiyat ve diyanet camiasının en zengin kültür ve araştırma kaynağı. Sürecin başından itibaren ilahiyatçıların okuma ve araştırma durumlarına dair gözlemleriniz, tespitleriniz oldu mu? Dergimiz aracılığı ile tavsiyelerinizi ehline ulaştırmak isteriz hocam.
Spesifik olarak bir şeyleri bilemem, ama genel gördüğüm bazı hususlar var. İlahiyat fakültesi talebesi bizim talebeye göre daha motivasyonlu. Bir şeyler olmak, öğrenmek istiyor. Fakat problem; hocaların talebeye vakit ayırmaması ve yönlendirmemesi. O kısmı çok zayıf. Bu da geçiş dönemi yani yüksek İslam enstitülerinden ilahiyata geçiş dönemi ile alakalı. Bu yeni kurulanlarda iki yardımcı doçent ve bir doçent ile fakülte kuruluyor. Adam kurduktan üç sene sonra doktora faaliyetine başlıyor. Adamın başında on tane yüksek lisans, dört tane doktora var. Çocuklar telef oluyor. Gayret etseniz %10-15’i çok iyi âlim olur. Bizim öğrenciler daha dalgacı ve mesleğe yönelik. Gireyim de meslek edineyim derdinde. Yol gösterirseniz olur. Ama senin on tane yüksek lisans, beş tane doktora öğrencin olursa nasıl olacak?
Benim tüm meslek hayatım boyunca yaptırdığım doktora sayısı 6-7’dir. Bir doktora zaten bayağı vakit alıyordu. Biz tezi iki kere, üç kere okuyorduk. Her defasında şunu da yap, bunu da yap falan. Millet illallah ediyordu. Şimdilerde bakıyorsun, adamın hocası tezi okumamış. Böyle olur mu ya? Bir hoca beş yıl içinde en fazla iki ya da üç doktora yönetebilir. Ancak buna vakti yeter. Dört-beş tane de yüksek lisans. Çalışacaksa tabii.
İngiltere’deki hocalar serbestti. Çalışanla, zorlayanla çalışırlardı. Ben zorlardım. Haftada en az bir kere görüşür, çalışırdık. Bazen öğrencileri hiç uğramazlardı. Öğrencileri belli bir standarda oturttuğunda, tamam derdi onlara da. Ben hazırladığımı verirdim. Hoca eve götürür okurdu. Sonra tartışırdık. Bazen vermezdim. İsmail, ödevimi vermedin derdi. Hocayla okurduk tezi ve her satırına müdahale ederdi. Alırdı önüne, kalemle paragrafı baştan başa çizerdi. Sonra oturup kendisi yazardı. Derdi ki böyle yapacaksın. Şimdi Oxford’da Silyadiye bir hoca var. Okumuş tezimizi, İngilizceniz çok iyi diyor. Ee öyledir tabii dedim, benim İngilizcem değil o. (Gülüyor.) Çoğu yerine müdahale etti adam. Öğretecek ya işte. Bir bölümü ben yazdım. Hoca göremedi. İngilizcesi iyi arkadaşlara okuttum. On sayfa kadar bir yer. Andreas Tietze diye bir şarkiyatçı var. İstedi tezi verdim. Boğaziçi’ndeydi, ben de oradaydım o zamanlar. Okumuş, yalnız benim o bölüm için bazı problemler var demişti. Hemen belli oldu. Hocanın müdahalesi yok. Orada benim doktoram hocamın namusudur. Öyledir yani. Talebesini de yedirmez. Dışarıdan imtihancı gelirdi. Kıyasıya bir mücadele olurdu. Hoca beğenmezse adamı gönderirdi. Çünkü hoca tek başına imtihan yapmadan doktora verebilirdi talebeye. Öyle bir yetkisi vardı. Haliyle o yetkiyi de ona göre kullanıyordu.
Hocam zahmet verdik, vaktinizi aldık. Çok teşekkür ediyoruz
Ben teşekkür ederim, sağ olun var olun.
Prof. İsmail Erünsal hocanın bazı kitapları
- Orta Çağ İslam Dünyasında Kitap ve Kütüphane, Timaş Yayınları
- Osmanlı Kültür Tarihinin Bilinmeyenleri, Timaş Yayınları
- Osmanlılarda Kütüphane ve Kütüphanecilik, Timaş Yayınları
- Osmanlılarda Sahaflar ve Sahaflık, Timaş Yayınları
- Edebiyat Tarihi Yazıları Arşiv Kayıtları, Yazma Eserler ve Kayıp Metinler, Dergâh Yayınları
- Siirt Medreselerinde Reform Arayışları - 12 Eylül 2020
- Şeyh Bedreddin Medresesi - 12 Eylül 2020
- Üsame er-Rıfâî ile Söyleşi - 12 Eylül 2020