e-Medrese

Siyer Literatürü Nasıl Oluştu?

Nas ve Rivayetler Üzerinden Kelimenin Tahlili

Siyer, sîret kelimesinin çoğuludur. Türkçedeki seyir kelimesine uygun şekilde; gidişat, üzerinde gidilen yol, takip edilen metot gibi anlamlara gelir. Hal, durum, vaziyet anlamlarında da kullanılmıştır. Bir ayet-i kerimede bu anlamda kullanıldığını görüyoruz: قَالَ خُذْهَا وَلَا تَخَفْ سَنُعِيدُهَا سِيرَتَهَا الْأُولَى  “Ey Musa, korkma, al onu! Biz onu ilk haline çevireceğiz.” (Taha 20/21)

Hadisi şeriflerde de bu kelimenin izlenilen yol, bir işte takip edilen metot anlamında kullanıldığını görüyoruz. Buhari’deki bir rivayette Hz. Peygamber, Abdurrahman bin Avf komutasındaki bir seriyeyi Medine’den gönderirken Abdurrahman’a hitaben “Ey İbni Avf, bu sancağı al ve hep birlikte Allah yolunda, Allah’ı inkâr edenlerle savaşın. Fakat asla ihanet edip anlaşmayı bozmayın. Sakın işkence etmeyin. Kadın ve çocukları öldürmeyin. İşte bu Allah’ın emri ve (وسيرة نبيه) peygamberin sîretidir.

Aynı şekilde Ebu Vail, Hz. Ömer’in şahadetinden sonra halifenin seçimiyle görevlendirilen Abdurrahman bin Avf’a “neden Hz. Ali’yi değil de Hz. Osman’ı seçtin” diye sorduğunda “ben Ali’ye Allah’ın kitabı, peygamberin sünneti, Ebubekir ve Ömer’in sîreti ile sana biat ediyorum dediğimde “gücüm yettiği kadar” dedi. Aynı sözleri Osman’a tevcih ettiğimde, Hz. Ali’nin söylediği “gücümün yettiği kadar” kaydını söylemeyince ben de onu seçtim” der. Burada da sîret kelimesi takip edilen metot, yol anlamında kullanılmıştır.

Bir şahsa izafeten söylendiğinde de o kişinin sergüzeşt-i hayatını ifade eder.  Bazı sahabelere izafeten sîret-i Ömer, sîret-i Ebubekir şeklinde kullanılmıştır. Fakat daha sonraları Peygamberimizin vefatının ardından bu kelime onun hayatına mahsus bir anlamda kullanılmaya başlıyor.

İlk siyer yazıcılarından Zühri’nin siyer malzemelerini bir araya toplama işine girişme hikâyesini anlatırken kendisinden bunu isteyen Halit bin Abdullah el-Kasri’nin (dönemin Irak ve Mekke valisi) “bana sîreti yaz” diyerek bizzat sîret kelimesini Hz. Peygamberin hayatını kasten kullandığını zikreder. Tıpkı şehir anlamına gelen Medine’nin Yesrib’e kullanılması, Firuzzabadi’nin yazdığı lügata verdiği kamus isminin sözlük anlamında kullanılması gibi, siyer ve sîret kelimelerinin de çok erken dönemden itibaren Hz. Peygamberin hayatına mahsus bir anlamda kullanıldığını görüyoruz. Daha sonraları sîret kelimesinin Hz. Peygamber’in dışındaki şahsiyetlere izafe edilerek hayat hikâyeleri anlamında kullanımı devam etmesine rağmen siyer sadece Rasullah’a has kılınır olmuştur.

Fıkhî Istılah Olarak Siyer

Siyerin kullanıldığı diğer bir yer de fıkıhtır. Fıkıh literatüründe siyer; devletlerarası hukuk anlamına gelir. Devletlerin savaş ve barış dönemlerinde yapması gereken yükümlülükler, Müslüman devletin gayrimüslimlere karşı tutumlarının konu olduğu bölümler siyer olarak adlandırılır. Aslında yukarda Hz. Peygamber ve ilk halifelerin siyer kelimesini kullandıkları yerlere dikkat ederseniz, devletlerarası hukukun siyer diye isimlendirilmesinin anlamı daha net bir şekilde ortaya çıkmış olur. Çünkü ilk siyer malzemelerini Hz. Peygamber’in savaş hukuku alanında söylediği sözler ve verdiği kararlar oluşturur.

İlk defa siyeri oluşturan malzemelerin bir araya getirilmesinde, dönemin idarecilerinin Hz. Peygamberin devletlerarası münasebetlerde izlediği yöntem ve uygulamalara yönelik sordukları sorulara muhaddislerin verdikleri cevapların oluşturması yine siyerin ilk ve aslî anlamdaki kullanımının fıkıh literatüründeki yeri olduğunu gösterir. Hatta ilk yazılı kaynakları da bu cevapların kayıtlı olduğu mektuplar oluşturur. Bu açıdan bakıldığında siyerin bir ilim olarak hadis ve tefsirden ayrılıp müstakil bir hal almasında da bu durum etkili olmuştur.

Çünkü ibadet ve muamelatla ilgili hadisler fıkhı, ahlak hadisleri tasavvufu, inanç düşünce içerikli hadisler akait ilmini oluştururken, uluslararası hukuku tazammun eden rivayetler de siyer ilmini ortaya çıkarmıştır. Bu durumda aslında diğer ilimlerin ortaya çıkışı gibi siyer de hadislerin muhtevalarıyla müstakil bir alan oluşturmuştur. Bu konuya ileride değineceğiz.

Siyeri ilk defa fıkhın bir bölümü anlamında kimin kullandığını tespit etmek çok zor. Fakat İmam-ı Azam’ın büyük talebelerinden İmamı Muhammed’in bu alana dair yazmış olduğu eserin bizzat bu isimle adlandırılması (Siyeru’l-Kebîr) çok erken dönemlerden itibaren siyerin bu anlamda kullanıldığını gösteriyor.

Siyer-Meğâzî İlişkisi

Siyerin müteradifi olarak kullanılan bir diğer kavram meğâzîdir (müfredi meğzâ). Ğazâ kelimesinin mimli mastarı olan kelime, savaş yeri anlamına gelir. Başındaki mimi zait kabul edersek mastar anlamıyla “savaş menkıbeleri” manasındadır. Bundan dolayı ilk dönem siyer kaynakları siyerden ziyade meğâzî ile ifade edilmiştir. Urve bin Zübeyr, Musa bin Ukbe gibi ilk siyer müellifleri eserlerini siyerden ziyade meğâzî diye isimlendirmişlerdir. Siyerin eser ismi olduğu ilk kitap İbni Hişam’ın “Sîretü’n-Nebeviyye”sidir. 

Bazılarına göre meğâzî, siyerin müteradifi değil, onun konu kapsamının bir kısmına tahsis edilmiş özel bir isimlendirmedir. Buna göre meğâzî Peygamberimizin sadece savaşlarını konu ederken, siyer bütün hayatını, hatta nesep ve şeceresini de içine alacak şekilde geniş bir alanı ifade eder. Sonuç olarak; ilk dönemler siyer ilminin malzemesini Hz. Peygamberin savaş hukuku alanındaki söz ve davranışlarını anlatan rivayetler oluşturduğundan ilk siyer kaynakları Hz. Peygamberin savaşlarının anlatımıyla sınırlı kalmış, bundan sebep ilk teliflerde meğâzî ismi kullanılmıştır. Fakat daha sonraları bu alan Hz. Peygamberin bütün hayatına teşmil edilince muhtevaya uygun olarak eserlerin isimleri de siyer şeklinde değişikliğe uğramıştır.

Siyerin Bir İlim Olarak Ortaya Çıkışı

Yukarda kısmen belirttiğimiz gibi, siyerin bir ilim olarak ortaya çıkışı hadis, akait ve tefsirden farklı olmadığı gibi bu ilimlerin oluşum süreçlerinden bağımsız da değildir. İlimler Kuran ve hadislerin muhtevalarına göre teşekkül etmiştir. Siyer Hz. Peygamberden sonraki devlet yöneticilerinin uluslararası alanda uygulamalarının tespiti ve icrası bağlamında ortaya çıkmıştır. Bu yönüyle fıkhın bir alt bölümünü oluşturduğu gibi Hz. Peygamberin hayatının geri kalanını ihtiva etmesi itibarıyla da hadisin bir dalını oluşturur. Fakat siyerde farklı olarak gözlemlediğimiz bir şey daha var; siyer konusu itibarıyla bir hayat hikâyesi olduğundan dolayı Araplarda asırlardan beri süregelen geçmiş kavimlerin kıssalarının anlatımı geleneğinin de sürdürüldüğü yeni bir mecra olmuştur. 

Eyyâmü’l-Arab Geleneğinin Siyere Etkisi

Araplarda “Eyyâmü’l-Arab / Arapların Tarihî Günleri” diye ifade edilen bir kültür vardı. Uzun gecelerde bölükler halinde bir araya gelir, içlerinde belağat ve talâkatı iyi olan kişiler çoğu zaman şiir şeklinde geçmişlerin hikâyelerini anlatır, yaşanmış tarihi hadiseleri destanlaştırır, tarihte temeyyüz etmiş bazı simaları en mübalağalı ifadelerle yüceltirlerdi. Bu meclislerde kendi kabilelerinin üstünlüklerinden bahsederler, kabilenin önemli şahısları hakkında methiyeler dizerler, düşman kabileyle ilgili hicivler yaparlardı. Hatta bir defasında Hz. Peygamber birinin etrafında insanları toplayarak nesepler hakkında konuştuğuna şahit olunca, dünya ve ahiretinize fayda vermeyecek işlerle uğraşmayın, diyerek uyarmıştır.

Arap kabilelerinden Beni Sehm ve Beni Abdumenaf’ın nesep konusunda bir birbirleriyle çekişerek işi ölüleri saymaya kadar vardırmalarının ardından Tekâsür suresinin indiği bilinir. Yine Mekkeli müşrik bir entelektüel olan Nadr bin Haris’in etrafına büyük cemaatler toplayarak kavim kıssaları, nesep hikâyeleriyle alakalı destansı konuşmalar yapıp, bunlarla Kuran’a nazire yaptığına dair rivayetler mevcuttur.

Özetle Araplarda yaygın bir gelenek olan “Eyyâmü’l-Arab” kültürü İslam’dan sonra da içeriği değiştirilerek varlığını sürdürmüş ve siyer ilminin önemli bir kaynağını işte bu geleneğin oluşturduğu söylenmiştir. Fakat bazı âlimler siyerin böyle bir geleneğin devamı olduğu iddiasına şiddetle karşı çıkmış, bunun siyerin kaynaklarını itibarsızlaştıracağını söylemişlerdir. Yine de oluşum sürecine baktığımızda, hem uluslararası ilişkilerde Peygamberimizin söz ve uygulamalarının hem de bu “Eyyâmü’l-Arab” denilen kültürün siyeri oluşturan önemli iki tarafı olduğunu görüyoruz.

Mekkî Sürece İlişkin Rivayetlerde Mevsukiyet Sorunu

Aslında siyer bu iki kaynağın birleşiminden teşekkül etmiştir. İlk olarak savaş ve seriyyelerde Peygamberimizin gözettiği ahkâm ve ahlaka dair prensipler, Müslüman toplumun dışında kalanlarla yürüttüğü ilişkilerde izlediği metot, kabilelerle yaptığı anlaşmalarda önemsediği ve öncelediği konuların tesbit edilmesinden ibaretken; sonraları Hz. Peygamberin gazve ve savaşlarının dışında kalan hayatını da içine alacak şekilde genişletilmiştir. Bu ikinci kısım dâhil edilince, mecburen devreye senetle sabit olmayan rivayetlerin kullanılması girmiştir. Çünkü özellikle Mekke hayatına dair elimizde mevsuk çok fazla malzeme olmadığından senet kriterleri çok fazla gözetilmeden dilden dile aktarıla gelen anlatılar siyerin içine dâhil edildi.

Siyerin konusunun kapsamı peygamberlik öncesini, hatta Hz. Peygamberimizin Hz. İbrahim’den itibaren nesebini de içine alacak şekilde genişleyince, burada kullanılan rivayetler tamamen Eyyâmü’l-Arab tarzı kaynaklardan elde edildi. Siyer rivayetlerinin kaynak değeri konu dışı olduğu için burada daha fazla üstünde durmadan geçiyoruz. Fakat bu konuda Şaban Öz’ün tespitini de aktarmakta fayda var. Öz şöyle diyor: “Siyerciler; Hz. Peygamber öncesi olaylarda kıssacı, Hz. Peygamberin hayatının aktarımında tarihçi, yaşadıkları dönemde ise gazetecilik yapmışlardır.” Şu da bir gerçek ki elimizde peygamberlik öncesi döneme ait Eyyâmü’l-Arab kültürü dışında başka bir kaynak olmadığı için tarihçinin o dönemle ilgili kıssacı olmaktan başka pek bir şansı kalmamıştır.

Siyer-Hadis İlişkisi

Siyer ve hadis aslında iki farklı ilim dalı değildir. Siyer hadislerin sebep-sonuç içerisinde bir kurguyla nakledilmiş halidir. Bazı yerlerde hadisin sebeb-i vurûdunu bazı yerlerde ise serd edilen sözün sonucunu açıklar. Bununla birlikte siyer veya sîret sünnetten daha kapsamlıdır. Hadisler Hz. Peygamberimizin hayatından çıkarılmış fotoğraf kareleri ise siyer bu fotoğrafların öncesi ve sonrasını, çekildiği ortamı ve şartları bize gösterir. Bir video nasıl fotoğraf karelerinden oluşuyorsa, siyer de hadislerin yan yana getirilip bir örgü içerisinde sunulmasından meydana gelir. Siyerin hadisten ayrı müstakil bir varlığından söz edilemez. Özellikle zamanının büyük bir bölümünü siyer rivayetlerinin toplanmasına ayıran âlimler varsa da ilk dönem siyercilerinin neredeyse tamamı hadisle iştiğal eden kişilerdir.

Hadisle siyerin nasıl bir tadahül içinde olduğunu göstermesi için Buharî’nin de sahih külliyatına aldığı meşhur bir hadis-i şerifi örnek verebiliriz. Rasulullah buyuruyor ki; “bir mümin aynı delikten iki kere ısırılmaz.” Aynı hadisi şerif siyer kaynaklarında şu şekilde aktarılır: Bedir Savaşı’nda esir alınan müşriklerden biri Ebu Azze idi. Bu şahıs Peygamberimize “Ey Muhammed, benim beş kızım var. Beni bağışla! Eğer beni affedersen, bir daha senin karşına çıkıp savaşmam” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz bu adamı serbest bıraktı. Daha sonra Kureyş, Bedir’in intikamını almak için hazırlıklara başlayınca Safvan bin Ümeyye, Ebu Azze’ye gelerek onu savaşa davet etti. Fakat Ebu Azze “ben Muhammed’e söz verdim” deyince Safvan “eğer ölürsen, bütün kızlarını kendi kızlarıma eşit tutacağım. Yok, eğer hayatta kalırsan ölene kadar tüketemeyeceğin kadar sana mal veririm” diyerek Ebu Azze’yi ikna etti.

Bunun üzerine söz konusu şahıs Uhud Savaşı’na da katıldı ve tekrar esir edildi. Uhud’da müşriklerden alınan tek esir oydu. Rasulullah’ın huzuruna getirdiklerinde Bedir esareti sırasında söylediği şeyleri tekrar edince, Rasulullah Efendimiz “sana, ben Muhammed’i iki kere kandırdım dedirtmem. Bir mümin aynı delikten iki kere ısırmaz” buyurarak öldürülmesini emretti. Misalde görüldüğü gibi, siyer bir hadisin varit olduğu ortam ve şartları belli olay örgüsü içinde hikâye eder. Burada şunu da hemen ifade etmek gerekir ki siyer rivayetlerinde hadislerdeki gibi ince eleyip sık dokunan bir cerh ve tadil metodu izlenmemiştir. Hadislerde izlenen yönteme göre rivayetlere daha mütesahil ve müsamahakâr yaklaşılmıştır.

Siyer-Kuran-Tefsir İlişkisi

Malum olduğu üzere, en sağlam siyer kaynağı Kuran-ı Kerim’dir. Kuran ayetleri, özellikle Medenî ayetler olgusaldır; bir hadise akabinde nazil olmuştur. Ayetin ilk muhatapları, aktörü oldukları bir hadiseyi açıklayan veya o olay üzerinden kendilerine vaaz eden ayetler indiğinde Kuran’da zikredilmeyen kısımları bilen kişilerdi. Dolayısıyla onlarda ayetleri anlama gibi bir problem zuhur etmedi. Daha sonraları, özellikle söz konusu ayetlerin anlaşılması zorlaşınca, indikleri ortamı ve indikten sonraki durumu anlatan/açıklayan rivayetlerle bu ayetlerin tefsir edilme ihtiyacı doğdu. İşte birçoğu sahabenin anlatımıyla nakledilmiş bu rivayetler, ayetleri tefsir ederken bir taraftan da bir kurgu içerisinde siyer kitaplarında zikredilir.

Misal olarak, tefsirlerde zikredilen bir sebeb-i nüzul rivayeti, siyer kitaplarında bir kurgu içerisinde zikredilir. Buna karşılık siyer kitaplarında kurgu içinde zikredilen bir rivayet, tefsir kitaplarında bir ayetin sebeb-i nüzulü olarak geçebilir. Böylelikle şunu söyleyebiliriz ki hadis, tefsir ve siyer aslında aynı şeyin üç yüzüdür. Bunları keskin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Dolayısıyla siyerin oluşum süreci bu iki ilmin oluşum sürecinden farkı değildir.

Sahabenin Siyer Müktesebatını Derlemedeki Rolü

Hz. Peygamber henüz hayattayken sahabenin onun risâlet vazifesi dışında şahsi hayatına da çok ilgi gösterdiği bilinen bir gerçektir. Sahabe, Müslüman olduktan sonra İslam’ın geçirdiği bütün evreleri bilfiil yaşayarak hemen her aşamasında bulunmaya gayret göstermiş, tabir yerindeyse İslam’ı dolu dolu yaşamıştır. Bu tespiti sahabenin büyük bir bölümü için doğru olduğu ehlince malumdur. Hz. Peygambere “Ya Rasulellah, bize biraz kendinizden bahsedin” denildiğini ve Rasulullah’ın da “ben ceddim İbrahim’in duasıyım” sözleriyle başlayarak kendinden bahsettiği rivayetler mevcuttur. Ayrıca Taif’i anlattığı zaman geçmişte Allah’ın kendilerine ihsan etmiş olduğu nimetleri, yaşanmış bir hadise üzerinden aralarında hikâye ettikleri de rivayet edilir. Hatta Ensar’dan bazılarının İslam’ın Mekke’deki serüvenini kendisinden dinlemek için para teklif ettiği sahabeler de vardır. Hz. Peygamberin Mekke’de neler yaptığını, İslam’ın ilk nasıl başladığını öğrenmek için muhacir sahabelere sorular soruyorlardı. Bunlardan bir tanesi Hz. Nesibe’dir.

Özet olarak, daha Peygamberimiz hayattayken siyere konu olacak mevzular sahabe arasında dilden dile dolaşıyordu. Hz. Peygamberin hayatının son dönemlerine şahit olmuş birçoğu çocuk sahabeler, geçmişe ait hadiseleri şahitlerinden sorup öğreniyor ve bir kısmı da bunları yazılı olarak kayıt altına alıyordu. Hz. Peygamber döneminde yazılı olarak sahabe aracılığıyla sonraki nesle Kuran dışında intikal ettirilen bir belge, bilgi yoktu. Çünkü Rasulullah Kuran ile karışma korkusuyla hadislerin yazıya geçirilmesine müsaade etmemişti. Fakat bizzat yazmasına müsaade edip de hadisleri kayda geçirip sonrakilere varaklar halinde intikal ettirmiş sahabeler az da olsa mevcuttu. Sayıları son derece sınırlı bu sahabiler çok az sayıda yazılı kaynak oluşturmuşlardır ki bu çok istisnai bir durumu ifade eder. Yalnız hemen şu noktayı izah edelim: Bu durum Hz. Peygamber hayattayken böyleydi. Hz. Peygamberin vefatından sonra vahiy kesilip Kuran’la karışma korkusu izale olunca, hadisleri kayda alma işi yaygın faaliyet halini aldı.  

Risâlet ve Sahabe Devrinde Tutulan Kayıtlar

Resulullah’ın vefatından sonra kayda alma işi istisnai olmaktan çıktı. Şu da var ki Hudeybiye Anlaşması, İslam’a davet mektupları, bazı kabilelerle yapılan yazılı anlaşmalar, Hz. Peygamber daha hayattayken yazılı olarak mevcuttu.  Bu anlaşma metinlerinin Peygamberin vefatından sonra Hz. Ali’ye intikal ettiği söylenir. İşin bu kısmı çok mühim. Çünkü Hz. Ali’nin elinde bulunan bu belgeler İslam’ın ilk siyer kaynağını oluşturur. Yukarda belirttiğimiz gibi siyer ilmi ilk dönemler hadisin bünyesinde ilerliyordu. Hatta siyeri hadisten ayıran çok net çizgilerden de bahsetmemiz mümkün değil. Dolayısıyla ilk yazılı siyer kaynakları aslında ilk yazılı hadis kaynakları içindeki siyere konu olacak rivayetlerdir. Abdullah bin Amr bin As’a nispet edilen es-Sahîfetü’s-Sadıka ilk yazılı kaynak olma özelliğini taşır. Bu risaledeki siyer rivayetleri aynı kabilden sayılmalıdır.

Sahabe içinde Bera bin Azib gibi özellikle siyer rivayetlerinin nakliyle temeyyüz etmiş sahabeler olsa da genelde hadisleri bir sonraki nesle intikal ettiren sahabelerin tamamı, aynı zamanda ilk siyerciler olarak kabul edilebilir. Zaten bundan kısa bir zaman sonra hadis ilmine mündemiç olan siyer kendine has bir alan oluşturarak hadis ilminden ayrı olarak varlığını sürdürdü. Siyer rivayetleriyle daha fazla meşgul olan kişiler ehl-i siyer olarak anılmaya başladı.

Burada istitradi olarak şunu da eklemek gerek: Araplarda yazılı iletişim yaygın değildi. Şifahî kültürün hâkim olduğu bir toplum yapısına sahiplerdi. Bilgi şefevî bir yolla bir sonraki nesle intikal ettirildiğinden, yazılı kaynakların az olması rivayetlerin sıhhatine gölge düşürmez. Evet, dilden dile aktarımın bazı zaaflarla malül olduğu doğrudur. Fakat şifahî kültürde bilginin intikali hem daha kolay hem daha yoğundur. Sahabe dönemi yazılı siyer kaynakları içinde en önemlisi, İbni Abbas’ın sahabeden toplayıp kayda aldığı siyer rivayetlerdir. Kölesi ve talebesi Kureyb vasıtasıyla bu bilgiler daha sonraki siyerciler tarafından kitaplara geçirilmiştir.

Tabiîn Dönemi Siyer Çalışmaları

Sahabeden sonraki tabiîn neslinde siyerin hadisten ayrı bir yol izlediğini daha açık bir vaziyette görüyoruz. Bu dönemde gerçekleşen fetihler Müslümanların gayri Müslim toplumlar ile münasebetinin ahkâmının nasıl olması gerektiği arayışının siyeri ortaya çıkaran en önemli saik olduğunu belirtmiştik. Buna ilaveten bu dönemde Hz. Osman’ın şehadeti başta olmak üzere bir dizi iç siyasi kargaşa, Hz. Peygamberi referans gösterme ihtiyacını doğurmuş, bu da siyere olan ilgiyi artırmıştır. Yine anlaşılmaları nüzul ortamının bilinmesine bağlı olan ayetlerin tefsirinde sahabenin bilgisine müracaat edilme ihtiyacı duyulmuş, özellikle Bedir, Uhud gibi savaşların anlatıldığı ayetlerin arka planını anlatan rivayetler tabiîn döneminde ilk siyer malzemesini oluşturmuştur. Özellikle İbni Abbas’ın ilmi çalışmalarında Kuran’ın tefsiri gibi bir amacın etkili olduğu maruftur. Bu ve benzeri birçok sebep tabiîn döneminde siyer çalışmalarının artmasına sebep olmuştur. Hatta bu döneme şahit olan Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin “biz Peygamberin meğâzîsini Kuran’dan bir sure öğrenir gibi öğrenirdik” demiştir.

Tabiîn döneminde siyer rivayetleriyle en fazla şöhret bulmuş kişi Hz. Aişe’nin yeğeni Urve bin Zübeyr’dir. Yeğeni olması hasebiyle teyzesinin yanına sıkça girebilen Urve, ondan birçok bilgi edinme fırsatı bulmuştur. Hz. Aişe dışında başka sahabelerden de edindiği rivayetler yazılı olarak oğlu Hişam bin Urve vasıtasıyla ilk siyer kaynaklarına girmiştir. Fakat Urve’den nakledilen yazılı haldeki siyer malzemesini, dönemin Emevî halifesi Abdülmelik bin Mervan’ın sorularına verdiği cevaplar oluşturur. Bu mektupların ciddi bir yekûn tuttuğu söylenir. Hatta Vakidî, Urve’nin el-Meğâzî adında bir siyer kitabının var olduğunu ve bunun ilk siyer telifi olduğunu söyler. Ne var ki günümüze kadar gelmiş Urve’ye ait bir siyer kitabı mevcut değildir. 

Tabiîn döneminin ikinci önemli siyercisi Hz. Osman’ın oğlu Eban bin Osman’dır. Aslında Eban bin Osman’ın siyerci olduğunu söylemek doğru değildir. Abdülmelik bin Mervan döneminde Medine valiliği yaparken halifenin oğluna Medine’yi gezdirip İslam tarihindeki savaşlarla alakalı ayrıntılı bilgi verince, veliahtın dikkatini çekmiş ve kendisinden bu bilgileri yazmasını istemiştir. Bunun üzerinde Eban “güvendiğim kimselerden aldığım, yazılı halde böyle bir eser bende var” deyince, veliaht bir kopyasını vermesi için kendisine boş varaklar teslim etmiştir. Eban’ın bu bilgileri kim ya da kimlerden yazdığını bilmiyoruz. Fakat onun ilk dönem siyercilerinden sayılmasını sağlayan bu hadise onun aslında siyerle ilgilenen biri olmaktan çok siyasi görevi gereği siyerle iştigal eden kişilerden bazı bilgiler elde etmiş olduğunu gösteriyor.

Yine bu dönemin siyercilerinden sayılan Şüreyh bin Saad’ın elinde Bedir’e katılan, Uhud’da şehit olan vs. gibi listelerin olduğu ve bu yazılı varakların sonraki siyercilere ulaştığı söylenir. Aynı şekilde İbni İshak’ın hocası Asım bin Ömer el-Katâde’nin uzun yıllar Medine’de siyer dersleri verdiği ve Medine’ye dair siyer bilgilerinde önemli bir kaynak olduğu bilinir. Ebubekir bin Hazm da özellikle vesikalar konusunda temeyyüz etmiş, yine bu dönemin önemli siyercileri arasında zikredilir. 

Müstakil Telif Dönemi: İmam Zührî ve Etkisi

Halife Ömer bin Abdülaziz’in emriyle hadisleri yazmakla görevlendiren İbni Şihab ez-Zührî, yukarıda isimleri zikredilenler dışında birçok tabiîn ulemasından yazılı olarak topladığı rivayetleri bir araya getirmiş ve İslam tarihinin ilk müstakil siyer eserini telif etmiştir. Zührî’nin bu eseri günümüze ulaşmasa da özellikle talebelerinden Musa bin Ukbe’nin eseri vasıtasıyla bugün elimizdeki siyer kaynaklarının büyük bir bölümünü Zührî’nin topladığı bu rivayetler oluşturur.

Zührî’nin büyük talebelerinden Musa bin Ukbe, ondan aldığı siyer bilgisi dışında çeşitli siyercilerden edindiği bilgi ve belgeleri bir araya getirerek siyer yazıcılığına son halini vermiştir. Özellikle Musa bin Ukbe’nin siyer telifinin emsallerine nazaran daha sahih rivayetlerden oluştuğu söylenir. Musa bin Ukbe’nin diğer siyercilere göre siyasi iradeden daha bağımsız olduğu, bundan dolayı kitabının diğer siyer yazıcılarından farklı bilgiler ihtiva ettiği bilinir. Bu kıymetli eserde elimize ulaşmamış, fakat kendisinden sonra yazılan kitaplarda, özellikle Taberî’nin tarihinde kendisinden bolca nakiller yapılmış, bu yolla bu eserdeki siyer bilgileri bizlere ulaşmıştır.

Malumâtı literatüre kavuşturanlar: İbni İshak ve İbni Hişam

Bu dönemin en kâmil ve en câmi siyer kitabı İbni İshak’a aittir. Kitabın telif hikâyesini şöyle anlatır: Kendisi bir gün Bağdat’ta Abbasî halifesi Mansur’un yanına girer. Halifeyle birlikte oğlu Mehdi vardır. Mansur; “Ey İbni İshak, tanıyor musun bunu?” diye sorunca “evet, bu müminlerinin emirinin oğludur” der. Daha sonra halife “git, Allah’ın Hz. Âdem’i yaratmasından bu güne kadarki bütün tarihi anlatacak bir kitap yaz” diye emreder. İbni İshak kitabı yazıp getirdiğinde “bu çok uzun, biraz kısalt” deyince İbni İshak kitabı ihtisar eder. 

İbni İshak, kendisinden önce yazılmış neredeyse bütün kaynaklardan beslenerek, yaratılıştan yaşadığı güne kadar çok geniş bir malumatla bu eşsiz eseri meydana getirmiştir. Maalesef bu eser de kâmil vaziyette elimize ulaşmış değildir. Kitap iki senetle günümüze ulaşmıştır. Biri talebesi Yunus bin Bükeyr rivayetidir ki bunu bizzat kendisi yazdırmıştır. Diğeri İbni Hişam yoluyla bugün elimizdeki meşhur siyer metnidir. İlki eksik bir halde Muhammet Hamidullah tarafından tahkikle neşredilmiştir. İbni Hişam rivayeti ise tam metin olarak mevcuttur. Fakat İbni Hişam bunu müellifin talebelerinden Bekkaî vasıtasıyla elde etmiş ve eser üzerinde bazı tasarrufâtta bulunmuştur.

Bugün elimizde İbni Hişam olarak bildiğimiz eserin aslını İbni İshak’ın siyeri oluşturur. Aslında eser üzerinde eklemeler yapmaktan daha çok, çıkarmalar ve kısaltmalar yaptığından dolayı bu tasarrufları kitabın orijinalliğini bozmamıştır. Bundan dolayı bu eser İbni Hişam ismiyle anılsa da İbni İshak’ın eseri olarak kabul görenler de vardır. İbni Hallikân “İbni Hişam diye maruf olan bu eser İbni İshak’ın muhtasar ve tehzip edilmiş meşhur siyeridir” demiştir.

Cerh ve Tadildeki Müsamahakârlık İthamının Sürece Olumsuz Etkisi

Yeri gelmişken şu hususu söylemeden geçmeyelim: İbni İshak yaşadığı dönemde en ağır itham ve eleştirilere maruz kalmış, hatta yaşadığı dönemdeki hadisçilerle arasında geçen bu derin tartışmalar İbni İshak’ın Medine’den çıkarılmasına kadar varmıştır. Medine’den çıkarılmasında, özellikle vali üzerinde büyük tesiri bulunan İmam Malik’in etkili olduğu söylenir. En fazla eleştiriye uğradığı husus, rivayetlerde tedlis yapması ve rivayetleri birleştirerek metni nakletmesidir. Hadisçiler kendi muvacehelerinden bakarak onun siyer rivayetlerine uyguladığı yöntemi çok ağır biçimde eleştirmiş, hatta onu hurafeci kıssacılarla bir tutan ithamlarda bulunmuşlardır.

Hâlbuki siyer konusunda cerh ve tadil kriterlerinin hadislerdeki gibi uygulanmadığı, siyer rivayetlerinde daha mütesâhil olunması gerektiği hem o dönemde hem sonraki dönemlerde kabul edilir bir hakikat olmuştur. Çünkü siyerde nakledilen bir hadiseden eğer amelî hüküm çıkarılacaksa fıkhın, itikadî bir yansıması varsa akaidin konusuna girer ve o ilmin kendi iç disiplini içinde değerlendirilerek kabul ya da reddedilir. Siyer rivayetini bir hüküm bildirmediği halde hadis kriterlerine tabi tutmak çok kabul gören bir yöntem değildir. İbni İshak’ın başına gelenler maalesef siyer ilminin daha fazla gelişmesine engel olmuş ve dönemin ulemasında siyere olan temayülü olumsuz yönde etkilemiştir.

Vakidî ile Teliflerin Son Bulup Nakil Döneminin Başlaması

İbni İshak’tan sonra siyer ilmine en büyük hizmeti yapmış kişi Vakidî’dir. Eseri sadece Medine dönemini ihtiva eder. Vakidî, İbni İshak’tan intihaller yapmakla suçlanmıştır. İbni İshak’a göre daha mürettep bir görünüm arz eden eseri, kendinden önceki siyerlerden farklı olarak zikrettiği rivayetler arasında tercihte bulunma gerekçelerini açıklar.

Vakidî’yle birlikte telif dönemi son bulur. Bundan sonra siyer çalışmalarında gelişmeden ziyade nakil dönemi başlamıştır. Bu nakil döneminin eserlerini klasik nakil ve karşılaştırmalı nakil kitapları şeklinde iki kısımda mütalaa edebiliriz. Yukarıda İbni İshak’ın eserinden bahsederken konu ettiğimiz İbni Hişam’ın eseri, klasik nakil kitaplarının en meşhurudur. Karşılaştırmalı nakil eserlerinin başında Vakidî’nin talebesi ve aynı zamanda kâtibi olan İbni Sa’d gelir. Aslında bir tabakât olan kitabının başında siyere hayli geniş yer ayırdığı için İbni Sa’d’ın eseri siyer musannefâtı içinde sayılır. Önceki siyer kitaplarından farklı olarak ilk defa konu başlığı kullandığı gibi Peygamberin şahsî hayatı ve şemâili gibi konular da ekleyerek kitabını zenginleştirmiştir.

Tabakât tarzında yazılmış ve karşılaştırmalı nakil kısmında mütalaa edeceğimiz diğer eser Belazurî’nin kitabıdır. Özünde bir belde ve şehirler ansiklopedisi olan eser, tıpkı İbni Sa’d gibi siyere çok fazla yer ayırdığı için siyer kaynakları arasında zikredilir.

Daha sonraki süreçte Taberî’nin Tarîhu’t-Taberî’si, İbni Esîr’in el-Kâmil fi’t-Tarîh’i, İbni Kesir’in el-Bidâye’si gibi eserler kaleme alınır. Çok yönlü bu âlimler, kendilerinden önce yazılmış bütün eserlerden beslenmek dışında hadis, tarih ve tefsir birikimlerinin de yardımıyla zengin bir ilmî miras bırakmışlardır. 

Son Söz Yerine

Siyer ilminin tedvin, telif ve nakil merhalelerinden sonra, süreç halen devam ediyor. Bugün yeni siyer malzemelerinin keşfi gibi bir durum söz konusu değil elbette. Fakat süreç içerisinde birikip gelişen güçlü bir geleneğe ve yazılı kültüre sahibiz. Siyere dair malumat ve malzemeyi sadece siyer kaynaklarında aramamak gerekir. Bizce yapılması gereken, interdisipliner bir anlayışla siyer müktesebâtını sahih bir zemine kavuşturmaktır. Bu şekilde yapılacak özgün çalışmalar için siyer oldukça elverişli bir alan. Yeter ki farklı sahaların sentezine açık olmadan bu alanda gerçekten yeni şeyler söyleyen ilmî eserlerin mümkün olmadığını artık anlamış olalım.

Bu makaleyi okuyanlar için tavsiye yazı: “Türkçe Siyer Çalışmaları”

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

eMedrese bir İlmiye Vakfı projesidir.