e-Medrese

Modern Kur’an Yorumları -1-

09.09.2020

Modernizm

Tarih öznenin özgürleşim sürecidir diyor Hegel. Özne tarih içerisinde kendisini daha fazla gerçekleştirmekte ve daha fazla özgürleşmektedir. Hegel bununla dünya tarihini açıklama iddiasındaydı. Fakat bakıldığında daha çok Batı’nın ortaçağdan bugüne olan serüvenini açıklamaya çalışıyormuş gibi görünüyor. Reform hareketleri, Aydınlanma felsefesi, Fransız İhtilali bunların hepsi Batı’nın aydınlanma, ilerleme ve gelişme yolunda kat ettiği kilometre taşları olarak biliniyor. Yani Batı tarih içerisinde kendini geliştiriyor ve geliştikçe özgürleşiyor. Peki Doğu? Doğu olduğu yerde sayıyor. Doğu durağan. Onu bir ileri taşıyacak dinamiklerden yoksun. Hal böyle olunca gelişimden yoksun Doğu kendini özgürleştiremiyor ve Batı medeniyetinin hegemonyası altında kalmaktan başka çare bulamıyor. Kendi tarihini yaratamıyor. Dolayısıyla Hegel’e göre tarihin dışında bir yerlerde yaşıyor.

Ortaçağ Batı Medeniyeti için tam anlamıyla karanlık bir çağdı. Bilim, siyaset, iktisat ve ticarette dünyanın parlayan güneşi İslam Medeniyetinin yanında sesi pek kısık kalıyordu. Mitlerle ve masallarla bezenip efsaneleşmiş Hristiyanlık, Batı’yı kendi koyu karanlığında boğuyor ve nefes aldırmıyordu. Devlet ve millet kiliseye bağlıydı. Kilise için çalışmalıydı. Aforoz edilen kimse dinden çıkmakla kalmıyor hayattan da soyutlanıyordu. Vatandaş muamelesi görmüyordu. Ticareti de bilimi de sosyal hayatı da din denetliyor ve kota koyuyordu. Kilise olmadan krallık, papa olmadan kral anlam ifade etmiyordu.

İşte öyle bir an geldi ki Batı zincirleri kırma vaktinin geldiğini anladı. Zaten çiftçiye sınırlı üretim hakkı verdiği yetmiyormuş gibi bir de tüccarın ticaret yapmasını engelleyerek ülke iktisadına zarar vermesi de fazlaydı doğrusu. Bir şeyler yapılmalı ve kilise susturulmalıydı. Sürekli özgürlükleri kısıtlayan ve gelişimi engelleyen kilisenin egemenliği son bulmalıydı. Kutsal kitaplar raflara kaldırılmalı ve toplumu gerçekleştirecek, özgürleştirecek başka bir kaynak bulunmalıydı.

Reform Hareketlerinin patlak verdiği dönem işte bu dönemdi. Akıl insanın sahip olduğu en muhteşem yetiydi. Aklın aydınlığının önüne geçecek bir şey yoktu. Hayatın her alnında söz sahibi olabilirdi. Akıldan sudur edecek evrensel kural ve kaideler kutsal kitapların yerini alabilir ve hayatın her alanında işlerlik kazanabilirdi. Tanrıya artık gerek yoktu. Tanrı ölmeliydi.

İşte Batı kilisenin baskıcı rejiminin etkisiyle Tanrıyı öldürdü. Metafiziği ve mistisizmi buruşturup çöpe attı. Gelişti, özgürleşti. Aydınlanma Çağını, Akıl ve İdeoloji Çağını yaşadı. Fransız İhtilalini gördü ve bugüne geldi. Yeni bir hayat, yeni bir yaşam modeli üretti. İçerisinde doğaüstüne yerin olmadığı, kutsal yerine egonun, Tanrı yerine bilimin, kitap yerine teknolojinin olduğu bir yaşam modeli. Marshall Berman’a göre “artık dünyanın her tarafındaki insanların paylaştığı hayati bir deneyim tarzı”[1]yarattı.

Bu deneyim tarzı “modernizm” olarak tanımlanıyor. Modernizm kavramı farklı kimseler tarafından farklı şekillerde tanımlanan bir kavram. Fakat olabildiğine geniş bir şekilde tanımlayacak olursak şunları söyleyebiliriz: “Batı uygarlığının Aydınlanma çağı ile gelen zihinsel dönüşümünün ortaya çıkardığı ideoloji ve yaşam biçimi. Hümanizm, sekülerizm ve demokrasi sacayağı üzerine kurulu; insanı hakikatin tek ölçüsü kılan ve vahye dünya görüşünde fonksiyonel bir yer vermeyen, aklı Tanrıdan ve kutsal prensiplerden bağımsız gören, kurtuluşu dinde değil, bilimde arayan, insan biçimci, insan merkezci dünya görüşü.”[2]

Yine Marshall Berman’a göre modernliğin tarihi evresi kısaca üç aşamada incelenebilir; insanların modern hayatı algılamaya yeni başladıkları, el yordamıyla kendilerine çarpan şeyi anlamlandırmaya çalıştırdıkları ve 16. yüzyılın başlarından 18. yüzyılın sonlarına kadar geçen süreyi kapsayan birinci evre; 1790’ların “devrimci dalgası”sıyla başlayan ve büyük, modern bir kamunun doğduğu ikinci evre; gelişmekte olan modernist dünya kültürünün sanat ve düşünce alanlarında göz alıcı başarılar sağladığı ve modernleşme sürecinin nerdeyse tüm dünyayı kapladığı üçüncü evre.[3]

Modernizm Batı’nın zihinsel dönüşümünün bir ürünüdür. Bugün dünyanın dört bir yanına yayılan ve kitleleri etkileyen, celbeden bu dünya görüşünün ne kadar yeterli olduğu tartışma konusu. Çünkü çok sayıda modernizm eleştirmeni modernitenin insanlığın tüm ihtiyaçlarını karşılamadığını bilakis onun dünyayı bilimsel açıdan maddileştirdiğini ve hatta insan merkezli bir meta haline getirdiğini söylemektedir.[4]

Aklı ve dolaysıyla insanı merkeze oturtan modernizmin hayatın her alanına etki ettiği ve her alanda farklı şekillerde tezahür ettiği aşikâr. İktisatta kapitalizmi, politikada demokrasiyi, sosyal hayatta markacılığı, bilimde deney ve gözlemi modernizmin farklı yüzleri olarak yorumlayabiliriz. Antony Giddens modernliği, dört ana boyutu; sanayicilik, kapitalizm, savaşın sanayileştirilmesi ve toplumsal yaşamın tüm veçhelerinin gözetimi olan tümel bir üretim ve denetim çabası olarak görür ve dolayısıyla güçlü biçimde bütünleşmiş bir modernlik imajı sunar.[5]

Bugün yaşayan ve modernizmden etkilenmemiş medeniyet sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Bir zamanlar her alanda söz sahibi olan bizim medeniyetimiz de modernizm girdabına kapılmış durumda. Hatta belki de dünya üzerinde Batı’yı bu kadar iyi taklit edebilen ve Batı’nın çizdiği yoldan yürüyebilen tek medeniyet biziz. Hal böyle olunca “İslam Modernizmi” diye bir kavram ortaya çıktı. Şimdi bu kavramın doğuş serüvenine bakalım.

İslam ve Modernizm

Modernizm Müslüman ilim adamı ve aydınlarını yaklaşık üç yüz yıldan beri meşgul eden bir kavram. Batı, bilim ve teknolojide yapmış olduğu yeniliklerle parlamaya, kolonyalist zihniyeti ile zenginleşmeye başlayınca başka medeniyetleri de etkilemeye başladı. Gerek iktisadi gerek kültürel kolonyalizmi ile politikası, ahlaki yapısı ve hayat görüşüyle birçok medeniyetin iliklerine işledi. İşlemeye de devam ediyor. Hal böyle olunca Osmanlı, İran, Hint Alt kıtası, Mısır, Kuzey Afrika, Güneydoğu Asya, Kafkaslar ve bunlar gibi İslam bölgelerinde gerek açtıkları okullar gerek uyguladıkları endüstriyel hegemonya ile kültürlerini bu bölgelerin yerel kültürlerine enjekte etmeyi başarmışlardır.

Batı’nın gerisinde olmanın getirdiği altta kalmışlık ve ezilmişlik psikolojisi Müslüman aydınlarını bu soruna çareler üretmeye sevk etti. İslam ülkelerinde askeri, siyasi, ilmi, iktisadi her alanda yenilikler yapılmaya başlandı. III. Selim döneminde farklı ırklardan mühendislerin istihdam edilmesi aynı uygulamanın Mehmet Ali Paşa Mısır’ında olması, Tanzimat, Islahat fermanları ve en önemlisi de dinde reform hareketleri bu yeniliklere örnek olarak verilebilir.

Batı’nın aydınlanma faaliyetlerinin altında yatan temel neden bilindiği üzere din yani kilise. Kilisenin baskıcı ve zorba siyaseti aydınları dinden uzaklaşmaya ve aklı temel alıp insanı tanrılaştırmaya yöneltti. Dolayısıyla aydınlanma faaliyetleri ve modernizm dinden ayrı bir şekilde okunup, incelenemez.  Yazımızın asıl konusu dinde reform hareketleri ile beraber oluşmaya başlayan modern Kuran okumaları ve bu okumaları başlatan ilim adamlarının kısaca hayat serüvenleri.

Bu farklı Kuran okuma stilleri ilk olarak Hint Alt Kıtası’nda ortaya çıktı. 1600’lü yıllarda İngiltere’nin Hindistan’a Doğu Ticaret Şirketini açması bu bölgenin yoğun bir şekilde Batı emperyalizmine maruz kalmasına sebep oldu. Bunun yanında bölgede artan misyonerlik faaliyetleri bölge halkının yeni neslini dejenere olmak gibi bir tehlike ile yüz yüze getirdi. Bölgede açılan yabancı uyruklu okullar kültür kompradorları yetiştirdi.

Tüm bunlar olurken İslam’ın bir şekilde yeniden dirilmesi ve tüm dünyaya hitap etmesi gerekiyordu. Durağanlığından kurtulup tekrardan canlanması ve raftan inip insanları hidayete ve doğruluğa çağırması lazımdı. İslami ilimlere, şerhlere, haşiyelere dalıp Kuran’ı unutan ulemanın tekrardan içtihat kapısını aralayıp Kuran’ı ellerine almaları gerekiyordu. İşte tam bu dönemde Seyyid Ahmet Han, Seyyid Emir Ali, Muhammed Ebu Zeyd, Muhammed Abduh gibi isimler ortaya çıktı ve gelenekten farklı bir metot ve anlayışta Kuran okumalarına başladılar. Bu farklı Kuran okumalarını Klasik ve Çağdaş Modernizm diye ikiye ayırabiliriz. Bu yazıda Klasik Modernizmde Kuran’a yaklaşımları inceleyeceğiz.  

Seyyid Ahmed Han

Hayatı:

1817 yılında Delhi’de doğar hazret. Seyyid Muhammed Müttaki Han’ın oğlu. Aile soyunun Hz. Hüseyin’e nispet edilmesi hasebiyle “seyyid” lakabını alır. İlk tahsilini annesinden görür. Farsça, Arapça, matematik ve geometri çalışır. Bir süre şiir ve edebiyatla meşgul olur. Babasının vefatından sonra Delhi Ceza Mahkemesinde zabit kâtipliği yapmaya başlar. 1841 yılında Manipur’a stajyer hâkim olarak gider, bir yıl sonra Fetihpur Sikriye’ye giden Ahmed Han 1846 yılında tekrar Delhi’ye döner.

1855 yılında yüksek hâkimlik derecesi olan “sadr-ı emin” unvanı ile Dicnor’a tayin olur. Dicnor’daki meşhur “sipahi ayaklanmasında” halka çok yardımları dokunur. 1857’den sonra ise daha üst bir hâkimlik unvanı olan “sadrü’s sadr” unvanı ile Muradabad’ta görevine devam eder.

Seyyid Ahmed Han’ın hayatının bundan sonraki evresi muhtemelen bir dönüm noktası niteliğinde. 1869 yılında iki oğlu ile İngiltere’ye gider. 17 ay gibi bir süre orada kalır. Bu süre içerisinde kendi görevini yerine getirirken aynı zamanda İngiltere üniversite teşkilatını inceler. Bu seyahatin dönüşünde Tehzibü’l Ahlak adlı aylık bir gazete çıkarmaya başlar. Bu gazete ile Müslümanları Batı ve İngiliz hükümetine ısındırmaya çalışır. Ve gelenekten farklı düşüncelerini bu gazetede yayınlamaya başlar. Bu düşüncelerden biri; din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır.

1875’te en büyük eseri sayılan Aligarh’taki Mohammedan Anglo-Oriental Collega’i kurar. 1876’da kurduğu okulla daha fazla ilgilenebilmek için hâkimlikten istifa eder ve Aligarh’a yerleşir. 1877’de kraliyet naibi Lord Lytton yeni kolej binasının temelini atar. 1886 yılında ülke Müslümanlarını eğitim-öğretim ve siyaset alanlarında aydınlatmak için her yıl toplanmak üzere “İslam Eğitim Konferansı”nı başlatır. 1887 yılında İslam Eğitim Konferansında İngiltere’nin aleyhine olan Milli Kongre’yi kınar. Bu kınama ve zaman içersinde İngiltere’ye yapmış olduğu hizmetlerden ötürü “Sir” lakabıyla taltif edilir. 1898 yılında da Aligarh’ta ölür.

Düşünce yapısı:

Seyyid Ahmet Han’nın düşünce yapısı incelendiğinde bu yapıda çok net bir şekilde 19. yüzyıl akılcılık ve tabiat felsefesinin etkileri görülür. İlk olarak Ahmed Han ortaçağ skolastik felsefesinde olduğu gibi Allah’ı “ilk sebep” olarak niteler ve tabiatın sebep-sonuç prensipleri ile yönetildiğini kabul eder. Ona göre inanç sistemleri değerlendirilirken “tabiata uygunluk” kriterine dikkat edilmeli. Bu kritere en fazla uygunluk gösteren din ise akılla uzlaşan, içerisinde akla ters hiçbir kural ve kaide bulunmayan İslam’dır.

Ahmed Han başta da söylediğimiz gibi tabiat felsefesi ve materyalizme yakın bir çizgidedir. Peygamberlere ait mucizeleri ve velilere ait kerametleri kabul etmez. Bunları daha çok tabiata uygun şekilde tevil etme yolunu seçer.

Ahmed Han’ın düşüncesinde bizi en çok ilgilendiren kısım Kuran’dır. Ona göre peygamberlik istidat  meselesidir. Ama bu istidadı Hz. Muhammed’den sonra kimse gösterememiştir ve gösteremeyecektir. Kuran değiştirilemez. O tek başına bir bütündür. Hadisler kitaplara son ravilerin lafızlarıyla girdiği ve muhaddisler tarafından metin tenkidine tabi tutulmadığı için Kuran gibi mevsuk değildir. Hadislere saygı duyulmalı fakat hadisler Peygamberin hayattaki fonksiyonunu ifa edecek kadar güvenilir değildir. Ahmet Han bu görüşüyle hadisin otoritesini kabul etmeyip Kuran’la yetinen telakkiyi kabul etmiş oluyor.

Ona göre âlimlerin görüşleri dinin yerini almış durumda. Bu yüzden bu görüşler bir kenara bırakılıp Kuran ele alınmalı ve içtihat yapılmalı. Ahmed Han’a göre Kuran’da yaklaşık 500 tane dini hüküm bulunmakta. Ve bu hükümler akide-ibadet, sosyal adetler (yeme, içme, diğer muaşeret) diye ikiye ayrılmakta. Fakat o Kuran’ın sosyal adetler ile ilgili koymuş olduğu ahkâmı dinden saymamakta yani geçersiz kılmaktadır.

Bunun yanında İslam’ın siyasi ve hukuki problemlere çözüm bulma dinamizminden yoksun olduğunu iddia ediyor Ahmed Han. Dini siyasetten ayırıyor. Ki zaten tarihin hiçbir devrinde Müslümanlar vahyin ışığında siyaset yapıp devlet kurmamışlardır. Peygamberin ashab ile yaptığı istişareleri ve bazı uygulamaları dikkate almışlardır.

Seyyid Ahmed Han kurduğu okullar ve bu okullarda istihdam ettiği İngiliz hocalar, yeni nesli Batı kültürüne uygun tarzda yetiştirme çabaları ve İngilizler için yapmış olduğu hizmetler sebebiyle bir çok alim ve aydın tarafından sert eleştirilere maruz kalmıştır. Bu eleştirilerin en katılarından birini çağdaşı Afgani ve Abduh yapmıştır. Onlar Ahmed Han’ı İngilizlerin sömürgecilik emellerine hizmet eden bir materyalist ve Hint halkına zarar veren bir Batı sempatizanı olarak tanımlamışlardır.

Seyyid Emir Ali

Hayatı:

1849 yılında Hindistan’ın Orissia eyaletinin Cuttacak şehrinde doğar Emir Ali. Horasanlı şii bir aileye mensuptur. Soyunun Hz. Fatıma’ya nispet edilmesi hasebiyle “seyyid” lakabını alır. Seyyid Saadettin Ali Han’ın dördüncü ve sonuncu çocuğudur. 1856 yılında babasının ölümünden sonra evde annesinin desteğiyle özel ders alır. Urduca, Arapça, Farsça öğrenir. 1867 yılında Kalküta Üniversitesinden mezun olur.

Daha sonra hukuk tahsili için İngiltere’ye gider. Bu sırada oğullarıyla beraber orada bir görev için bulunan Seyyid Ahmed Han ile irtibat kurar. 1873 yılında eğitimini tamamlayan Emir Ali İngiltere’de Baro’ya kabul edilir. Aynı yıl İngiltere’den dönüş yaparak Kalküta’da İslam hukuku dersleri vermeye başlar. 1877 yılında siyasi eğitim vermeyi amaçlayan ve İngiltere’ye bağlılık prensibine dayanan National Mohammedan Association’u kurdu. Bu kurumun toplamda 53 şubesi kuruldu.

1881-1883 yılları arasında Bengal yasama meclisi üyeliği görevini yürütür ve çalışmaları sebebiyle Genel Valilik Meclisine tayin edilir. 1884’te hukuk profesörü olur ve hukuk fakültesi dekanlığına getirilir. 1890 yılında Kalküta Yüksek Mahkemesi baş hâkimi oldu ve emekliliğine yani 1904 yılına kadar bu görevde kaldı. Emekliliğinden sonra İngiltere’ye yerleşti. 1908 yılında Hindistan Müslüman Birliğinin Londra şubesini açtı. 1909 yılında Devlet Danışma Meclisi üyeliğine seçilen ilk Hintli oldu. 3 Ağustos 1928’de Sussex’teki evinde hayata gözlerini yumdu.

Düşünce Yapısı:

Seyyid Emir Ali İslam’da klasik modernizm olarak tanımlanan dönemin önemli aktörlerinden birisidir. Her türlü modern düşünceye açık bir düşünce yapısı vardır. Şii bir aileye mensup olması sebebiyle şiidir. Fakat ehl-i sünnete oldukça ılımlıdır.

İslam’ı tam anlamıyla rasyonel bir din olarak görür. Ve Agust Comte’un pozitivizminin aslında İslam’ı tanımladığını iddia eder. Gelenekten farklı olarak çok evlilik hükmünün kaldırılmasını ister. Maddi anlamda miracı inkâr eder. Miracın rüyada gerçekleştiğini kabul eder. İslam’ın aslında devlet sistemi olarak demokrasiyi getirdiğini iddia eder.

Muhammed Abduh

Hayatı:

İslam modernizminin, İslam’ı çağdaşlaştırma çabalarının ilk olarak görüldüğü yerlerden biri de Mısır’dır. Bu çalışmalar dönemin yargıç ve eğitimci konumundaki Muhammed Abduh tarafından başlatılır. Öyle ki bugün Abduh İslam’ı çağdaşlaştırma çalışmalarının başlatıcısı olarak bilinir.

1849 yılında Mısır’ın Buhayre eyaletine bağlı Mahalletünnasr köyünde doğar Abduh. 1862’de babasının teşvikiyle Tanta’ya ilim okumaya gider. Kısa süre sonra geri döner. Okumak istemediği için 1865 yılında evlenir.

Evlendikten bir süre sonra yine babasının teşvikiyle Tanta’ya ilim tahsili için gitmeye karar verir. Yol üstünde Küneyse kasabasında babasının yakınlarından olan Şeyh Derviş Hızır’la görüşür. Hatıratında belirttiği üzere bu görüşme hayatında bir dönüm noktası teşkil eder. Çünkü hayatının sonuna kadar sönmeyecek olan ilim ateşi ilk olarak o görüşmede kıvılcımlanır.

Tanta’da ilim faaliyetlerine başlar. Daha sonra Kahire’ye giderek Ezher Medresesine kayıt olur. Bu dönemde okuldaki hocalarını yetersiz bulur ve kendi okumalar yapmaya başlar. Aradığı her şeyi onda bulduğunu söylediği Efgani 1871’de Mısır’a gelir ve ondan kelam, felsefe, riyaziye dersleri almaya başlar. Yine onun yönlendirmesi ile sosyal ve siyasal meselelerle uğraşmaya karar verir. 1878’de Ezher’de öğretim üyeliğine başlar. Tevfik Paşa döneminde eğitim faaliyetlerini denetlemek üzere kurulan yüksek meclise üye tayin edilir.

1882’de bazı siyasi gerekçelerle üç yıl sürgün cezasına çarptırılır ve Beyrut’a gönderilir. 1883’te Efgani’nin daveti üzerine Paris’e gider. Onunla beraber “Urvetü’l-Vuska”yı çıkarmaya başlar. 1884’te Tunus’a geçer ve Efgani’den farklı bir yol izlemeye karar verir. Oradan tekrar Beyrut’a döner. Burada daha çok eğitim, kültür, düşünce konularına vurgu yapmaya ve diyalog meselelerine eğilmeye başlar. Sultaniye Medresesini ıslah eder ve orada hocalık yapmaya başlar.

1889’da Mısır’a döner. Siyasi faaliyetlerden el etek çeker. Hükümete karşı yumuşak bir tavır takınır. Yabancı hukuk kitaplarını okumak için Fransızca öğrenir. Yılsonlarında yurt dışına yaptığı gezilerle dilini geliştirir. 1895 yılında Ezher İdare Meclisine üye tayin edilir. 1899’da Mısır müftüsü olur. Birçok ıslahat ve reform çalışmalarında bulunur. Hidiv Abbas’ın Ezher ıslahat programını sekteye uğratan faaliyetlerinden ötürü Ezher idare Meclisi üyeliğinden istifa eder. Aynı yıl hastalanır ve hava değişimi içi gittiği İskenderiye’de vefat eder.

Düşünce Yapısı:

Abduh’un en temel düşüncelerinden birisi; dinin taklit zincirinden kurtarılması ve henüz ihtilafların çıkmadığı dönemde Selef’in anladığı metotla ve ilk kaynaklarından hareketle anlaşılması gerektiğidir. İtikadı asr-ı saadette olduğu gibi saf hale getirmenin yanı sıra akıl ve ilimle ilişkisini güçlendirerek değişen dünya şartlarında dinin rolünü tekrar etkinleştirmeyi amaçlayan Abduh kelam ekolleri arasındaki teolojik ihtilafları ve teorik tartışmalar üzerinde durmayı gereksiz bulur.

Allah’ın zatı yerine mahlûkatı üzerine düşünmenin dinin emrine ve insanlığın ihtiyaçlarına daha uygun olduğunu düşünür. Duyular dışında başka bilgi kaynağının olduğuna inanmayan kişi ve akımları eleştirir. Ona göre dine inanmak sorumluluk gerektirir. Çünkü din kişinin nefsani arzularını ve iradesini kısıtlar. Böyle bir sorumluluğu yüklenmek istemeyen kimse de dinin gerekliliğine inanmaz. Hâlbuki din toplumun büyük bir ihtiyacını karşılamaktadır. Bir başka ifade toplumun dine oldukça fazla ihtiyacı vardır.

Abduh’a göre kader üzerinde tartışmaya gerek yoktur. Ona göre fiiller kesb ve ihtiyar ile gerçekleşir. Bazıları onu bu görüşünden ötürü Neo-Mutezileciğin kurucusu olarak tanımlar.

Ona göre tefsirlerde Kuran’ın ruhuna uymayan yorumlar ve yanlış bilgiler mevcuttur. Vahiy mesajı gramer kaideleri ve müfessirlerin yorumları altında kaybolmuş durumdadır. Ölülere ve hastalara okunan bir kitap haline getirilmiştir. Hâlbuki Kuran halkın ilmi ve ahlaki seviyesini yükseltmek içtimai durumlarını düzeltmek için nüzul olmuştur.

Abduh günün ihtiyaçlarına göre kısmi tefsirlerin yazılması gerektiğini düşünür. O Kuran ve bilim arasını uzlaştırmaya çalışır. Dönemin bilimsel verilerini tefsir yaparken sıklıkla kullanır. Tabiatüstü varlıkları ve olayları akıl süzgecinden geçirir. Örneğin cinleri bir çeşit mikrop olarak anlar. Ebrehe ordusunu yok eden ebabil kuşlarının virüs taşıyan sinekler olduğunu iddia eder. İnsanlığın sadece Hz. Âdem’den değil farklı insan türlerinden türemiş olabileceğini ve Hz. Meryem’in İsa’yı babasız doğurmasını ilahi müjdenin onun üzerinde oluşturduğu psikolojiyle ilişkili olduğunu düşünür.

Müteşabih ayetlerin insanın düşünce alanını genişletmek gayesine matuf oluğunu düşünür ve gaybi konuların tevilinde bir problem görmez. Ona göre tekrardan içtihat kapısının aralanması ve kolektif çalışmalar yapılması gerekmektedir. Tek bir mezhebe bağlı kalmayı tutarlı görmemektedir. Müftülüğü döneminde mezhepler üstü fetvalar verdiği için dönemin uleması tarafından tenkit edilmiştir.

Kendisi Şazeliye tarikatına müntesiptir. Fakat tarikatların cehri zikir, şeyhten el alma gibi ayin ve uygulamalarını tevessül, hulul gibi aykırı düşüncelerini tenkide tabi tutar. Basın yayın sorumlusu olduğu yıllarda İbnü’l Arabi’nin Futuhatü’l-Mekkiyye’sini sadece alanla ilgili kimselerin anlayabileceği düşüncesi ile basımına izin vermemiştir. Filozofların kâinatı anlama ve anlamlandırma çabalarını takdir etmesinin yanı sıra Aristo ve Platon felsefesiyle çok meşgul olmalarını tenkide tabi tutmuştur.

Muhammed Abduh, İslam toplumunu çağdaşlaştıracak ve geleceğe taşıyacak hem iyi din eğitimi almış hem de dönemin bilimsel verileri ile donanmış yeni bir neslin yetişeceğine her zaman inanmıştır.

Kaynakça

[1] Modernleşme Kuramı, Fahrettin Altun, Küre Yayınları, Basım 1, 2005, syf. 11
[2] Klasik Modernizmde Kur’an’a Yaklaşımlar, Ensar Yayınları, Basım 1, 2004, syf. 16
[3] Modernleşme Kuramı, Fahrettin Altun, Küre Yayınları, Basım 1, 2005, syf. 10
[4] Klasik Modernizmde Kur’an’a Yaklaşımlar, Ensar Yayınları, Basım 1, 2004, syf. 22
[5] Modernliğin Eleştirisi, Alain Touraine, Yapı Kredi Yayınları, Baskı 7, syf. 49

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

eMedrese bir İlmiye Vakfı projesidir.