Muhammed Emin Yıldırım Hoca ile Peygamber İklimine Yolculuk
Hocam, kişisel öykünüzden başlayalım. Siyer-i Nebîye olan ilgi ve merakınız nasıl doğdu? Hangi amaçla bu sahayı seçtiniz?
Bismillahirrahmanirrahim.
1973 Erzurum-Horasan doğumluyum. Çocukluğum, gençliğim Erzurum’da geçti. Ortaokul yıllarından itibaren hep medresedeydik. İslami ilimlere biraz daha yoğunlaşalım arzusuyla lise 2’de artık okulu da bıraktık. Medreselerde genelde alet ilimleriyle başlanır. Sarfla, Nahivle uğraşa uğraşa öğrenci de sıkılır bidayette. Allah razı olsun, medresede bir hocam vardı. Alet ilimlerini okurken bıkkınlık geçirdiğimizi ya da zorlandığımızı gördüğü zaman dizlerine vurur, “hadi getirin, biraz Hayatu’s Sahabe okuyalım” der ve aralarda böyle Hayatu’s Sahabe okurdu. O zamanlar bu anlamda çok ciddi bir kitap da yok. Siyer ve sahabe kaynakları çok azdı. Ancak o yıllardan itibaren, bir de bulunduğumuz çevre, çocukluk dönemi, ilçede bizim evimizin konumu özellikle o bölge âlimlerin gidip geldiği, sık sık uğradığı bir ortamdı. Böylece Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hayatının konuşulduğu bir zeminde geçti çocukluğumuz.
Sonra 1989’da İstanbul’a geldim. Sebebi Erzurum’daki hocamın buraya gelmesiydi. Bizim oralarda o yıllarda o kadar medrese imkânı yoktu. Buraya geldiğim yıllarda da İslami ilimlerle, medreseyle uğraşma, medresedeki o süreci tamamlama gayretim devam etti. İstanbul’a geldiğimde Hz. Peygamber’le (s.a.v) ve sahabeyle irtibatımız kopmadı. 1999’da Mısır’a gittim. Önce nereye gidebiliriz, nerde, nasıl zaman tedrisatımızı tamamlayabiliriz diye bir arayışa girdik.
Birkaç ülke denedik ama olmadı. Bir şeyler mani olunca işler olmuyor. Ürdün’e gittim olmadı. En son Filistinli bir arkadaşla Mısır’a gittik. Orada Ezher’de ve Ezher dışında beş yıllık bir süreç yaşadık. O yıllarda ben hala siyer okumalarına devam ediyorum. Bu konuda epey bir müktesebat var biliyorsunuz. Fakat ciddi meselelerden bir türlü haberdar olamıyorsunuz. Fakat ne zaman yoğunlaşıyorsunuz, o vakit bazı şeyleri daha anlıyorsunuz.
Siyer ve Tarih ilmi alanında çok ciddi bir tarihi müktesebatımız var, ancak biz ciddi biçimde bunlardan istifade edemiyoruz. Keşke bir merkez kurabilsek, Siyer üzerine o merkezde var olan müktesebatı toplasak, olanlardan istifade etsek, olmayanları da biz tamamlasak diye bir arzumuz oluştu. 2010 yılında burada, Eyüp Sultan’da bu iş başladı. Tabii merkez olarak kurulunca, biraz daha işe yoğunlaşınca, çok isabetli bir yere Cenabı Hakkın bizi sevk ettiğini fark ettik. Buradaki çalışmalar başlayalı 6 yıl oldu. Uluslararası sempozyumlar, çalıştaylar, birçok faaliyet oldu. Şimdi saymaya kalksak saatler lazım. Ben şimdi geriye dönüp baktığım zaman görüyorum ki biz hala işin başındayız. Çünkü öyle bir derya ki bu Siyer ilminin her ilimle irtibatı var. Şimdiye kadar da bağımsız bir ilim dalı olarak ele alınmadığı için, bir usulü ve metodolojisi yok. Bu kadar ciddi bir müktesebat var, ama o müktesebattan istifade etme noktasında bir usul oluşturulmadığı için de böyle ciddi bir eksik de var bizler açısından.
Derginin bu sayısındaki kısa soruşturma sorumuzu size de yöneltelim: Siyersiz bir Kur’an okuması bizi nereye götürür?
Siyer dediğiniz şey Kur’an ve sünnetin neşet ettiği zemindir. O zeminin üzerine ayetler nazil oluyor ve o ayetleri Efendimiz (s.a.v) peygamberliğinin bir gereği olarak beyan ediyor. Talim görevinin bir gereği olarak bizatihi öğretiyor. Siz o ayakları ve o zemini göz ardı ettiğiniz zaman ayakları yerden kesik, zemine oturmayan, havada kalan ve sadece işin teorisiyle ilgilenen bir metinden bahsetmiş olursunuz. Her ne kadar o metin ilahi bir metin olsa da neticede bir zeminin üzerine oturtmadığınız zaman anlayamıyorsunuz. Peygamber’in (s.a.v) hayatında şöyle bir şey görüyoruz; Alak suresinin ilk beş ayetiyle başlayıp Maide suresinin 3. ayetiyle son bulana kadar, yani İkra ile başlayıp el-Yevme ile biten o vahiy süreci hep Siyerin üzerinde cereyan ediyor. Hiç bir ayet yoktur ki o ayetin Peygamber’le (s.a.v), sahabeyle bir irtibatı olmasın. Bunlara kıssalar da dahil. Niçin? Çünkü o kıssalar bile başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere ilk müminlere bazen ibret olarak, bazen örnek olarak, bazen manevi bir takviye olarak, bazen bir takım şeyleri kendi dünyalarında daha iyi anlayabilmeleri için Cenabı Hak tarafından nazil oluyordu.
Hal böyle olunca Siyer’den kopardığımız zaman Kur’an’ı doğru anlayabilmemiz mümkün değil. İşin içerisinden çıkamayız. Mesela Nur suresinin ilk ayetlerini; yaklaşık 28 ayeti İfk hadisesini bilmediğinizde nasıl anlayacaksınız? Bu İfk hadisesinin Siyer’de bir yeri var, bir aylık bir süreç. Öncesinde Ben-i Mustalik Gazvesi var. Orada bazı olaylar oluyor. Kur’an onların çok azından bahsediyor. O sadece tarihi rivayetleri aktarmıyor bize. Aynı zamanda meselenin özünü de veriyor, ama o öze ulaşabilmeniz için Siyer bilgisine ihtiyaç duyuyorsunuz.
Sebeb-i nüzül dediğimiz, ayetlerin anlaşılmasının en önemli etkeni olan alan da Siyer’in içerisinde değil mi? Sebeb-i nüzul zaten Siyer’dir. Aişe anamızın aktardığı bir bilgi var: “Efendimiz (s.a.v) sayılı ayetler dışında Kur’an’ı tefsir etmedi”. Neden? Çünkü yaşıyor zaten. Mushaf yok ki ortada, Efendimiz (s.a.v) Mushafı önüne alsın ve Fatiha’dan başlayıp Nas suresine kadar tek tek, ayet ayet sahabeye anlatsın. Efendimiz Kur’an’ı yaşayarak tefsir ediyor. Göz ardı ettiğimiz bir şey var. İlk 3 asır boyunca ümmetin elinde Mushaf da yok. Biz zannediyoruz ki şu an olduğu gibi herkesin elinde ya da cep telefonlarında Kur’an var. Öyle bir şey yok. Yani Hz. Osman döneminde Kuran çoğaltılınca, bir rivayete göre 5, bir rivayete göre 7 tane Mushaf yazılıyor ve İslam coğrafyasının muhtelif bölgelerine gönderiliyor. Mushaf yok, ama Kur’an var aslında. Kur’an yaşanan bir ilahi kitap olarak müminlerin hayatında var. Yani Efendimizin yaşadığı hayat Kur’an’ı başından sonuna kadar bize tefsir ediyor ve ötesini de veriyor. Ayetlerin anlaşılması adına bize tarihi bir zemin veriyor. Neden? Nasıl? Niçin? Kime? Bu soruların cevabını bulabileceğimiz temel şeyleri veriyor.
Siyer’den mahrum bir Kur’an okumaya başladığınız zaman, ayakları yerden kesilmiş bir metin okumaya başlarsınız. Bu sefer bana göreler arka arkaya dizilir ve herkes şahsi yorumunu Kur’an’dan ben bunu anlıyorum, bu kadarını çıkarabilirdim diyerek İslam’ın disiplinine, sistemine, şimdiye kadar ki sahih İslam geleneğinden bizlere tevarüs eden o sisteme uymayan garip bir şey çıkar. Bugün modern insanın Kur’an algısının sapmasının altında bu hakikat yatıyor. Dolayısıyla bizim Kur’an ve Sünneti iç içe ele almamız gerekir. Unutmamamız gereken bir şey var ki sünnet Kur’an’ın beyanıdır.
Türkiye’de gerek kandillerde gerek Ramazanlarda ekrandaki hocalar tarafından bir peygamber edebiyatı ve sahabe kıssacılığı yapıldığına şahit oluyoruz. Buna rağmen peygamberî bir yaşantı gündelik hayatımıza yansımıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Bu bizim bir acımız ne yazık ki. Böyle bir haldeyiz. Şu anda bizde rivayet çok, ama riayet az. Öyle olduğu için de peygamberî bir ahlak hayata taşınmıyor. Halbuki çok söylüyoruz, konuşuyoruz. Şimdi okullarda Siyer dersi okutuluyor. Her tarafta Siyerle ilgili meseleler konuşuluyor. Televizyonlarda bu manada programlar var, ama hayatın içerisinde bunu yaşayan, örnek olarak hayatıyla bunu temsil eden insanlar az olduğu için ne yazık ki bu topluma çok etki etmiyor. Belki ara ara durup şunu da düşünmemiz lazım; bu kadar konuşmakla değerleri israfa mı uğratıyoruz? Doğru mu bu kadar konuşmak? Mesela bir Mus’ab bir yıl boyunca Medine’de insanlara konuşarak mı yoksa yaşayarak mı tebliğ yaptı? Sahabeler Peygamber (s.a.v) zamanından daha sonraki sürece kadar dünyanın dört bir tarafına tebliğ amacıyla yayıldılar. Onların tebliğleri nasıldı, biz bugün tebliği nasıl anlıyoruz? Sorgulanması gereken sorular bunlar.
Bizim bugün bilgi noktasında bir sıkıntımız yok. Belki birçoğumuz sahabe efendimizden daha fazla malumata sahip. Onlardan bir tanesine abdestin farzını sorsaydınız, dört deyip size sıra sıra sayamazdı. Ayetlerin büyük kısmını birçoğu ezberleyemeden gitti. Sahabe içerisinde Kuran hafızlarının sayısının ancak 100-150 tanesine karşılık geldiğini biliyoruz. Bir destan yazan Halid bin Velid’in Fatiha’yı bile zor okuduğunu kaynaklarımız bize nakleder. Çünkü Müslüman olduktan sonra oturup rahle başında Kur’an ezberlemeye ne zamanı ne de imkanı olmuştur. İman eder etmez Allah Resulü ona kılıcını geri vermiştir. Bugün o Halid, adını andığımızda yüreğimizi titreten, yaşayan bir Kur’an’dır. Belki Kur’an’ın taşıyıcısı değildir, hafızı değildir, ama muhafızıdır. Kur’an’ı gerçekten muhafaza etmiş, ila-ı kelimetullah sancağını götürebileceği en son noktaya kadar götürmüş birisidir.
Bizim bu manada sorgulamamız gereken şey şu olsa gerek; sahabenin Peygamberimizden gördüğü bir terbiye var. Gerek Daru’l-Erkam’da gerek Suffa mektebinde bunun örnekleri var. Acaba Efendimiz (s.a.v) sahabe-i kiramı bilgi öncelikli bir talime mi tabi tutuyordu? Yoksa amel öncelikli mi? Cevap bellidir. Ama gerçekten kavrarsak ve bugünün dünyasına taşıma adına gayret içerisinde olursak, inşallah o dediğimiz problemlerin aşılması adına önemli bir adım olabilir ve amele dökülmeyen, hayatta karşılığı olmayan, bir yönüyle temsil edilmeyen şeylerin konuşulmasının, söylenmesinin israf görüleceği bir noktaya bizleri taşır. Bu da sahabedeki o dini heyecanın bizlerin hayatlarında da yeniden dirilmesine vesile olabilir.
Bir tarafta sürekli mucize ve ihsanlarla donatılmış sanki insanüstü bir peygamber, diğer tarafta Kuran’ı bize taşıması dışında hiçbir fazileti olmayan bir peygamber portresi sunuluyor topluma. Bunlar arasında nasıl denge sağlanmalı, nasıl sahih bir peygamber algısına sahip olmalıyız?
Bunlardan biri ifrat biri tefrittir. Nitekim Mekke müşrikleri de beşer bir peygamber istemiyorlardı. Beşer üstü bir peygamber istiyorlardı. Biz beşer olduğumuz için bizim gibi bir peygamber gönderilmeli ki örnek alma hususundaki sorumluluk yerine gelmiş olsun. Burada gözden kaçan en önemli şey Kur’an’ın mihenk taşı olarak alınarak Peygamber’in (s.a.v) bizimle arasında olan hukukunun yerli yerine oturtulmamasıdır. Aslında Kuran’ı Kerim Hz. Peygamberle ister çağdaşları olan sahabe efendilerimiz için, ister bizler açısından bunların hepsinin hukukunu ortaya koyuyor. Kur’an Peygamber (s.a.v) ile alakalı üç şey söyler bize. Nedir onlar? Değer ve kıymeti, Hz. Peygamber’in (s.a.v) görev ve sorumluluğu, yetki ve sınırları… Zaten bu üçünü anladığınız zaman Hz. Peygamber’i (s.a.v) anlamış olursunuz. Bu konuda da hata yapıyoruz. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) 571’de doğduğunu, 632’de vefat ettiğini, hanımlarını, kızlarını, 13 yıl Mekke’deki tarihi malumatları bilmek, hicretini söylemek, savaşlarını arka arkaya sıralamak işin çok ufak bir parçasıdır.
Kur’an ekseninde Hz. Peygamberin değer ve kıymetini anladığımız zaman ona asla olağanüstü ve bir melek nazarıyla bakmayız. Beşer gözüyle bakarız ‘abdühü ve rasülü’ cümlesine şehadet edercesine bir bakışımız olur. Ama ona abd nazarıyla bakmak onu sıradanlaştırma gibi bir yanlışa düşürmez. Çünkü değer ve kıymet dediğimiz zaman ikisi çerçevesinde bize bir ufuk kazandırtmaya çalışır. Kur’an’da Cenabı Hakk’ın gönderdiği peygamberin hayatının üzerine yemin içtiğini okuruz. Dolayısıyla biz bunu anladığımızda bir beşerden bahsediyoruz, ama sıradan bir beşerden bahsetmiyoruz. Şairin hoş ifadesi ile: محمد بشر لا كالبشربل هو ياقوت بين الحجر “Muhammed beşerdir, ama sanma ki sıradan bir beşerdir. Yakut, taşlar içerisinde ne ise o da öyledir.”
Demek ki bir fark var ve bu farkı çok iyi ortaya koymamız lazım. Kur’an من انفسكم diyor “sizin nefislerinizden.” Oradaki incelik çok önemlidir, منكم de dese cümle olur, ama yok. Bizim nefislerimizi de ortaya koyarak, “sizin nefislerinizden” diyor ki o yakınlığı, beşeri hususiyetlerini nazara veriyor. Burada bir denge oturtmak durumundayız. O dengeyi kaçırdığımız zaman sahih peygamber anlayışını, peygamber ile aramızdaki hukuku tam tesis edemeyiz.
Gelelim görevleri meselesine. Kur’an 5 temel görevinden bahsediyor: Tebliğ, davet, talim, tebyin, tezkiye… Bunların hepsi bugünün Müslümanları için de geçerli. Şu anda Peygamberin (s.a.v) tebyin görevi var mı? Var. Tezkiye görevi var mı? Var. Biz “aleyhissalatü vesselam efendimizin görevi sadece tebliğ idi, bize ulaştırdı gitti” dediğimiz zaman Kur’an’a aykırı konuşmuş oluruz. Kur’an’ı bir bütün olarak okuyan bir insan eğer bir ön yargısı ve art niyeti yoksa kendi kafasında bir proje tasarlayıp o projeye Kur’an’dan bir delil arama gibi bir yanlışa düşmemişse, ayetler bir kere ona o imkânı vermez. Ayetler O’nsuz Kur’an’ın anlaşılamayacağını söylüyor. Hadis ve sünnet dediğimiz nebevi terekenin ne kadar önemli olduğunu bizlere gösteriyor.
Dolayısıyla bizim burada yapmamız gereken belli. Sahabe Kur’an’ı ve Peygamberi nasıl anladıysa, bizim başka yolumuz yok. Bunu yapmak zorundayız. Aslında biz her gün Fatiha’da bunu söylüyoruz. “Bizi nimet verilenlerin yoluna ilet” diyoruz. Nimet verilenler kim? Nisa suresinin 69. ayeti bize söylüyor bunu; nebiler, sıddıklar, şehitler, salihler… Bu dört sınıfın da asr-ı saadette ayakları var. Nebinin kim olduğu bellidir. Diğer üç sınıfın zirve hali de ashab-ı kiramdır. Sıddıklar da şehitler de salihler de orada. Onun için istikbalimiz köklerdedir diyoruz. Kur’an onlara inmiş, onlar Kur’an’ı yaşayarak bizlere gösteriyorlar. Yaptıkları hata varsa Kur’an’la telafi edilmiş, uyarılmış, düzeltilmiş. Eğer Allah sessiz kalmışsa, bu da bir ilahi tasdiktir.
Şöyle bir cümle geliyor aklıma: “Gerçekten Kur’an insanın ihtiyacı olan bütün ilaçları veriyor. Kur’an şifadır.” Aleyhissalatü vesselam Efendimiz o ilaçların (ayetlerin) hangisinin nasıl kullanılacağını bize gösteriyor. Sahabe ise bize hastalıklardan nasıl kurtulabileceğimizi fiilî olarak ortaya koymuş oluyor. Bir eczaneye gittiğinizde istediğiniz ilacı alıp kullanabiliyor musunuz? Bir eczacıya ya da doktora ihtiyaç var ki size bu manada hastalıklarınıza çare olacak ilaçlar versin. İşte o Efendimizdir (s.a.v).
Peygamberlik görevinin 40 yaşında geldiğini, bunun 13 yıllık Mekke döneminin imani ve ahlaki yükümlülüklerle geçtiğini hesaba katarsak, geniş ölçüde toplumsal, sosyal ve hukuki düzenlemenin getirildiği ve bu anlamda dinin kemale erdiği Medine dönemine 10 yıl gibi nispeten az bir zaman kalıyor. Bu takdir-i ilahinin hikmeti nedir?
Kesinlikle bu bir mucize. Bu kadar az bir zamanda bir daha peygamber gelmeyecek, şeriat en nihai noktasına ulaşıyor. Ayetin ifadesiyle din kemale eriyor, nimet de tamamlanıyor. İbn-i Hazm’ın çok güzel bir ifadesi var. Diyor ki: Efendimiz’in (s.a.v) Kur’an dışındaki en büyük mucizesi hayatıdır. Yani onun hayatı başlı başına bir mucize, başka bir mucize aramaya gerek yok. Onun ahlakı Kur’an’dı yani. Biz olaya bu çerçeveden baktığımız zaman, Efendimizin rehberliğini anlarız. Bu kısa zaman içerisinde gerçekten kıyamete kadar bütün insanlığın sorunlarına çözüm bulunmuş. Bakın sadece Müslümanlığın demiyoruz. Veda Haccı’ndaki son hitabı hatırlayın: “Ey insanlar!” Çünkü insanlığa bir hitap var orada, insanlığa ait şeyler söyleniyor. Bütün insanlığın karşılaşacağı sorunlara çözümler var aslında asr-ı saadet dediğimiz o güzel zamanın içerisinde
63 yıllık bir hayat düşünün. Bunun 40 yılı nübüvvet öncesi, 23 yılı nübüvvet. Yani hayatının üçte ikisi nübüvvetin olmadığı dönem. Dolayısıyla biz mecburen Peygamberin doğumu, çocukluğu, gençliği, vahyin gelmeye yakın olduğu dönem ve vahyin gelişi ile başlayan yeni süreci çok dikkatli bir şekilde tahlil etmeliyiz. Evet, şunu ben de itiraf etmek istiyorum: İşi bilen, bu işle uğraşan bir kardeşiniz olarak söyleyebilirim bunu; Efedimizin (s.a.v) nübüvveti öncesindeki rivayetleri bulmak zor, ama ne olursa olsun ciddi bir şekilde bunların bir araya getirilmesi ve tahlil edilmesi gerekiyor. Ondan sonraki süreçle, yani vahiyle başlayan o 13 yıllık süreçte Efendimizin (s.a.v) başından başlayıp sonuna kadar devam ettirdiği bir iman mücadelesine şahit oluyoruz. İnsanlara söylediği söz bellidir, çağırdığı din bellidir ve orada bir hayat örnekliği de koyuyor bize. Ondan sonra hicret olayı başlıyor.
Medine’ye varıyoruz, ama biz Efendimizin 13 yıllık hayatına baktığımız zaman şöyle bir şey görüyoruz aslında. Bir insan şirkin hâkim olduğu, İslam’ın mahkum olduğu ve söz söylemeye dair tüm imkanlarının alındığı bir ortamda söz söylemesinin örnekliğini Mekke döneminde görüyoruz. Bir avuç Müslüman Habeşistan’a hicret ediyor. Hristiyanlığın hâkim olduğu, Müslümanların muhacir olduğu bir ortamda Müslümanca yaşamanın örneğini Habeşistan modelinde görüyoruz. Müslümanlar Medine’ye geldiklerinde Medine 10.000 nüfuslu bir şehir. Bu şehrin sadece bin beş yüzü Müslüman. Bir şehir düşünün, %15’i Müslüman. Geriye kalanlar ise müşrik ve Yahudi. Yahudiler az olmasına rağmen her zamanki gibi o günün dünyasında da hâkim zümre onlar. İktisat onların elinde, siyaset onların elinde. Her türlü baskın unsur onlar. Böyle bir ortamda nasıl Müslümanca yaşanır bunu gösteriyor Efendimiz (s.a.v), ama süreç Bedir’den sonraya geldiğinde Medine’deki devlet gerçek bir İslam devletidir. Medine vesikasıyla, çarşının inşasıyla, Bedir’in galibiyetiyle birlikte Medine’de İslam devleti var.
Sorun aslında şu; mevcut Siyer kitaplarına baktığınızda Medine’deki 10 yıllık dönem sanki sadece savaşlar ile örülü bir hayattır. Efendimiz (s.a.v) geliyor Medine’ye, altıncı ay ile birlikte seriyyeler başlıyor. Abdullah İbni Cahş Seriyyesi ile birlikte seferler başlıyor. Hicretin 2. yılı Bedir oluyor, 3. yıl Uhud oluyor, 5. yıl Hendek oluyor. Aynı yıl Müstalikoğulları Gazvesi oluyor. Ondan sonra Hayber, ondan sonra Mute, ondan sonra da Tebük ve böylece gidiyor. Bunları okuduğumuz zaman aklımıza şöyle bir şey geliyor; Efendimiz (s.a.v) savaş ve cihad dışında bir şey yapmamış. Gerçek ise böyle değil. Çünkü o zamanki savaşlar günümüzdeki savaşlar gibi değil. Uhud dediğimiz savaş yarım gündür. Bizim siyer kitaplarında elli sayfa, yüz sayfa anlatılan kısım orası.
Bedir dediğimiz savaş da yarım gündür. Mesafe uzak olduğu için biraz gidiş geliş uzun sürmüştür ki en uzun seferlerden biridir, 20 gün kadar sürmüştür bütün süreç. Bir tanesi de Tebük Gazvesi’dir. Efendimizin (s.a.v) Hudeybiye dahil 28 gazvesini topladığınızda 10 yıllık sürecin %10’unu oluşturmuyor. Buna seriyyeler de dahil. Yani Efendimizin (s.a.v) 10 yılı; bunun toplamı 4 bin gün olsa, savaşlar, seriyyeler toplam 600 gündür. Geriye kalan 3 bin 400 günde başka şeyler yapıyor. Efendimiz (s.a.v)’in diğer günler ne yaptığını ise bütüncül bir siyer okuduğunuz zaman görüyorsunuz. Bir İslam toplumu tesis ediyor. Talim, terbiye alanında, ekonomik anlamda, fen ilimleri anlamında bir sürü şey okuyorsunuz Siyer içerisinde. Biz savaşlara baktığımız için oraları göremiyoruz.
Oysa Efendimizin (s.a.v) hayatına baktığımızda her şeyi görebiliyoruz. Ben şu aralar ‘Muhteşem Ahlak’ üst başlığında Efendimizin hayatını anlatıyorum. Anlattığım şeylere ben bile şaşırıyorum bazen. Tıp ahlakını anlattık. Bizim kaynaklarımızda tıbbın ahlakını bile Efendimiz (s.a.v) öğretiyor. Dolayısıyla Siyer’i böyle okuduğumuz zaman anlayabiliyoruz. Bazen arkadaşlara latife olsun diye de diyorum, bu zipli hayat yani sıkıştırılmış bir dosya gibi. Nasıl ki bilgisayarda böyle bir şey var, Allah da (c.c) Peygamberinin hayatına kıyamete kadarki insanlığın ihtiyaç duyacağı hayatı sıkıştırmış ve dosyalamış. Şimdi bize düşen o dosyaları doğru düzgün açıp onlardan istifade etmektir.
Bir ideolojik siyer okumasından söz edilebilir mi sizce? Bir Şii ya da DEAŞ mensubu ya da modernist için de Hazreti Peygamber Efendimiz bir referans ve kaynaksa, katliamlara varan bunca ayrışmanın sebebi nedir o zaman?
Yapılabilir, tarih boyunca yapıldı, ama şöyle bir hakikat var: Biz İslam tarihi süreci içerisindeki sapmaları zamanına giderek ele almamız lazım. Mesela İslam tarihindeki en büyük kırılma Hz. Osman’ın şehadetidir. Arkasından Cemel Vakıası, arkasından Sıffin, arkasından Nehvera, arkasından Kerbela, arkasından Harre Vakıası. Bunlar işin bidayetinde olan şeyler ve ortaya çıkan sıkıntılar. Bunlarla beraber başlayan fırkalaşma süreci; bir bakıyorsunuz Mutezile’nin ortaya çıkışı, arkasından Mürcie’nin, onunla beraber Hariciliğin, onunla beraber Şia’nın. Emin olun bütün bunları biz alt alta getirip okuduğumuz zaman algının kırılmaya başladığı en temel noktanın sahabe algısı olduğunu görüyoruz. Yani bugün mesela kendilerini farklı farklı şeylere nispet eden, işte sizin de sorunuzda söylediğiniz gibi, diyelim ki şiddetle alakalı bir yere nispet eden ya da diyelim ki ehli beyt dedikleri, ama ehli beyt ile alakası olmayan, farklı bir şekilde o mezhebî taassuba giden zümrelere baktığınızda bunu görüyorsunuz. Parçacı okuyuştan kaynaklanan bir sıkıntıyı görüyorsunuz.
Mesela Cüheyne Oğulları Seriyyesi’nde bir rivayet var. Yüzlerce şey söylenebilir de aklıma ilk bu geldiği için bunu söyleyeceğim. Bir sefer sırasında düşmanla karşılaşıldığı an sahabe efendilerimiz o savaşın heyecanıyla iki tane çocuğu istemeden öldürüyorlar. Allah Resulu aleyhisselatu vesselam duyduğu zaman bize nakleden sahabe efendimiz diyor ki: Öyle bir üzülmüştü ki biz böylesi üzüldüğünü o güne kadar hiç görmemiştik. Defaatle: “Demek siz çocukları öldürdünüz, demek siz çocukları öldürdünüz” diye tekrarlayıp duruyordu. Aramızdan biri dayanamadı dedi ki: Ya Resulallah bu kadar üzülüyorsun, ama onlar müşriklerin çocuklarıydı. Efendimiz daha da sinirlendi ve döndü sahabe efendilerimize dedi ki: “Peki siz ne idiniz? Siz de düne kadar müşrik çocuklardınız, ama Allah şimdi sizin içinizde takva ve kerem sahibi insanlar var etti. Belki o çocuklar yaşasaydı onlar da sizin gibi olacaktı.” Yani bunu okuyan bir insanın şiddet meselesinde çizgileri zorlayacak bir şey yapması mümkün değil.
Sadece ayetleri okuyan yapabilir, çünkü ayetlerdeki üslup farklıdır. Hatırlarsanız Hazreti Ali, İbn-i Abbas’ı Haricilerle mücadeleye gönderirken diyor ki: Onlara Kur’an üzerinden değil sünnet üzerinden delil getir. Şaşırıyor İbn-i Abbas haklı olarak. Niye ey müminlerin emiri, diyor. Biz ki ehli beytiz, Allah’ın kitabında olan her ayetin kimin hakkında, nerede, niçin indiğini biliriz. Hatta şöyle bir ifadesi var orada: Hiçbir ayet yoktur ki gece mi indi? Gündüz mü indi? Mekke’de mi indi? Medine de mi indi? Bunu bilmemiş olalım. Niye biz onlarla Kur’an’la mücadele etmeyeceğiz? Diyor ki Hazreti Ali Kur’an’ı çok iyi bilen bir kişi olarak: Kuran’ın bir ayetinin farklı farklı yüzleri vardır. Sen bir ayet getirirsin, onlar başka bir ayet getirir. Orta yolu bulamazsınız. Çünkü neticede onlar da Kur’an üzerinden konuşuyor. Hariciler Kuran ayetleri üzerinden Hazreti Ali’yi haşa tekfir ettiler ve kâfir olduğuna hükmettiler.
Dolayısıyla Hz. Ali hastalığı bildiği için bunu söylüyor. İbn-i Abbas gidiyor, onlarla konuşuyor Hazreti Ali onu uyarmasına rağmen önce soruyor onlara; Siz ne diyorsunuz? Bunlar söylüyorlar; “Ali hakem meselesini kabul etti, o da Muaviye de kâfirdir”. Başka ne diyorsunuz? Ali Cemel’de, Sıffin’de savaştı. Onları Müslüman olarak kabul etmeseydi, onlardan ganimetleri alıp bize vermesi gerekirdi. Bize ganimet de vermedi esir de almadı. Dolayısıyla suç işledi. Bundan dolayı da tekfir ediyoruz. Hz. İbn-i Abbas onlara söylediklerinde önce Kur’an’dan birkaç tane delil getirdi. Baktı ki bunlara ne söylerse onlar da bir şeyler söylüyor. En son dedi ki: İçinizde Hudeybiye’yi bilen var mı? Var dediler. Allah Resulü aleyhisselatu vesselam Hudeybiye günü Süheyl İbni Amr’ı hakem olarak kabul etti mi? Etmedi mi? Bilenler var, canlı şahitler var, etti dediler. Tarihi rivayetler İbn-i Abbas’ın konuşmalarının ardından en az iki bin tane Haricinin tevbe ederek İbn-i Abbas tarafına geçtiğini söylüyor. Neden? Çünkü bütünlük bize farklı bir imkân vermiyor. Fakat bugün bizim İslam dünyasının yaptığı en büyük yanlış şu; biz önce ön kabul olarak kendi zihin dünyamızda bir yargı oluşturuyoruz, sonra ona Kur’an’da veya Siyer’de delil bulmaya çalışıyoruz. Herkes aradığını bulur. Çünkü böyle bir birikim var elimizde.
Rabbimiz bize ne söylüyor? Peygamber efendimiz (s.a.v) bize ne söylüyor? diyerek ön yargı ile değil, ön bilgiyle yaklaşırsak, kaynaklarımıza alacağımız cevaplar belli. Dolayısıyla ideolojik okumalar bütünlükten mahrum olarak atılan adımların neticesidir. Fakat ben eğer ciddi bir biçimde dünyadaki Müslümanlara, Müslümanlar dışındaki insanlara mesajları Efendimiz’in (s.a.v) hayatı üzerinden verdiğimiz zaman insanları ikna edebileceğimiz kanaatindeyim. Çünkü kullandığınız kaynaklar, rivayetler kavî ve selimse başka bir itiraza meydan bırakmıyor. Yaşanan bir hayat yani bir teori değil, fiiliyattan bahsediyorsunuz. Dolayısıyla da onlar karşı tarafta olumlu bir yankı oluşturuyor.
Hem siyer âlimi olarak hem Siyer Araştırmaları Merkezi’nin kurucusu, yöneticisi olarak size sormuş olalım: İleride hayata geçirmek istediğiniz Siyer ile ilgili projeleriniz nelerdir?
Röportajın başında da söylediğim gibi buranın kuruluşunun bir hikâyesi var. Ondan biraz bahsettim size. Burası bir zaruretin sonucuydu aslında, ama yapılacak çok daha çok iş var. Siyer ilmi başlangıcından itibaren muhteviyatı gereği büyük bir kısmı hadisin içerisinde diğer bir kısmı tarihin içinde olduğu için bağımsız bir ilim dalı olarak ele alınmamış. Bundan dolayı da bir usul oluşturulamamış. Bugün hadis usulü kriterlerine dikkat ederek siyer kaynaklarına yaklaştığınız zaman bir problem, tarih usulüne göre siyer kaynaklarına yaklaştığınız zaman o daha büyük bir problem. Bizim önce rivayetlerin sıhhat tanımı noktasında bir çalışma yapmamız lazım. Neye göre değerlendireceğiz? Neyi baz alarak rivayetleri sınıflandıracağız ve onları kullanacağız? Bunun üzerinde ciddi bir şekilde durulması gerekir.
Biz bu manada daha öncelikli olan şeylere ihtiyaç duyuyoruz, o da nedir? Siyer’in muhtevasını görsel olarak anlatabileceğimiz, tanıtabileceğimiz kaynaklarda sıkıntılar yaşıyoruz. Peygamber aleyhisselatu vessselamın yaşadığı coğrafya Mekke, Medine ve civarı ne yazık ki tarihi anlamda hiçbir şekilde korunmadığı için hiçbir şey yerli yerinde değil. En başta Uhud, bugün oraya hac ya da umre maksadıyla giden bir insan, gidip orada Uhud’un nasıl cereyan ettiğini anlayamaz. Bunun için çalışmalar yapılması gerekiyor. Bir Siyer eğitim merkezi projemiz var. Siyer’in 63 yıllık o kutlu dönemini, önceki peygamberlerin hayatını da dahil ederek -ki Siyer-i nebiyi, Siyer-i enbiyadan asla ayıramazsınız. Kur’an size böyle bir imkan vermez, o bir bütündür- bunları birbirlerinin içinde görsel olarak haritalarla, resimlerle, dijital materyallerin verdiği imkanlarla ortaya koymamız gerekiyor ve bununla ilgili bazı çalışmalar yapıldı. İnşallah eğer o proje oluşursa önemli bir boşluğu dolduracağı kanaatindeyiz. Bununla beraber siyer alanında yapılması gereken, gerek telif gerek tercüme alanında çok işler var. Mesela biz siyer kaynaklarından İbni Sa’d’ın Tabakat’ını Türkçeye tercüme ettik. İbn-i Hişam en temel kaynaklarımızdan biridir. Onun tercümesi başladı. Bu merkezin en önemli faaliyetlerinden bir tanesi de bütün Siyer kaynaklarının Türkçeye aktarılması misyonudur.
Ben sizin vesilenizle beraber bir müjde vereyim: Allah nasip ederse, ekim ayında iki tane dergi çıkacak. Senede iki defa yayınlanacak. Bir tanesi akademik, diğeri de biraz daha halka yönelik Siyer dergisi olacak.
Son olarak, siyer alanında kılavuzluğa ihtiyaç duyan ve kitabî bilgilerden öte asr-ı saadetle duygusal bağ kurmak isteyen okuyuculara öncelikli olarak hangi yazar ya da kitapları tavsiye edersiniz?
Öncelikle Hazreti Peygamberin (s.a.v) hayatına kuşbakışı diyebileceğimiz şekilde bakabileceğimiz bir iki tane eser okumamız gerekir. Bazı sıkıntılar olsa da dili ve hacmi açısından uygun olduğu için Martin Lings’in “Hazreti Muhammed’in Hayatı” okunabilir. Salih Suruç’un Siyeri okunabilir. Ben detaylı okuyayım, biraz daha kaynaklara vakıf olayım diyen birisi için Siyer Yayınları’ndan çıkan Kasım Şulul hocanın “Son Peygamber Hazreti Muhammed” kitabı okunabilir. Siyere farklı nazarlarla bakayım diyen birisi bu sıralamanın arkasından kesinlikle Muhammed Hamidullah’ın, “İslam Peygamberi’ni” okumalıdır. İslam Peygamberi kitabını mümkünse ilim talipleri müzakereli okumalılar. Eksikleri, hataları yok mu? Allah’ın kitabı dışında beşere ait her kitapta var. O manada kalkıp da herhangi bir beşer kitabını tezkiye etmenin bir manası yok.
Hamidullah hocayı da okudum, ama yetmedi, biraz da rivayetlerin tamamını göreyim diyen bir insan Asım Köksal hoca efendinin “Hazreti Muhammed ve İslamiyet” diye basılan kitabı okumalı. Üstadın ifadesiyle benim ustalık eserim dediği eserdir. O önemli bizim için, en azından rivayetleri derli toplu görme açısından. Biz böyle bir sıralamayla siyer okumaları yaptıktan sonra bu manada üzerine yoğunlaşacağımız şeyleri de tespit edersek, inşallah Peygamberin (s.a.v) hayatından ciddi biçimde istifade etme imkânı bulabiliriz.
- İslami İlimler Literatürüne Giriş -3- - 12 Eylül 2020
- İslami İlimler Literatürüne Giriş -2- - 12 Eylül 2020
- İslami İlimler Literatürüne Giriş -1- - 12 Eylül 2020