Pozitivizm

İçindekiler
Pozitivizm
Auguste Comte (1798-1857)
Üç Hâl Yasası
Burada insanlığın tarihsel süreç içerisinde gelişim aşamalarını ortaya koymaya çalışmıştır. Teolojik Dönem: İnsanların her şeyi din ile açıkladığı dönem. Metafizik Dönem: Din hâlâ vardır, fakat insanlar her şeyi mistik unsurlarla açıklarlar. Pozitif Dönem: Din ve metafiziğin terk edildiği her şeyin akıl ve bilim öncülüğünde açıklanmaktadır.
Mantıksal Pozitivizm
Mantıksal pozitivizm akımı, metafiziği sorularına bilimsel cevaplar sunmak yerine onları anlamsız görerek reddetmeyi seçmiştir. Bu dönemde felsefede belli bir ayıklama sürecine girildi. Bu ayıklama sonucunda hem felsefenin işlevi belirlenecek hem de günlük dilde karşılaştığımız kimi anlam kargaşaları çözümlenecekti. Bu çözümlemenin tek yolu, mantığın ve matematiğin günlük dile uyarlanmasıydı. Bu sayede hangi önermelerin gerçek ve hangilerinin sahte olduğu görülebilecekti. Sahte ve gerçek önerme arasındaki ayrım ise doğrulanabilirlik ilkesi sayesinde yapılıyordu. Doğrulanabilen önermeler gerçek ve anlamlı önermeyken, doğrulanma imkânı olmayan önermeler anlamsız ve sahte önermelerdi ve anlamsız önermeler, metafiziğin önermeleriydi.
Mantıksal pozitivistler, metafizik önermelerden bahseden filozofları bir büyücünün hiç bir dayanak olmaksızın söylenip durmasına benzetirler. Mantıksal pozitivistler bilimi, metafizik ve felsefeden arındırmaya girişirler. Bir ayıklama süreci olan bu dönem, felsefenin işlevini de belirlemiştir. Mantıkçı pozitivizmi benimsemiş düşünürler, öncelikle bilimsel bilginin deneyime dayalı bir bilgi olduğunu göstermek, bilime bir sınır çekmek, daha doğrusu bilimi metafizikten veya bilim olmayandan ayırabilmek için “doğrulanabilirlik ilkesi” olarak bilinen meşhur ilkeyi geliştirdiler.
Doğrulamanın olgusal ve mantıksal olmak üzere, iki yolu vardır. Olgusal doğrulama, “Ahmet’in kedisi beyazdır.” gibi bir önermenin gözlem ya da deney yoluyla doğrulanmasıdır. Böyle bir önermenin doğrulanması için, herhangi bir mantıksal kurala ihtiyaç duyulmaz. Sadece Ahmet’in kedisi bulunarak rengi kontrol edilir. Fakat “Bütün köpekler dört ayaklıdır” önermesi, olgusal olarak veya gözlem yoluyla doğrulanabilir bir önerme değildir. Bu önermenin doğruluğuna ya da yanlışlığına karar vermek için, köpeklerin gözlenmesi gerekmez. Çünkü önerme, olgusal bir durumdan ziyade, mantıksal bir durumu ifade etmektedir. Bu mantıksal durum da, gözlem yoluyla değil, önermenin öznesiyle yüklemi arasındaki ilişkiye bakılarak tümcenin gramatikal yapısı incelenerek ortaya çıkarılabilir. Metafizik de hiçbir zaman doğrulanamadığı için, onunla ilgili tüm önermeler anlamsızdır.
Analitik Felsefe
Analitik filozofların bir açıklık arayışı veya talebi içinde olmaları, onların doğallıkla dile, kendilerini 20. Yüzyılın dile dönüş hareketinin en önemli failleri haline getirecek kadar yoğun bir ilgi göstermeye sevk etmiştir. Gündelik dili pek çok çözümsüz problem ve felsefi ihtilafın en önemli kaynağı olarak gören analitik filozoflar, gündelik dilin mümkün olduğu derecede arındırılması gerektiğini düşünürler. Böyle bir hazırlığın layıkıyla hayata geçirilmesi durumunda geçmişin çözümsüz problemleri ve sonuçsuz ihtilaflarının çözümlenip sonuçlandırılabileceğini iddia ederler.
Fenomen ve numen arasında bir ayrım yapan ve numenin bilinmediği yerde bilginin yegâne konusunun fenomen olduğunu bildiren Kant’tan (1724-1804) sonra, filozoflar ya numenin bilgisinin bir şekilde mümkün olduğunu öne sürmeye ya da tüm dikkatlerini fenomenler üzerinde yoğunlaştırma alternatifleriyle karşı karşıya kalmışlardır. 19. yüzyıl filozoflarının önemli bir bölümü bilinmeyen numen düşüncesinin çelişik olduğundan hareketle, numenin bilinebileceğini öne sürdü. Buna mukabil bir grup filozof da tüm dikkatlerini fenomenler üzerine yoğunlaştırdı. Dikkatlerini fenomenler üzerine yoğunlaştıranlar, öte yandan yüzyılın ortalarında ikiye bölündüler. Buna göre Comte’un da aralarında bulunduğu bir grup filozof, sadece gözlemlenebilir fenomenler arasındaki ilişkilerle meşgul oldular. Diğeri ise fenomenlerin ve fenomenler arasındaki ilişkilerin en azından kısmen insan zihninin sentezleyici faaliyetinin eseri olduğunu dile getiren Kantçı öğretiye bağlandılar.
Analitik filozoflar tamamen realist bir yaklaşımla fenomenlerin varoluşu üzerinde yoğunlaşan kanat içinde olmaya özen gösterdiler. Hatta numenlerden söz etmek bu filozoflara saçmalık olarak göründüğü ve fenomen terimi daha az gerçek olan bir şeyi ima ettiği için, onlar numenlerden söz etmekten bile vazgeçtiler. İşte tam da bu noktada, yüzyılın başında özellikle Frege (1848-1935) ve Russell’ın (1872-1970) çalışmalarıyla, mantık olağanüstü hoş bir tesadüfün eseri olarak devreye girdi. Her şeyden önce Frege, ama esas olarak da Russell ve ilk dönemi itibariyle Wittgenstein (1889-1951), mantığı dilin ve dili de dünyanın gerçek yapısını açıklayan bir araç veya disiplin olarak düşündü.
Thomas Moore (1779-1852)

Metafiziği
Moore metafiziğinde, her şeyden önce temel ontolojik bölünmenin var olan şeyler ile var olmayan şeyler arasındaki bölünme olduğunu söyler. Moore, var olan şeyler ile var olmayan şeyler arasındaki ayrımını temellendirmek amacıyla iki ölçütten söz eder. Buna göre o, bazen zaman boyunca kalıcılığını sürdürenin, her ne olursa olsun var olduğunu, buna mukabil zaman içinde kalıcı olmayanın var olmadığını söyler. O, bunun dışında bir de duyumsal algının konusu olabilen bir şeyin var olduğunu iddia eder. Moore, varlık kategorisi içinde üç nesne türünü birbirinden ayırır: Tikeller, olgular ve tümeller. Söz konusu üç varlık türünden yani sırasıyla tikeller, olgular ve tümellerden sadece tikellerin gerçekten var olduğunu öne sürer.
Olgularla tümeller ise sadece vardırlar. Evrende kendilerini bilmediğimiz, belki de hiç bilemeyeceğimiz şeylerin olabileceğini kabul eder. Tanrı söz konusu olduğunda ise, Tanrının var olmasının imkânsız olmadığını ama var olduğunu ileri sürmek için elinde yeterli delil bulunmadığını söyler.
Tanımlanamaz Bir Şey Olarak “İyi”
İyinin biricik ve tanımlanamaz olduğunu söyleyen Moore, insandan bağımsız ahlaki olgular bulunduğunu savunan nesnelci biridir. Gerçekten iyinin tanımlanamazlığıyla ilgili ortaya konabilecek en temel yorum, iyinin farklı, biricik ve kendine özgü bir kavram olduğudur. İyilik, niteliği, mevcudiyeti ampirik gözlem veya deneyimle ya da bilimsel araştırmayla tespit edilebilecek olan doğal bir nitelik değildir. O sadece sezgi yoluyla kavranabilir. Bu ise, hiç kuşku yok ki etiğin başka bilimlere indirgenemeyen, özerk bir araştırma alanı olduğu anlamına gelmektedir. Moore, iyinin veya etiğin en temel terimi olarak iyiliğin tanımlanamaz, analiz edilemez olduğunu görmeyenleri veya iyiyi haz ya da evrim geçirmiş davranış anlamına gelecek şekilde tanımlayanları etiğin özerkliğini ortadan kaldırıp, onu doğa bilimine indirmekle suçlar.

Frege (1848-1935)
O, mantıkta büyük bir devrim gerçekleştirmiş ve böylelikle de analitik felsefenin seyrini etkilemiştir. Frege’yi yeni bir matematiksel mantığa götüren en önemli adım, onun Aristoteles’in klasik mantığıyla Hegel’in (1770-1831) diyalektik mantığına yönelttiği eleştiridir. Gerçekten de Frege, Aristoteles mantığının çok dar olduğunu, Hegelci diyalektik mantığının hiçbir şekilde mantık olmayıp, psikolojiden ibaret olduğunu ileri sürer.
Frege’nin kurmuş olduğu bu yeni matematiksel mantıktan etkilenmiş ve onu bir analiz aracı haline getirmiş olan tüm filozoflar, realist filozoflardı. Bu yüzden bir şey bildiğimiz zaman, her şeyin bir idesi veya belli bir temsili değil de bizatihi kendisi olduğunu ileri sürdüler. Buradan yola çıkan bütün analitik filozoflar, bilgi iddialarımızın ifade edildiği dili analiz etmenin, evrenin yapısıyla ilgili bilgi vereceğini düşündüler.
Dil Felsefesi
Kullandığımız sözcükler her zaman anlamları aracılığıyla gönderme yapar. Bir isme hangi anlamı yükleyeceğimiz bizim seçimimize kalsa da o anlamın dünyada hangi nesneyi belirteceği bizim kararımıza bağlı değildir. Anlamalar ona göre, nesnelerin kavramsallaştırılması görevini yerine getirir. Böyle bir kavramsallaştırma olmadan nesnesine söz etmemiz veya onu düşünmemiz mümkün değildir. Dili, düşünmeyi ve iletişimi mümkün kılan anlam, zihnimizde bir şekilde bulunan öznel unsurlar veya kendilikleri değildir. Tıpkı ayın varlığının nesnel olamadı gibi, sözcüğün gönderimde bulunduğu şey de bizden bağımsız dış dünyanın bir parçası olarak ortaya çıkar.
Bertrand Russel (1872-1970)

Matematiğin temelleri adlı eseri kaleme alan Russell’ın matematiğe dönük yoğun ilgisinin temelinde, bir başka büyük matematikçi filozof olan Descartes’ta (1596-1650) olduğu gibi, kesinlik arayışı vardı. Russell’daki bu kesinlik tutkusu onun, Moore’un yaptığı gibi, idealizmin argümanları karşısında, sağduyunun inançlarını savunup temellendirmekle neden yetinmediğini açıklamaya yarayan en temel faktör olarak ortaya çıkar.
Russell, Moore’dan çok daha temel anlamda metafizikçi bir filozoftu. Moore’un felsefesinin “evrenin genel bir betimleyicisinin olduğunu ortaya koymak” olduğuna inanıyordu. Fakat Moore’un bu konuda, sağduyuya başvurmanın yeterli olduğunu düşündüğü yerde, Russell işe bilimin söyledikleriyle başladı ve çok geçmeden, bilimin söylediklerinin pek çok noktada problematik olduğunu fark etme noktasına geldi. Bundan dolayıdır ki Moore’un sağduyuya dinmek suretiyle rahatladığı yerde, “bilgi diye geçen her şeyin kuşkuya açık olduğunu” görmesi dolayısıyla, derin metafizik ilgilerini hiçbir zaman tam olarak tatmin edemeyen Russell, varoluşsal bir yalnızlık halinden yakasını hiçbir zaman kurtaramadı. Daha ön dördüne geldiğinde irade özgürlüğüne, ölümsüzlüğe ve Tanrının varoluşuna beslediği inançları teker teker terk eden ve bu sayede daha mutlu biri olup çıktığın söyleyen Russell, otoritelerin tepkisiyle karşılaştı…
Russell, analizin yeni bir mantığı gerekli kıldığını öne sürmekle kalmadı, geleneksel metafiziği besleyen şeyin esas itibariyle klasik Aristoteles mantığı olduğunu iddia etti. O işte bu çerçeve içinde, geleneksel Aristoteles mantığının düşünceyi zincire vurduğunu, oysa yeni mantığın düşünceye kanat takacağını ileri sürdü. Russell, bu yeni mantığın sözcük ya da terim dağarcığının dünyadaki tikel nesnelere çok büyük ölçüde karşılık geleceğini varsaymaktaydı.
Söz konusu yeni mantık dilini yaratma işini hayata geçirmek için de öncelikle şeylerden ayırdığı “olguları” analiz etmeye koyuldu. O, olguların kompleksinin dilin kompleks oluşuyla tam olarak örtüştüğünü düşünüyordu. Russell’a göre, bir önerme bir olguyu ifade eder. Olabilecek en basit türden olguya atomik olgu adını veren Russell, atomik olguları ifade eden önermelere atomik önermeler adını verir. O, matematiğin temelleri için çeşitli sembolik notasyonlar oluşturmuştur. Daha önce geliştirmiş olduğu bu notasyonu, şimdi mantıksal atomculuğun metafizik dili için kullanır. Bir önerme ya doğru ya yanlıştır. Söz konusu sembolik notasyonu kullandığında, Russell doğru bir önermeyi “p” yanlış bir önermeyi ise “değil -p” olarak adlandırır.
O, bütün bu metafizik öğretilerin Aristotelesçi mantığa dayandığı inancıyla, eleştirilerinin hedefine önce klasik mantığı yerleştirir. Özneye nicelik yükleyen ilişkinin çok sayıdaki mantıksal ilişkiden sadece biri olduğunu söyleyen Russell, söz konusu özne-yüklem mantığının sadece töz-ilinek metafiziğe yol açtığını düşünür. Söz konusu töz-ilinek metafiziği ise, filozoflara Spinozacı (1632-1672) monizm ile Leibnizci (1646-1716) plüralizm dışında bir alternatif bırakmamıştır.
Klasik mantığa bağlanan metafizikçiler, işte bu yüzden zamansal ve mekânsal ilişkilerin varlığını yadsımış ve gerçekten var olanın zaman ve mekânın ötesinde bulunduğunu öne sürmüşlerdir. Bu bakımdan en çok Spinoza ve Hegel’in eleştiren Russell, geleneksel spekülatif metafiziğin bir başka büyük hatasının, böyle bir metafizikle iştigal edenlerin “bütün bir gerçeklik alanının salt düşünme yoluyla mutlak bir kesinlik içinde tesis edilip ortaya konabileceği” yanılsamasına kapılmış olmaları olduğunu söyler.
Russell tümellerin gerçekte olmadığını savunan nominalistlere karşı onların var oluşunu kanıtlamaya çalışır. Tikellere gelince, bir binadaki tuğlalarla benzer şekilde değil de bir senfonideki notalara benzer bir biçimde anlaşılması gerektiğini söyler. Renk, katılık, biçim ve benzeri duyu verilerinin bu birlikteliği, üzerinde yazı yazdığım masayı veya daha kesin olarak “masam” diye adlandırdığım şeyin fiziki görünüşünü oluşturmaktadır. Ona masa statüsünü kazandıran şey, duyu verileri sınıflarının dizisidir. Yoksa masanın kendisi sahici bir tikel olmayıp “mantıksal bir inşaa”dır.
Wittgeinstein (1889-1951)

Tractatus adlı eserinde ortaya koymuş olduğu mantık ve anlam teorisiyle, modern dönemde veya Descartes’ın zamanında geliştirilmiş olan doğa kavrayışının, esas itibariyle hatalı olduğunu öne sürer. Tractatus’ta öne sürülen mantık ve anlam teorisinin doğru olması durumunda, doğa yasaları hiçbir şey açıklamaz. Bu açıdan bakıldığında, doğa yasalarına müracaat etmek Tanrıya ya da kadere müracaat etmekten hiç de farklı bir şey değildir. Hatta Wittgenstein, Tanrı veya Kader yerine doğa yasalarının müracaat etmenin aslında daha kötü bir şey olduğuna inanır. Bunun da hiç kuşku yok ki en önemli nedeni Tanrıya veya kadere başvuran eskilerin en azından anlaşılmaz ve tahkik edilemez bir şeye başvurmakta olduklarının farkında oldukları yerde, doğa yasalarına müracaat eden modernlerin her yönüyle anlaşılır, rasyonel açıklamalar getirdiklerini sanmalarıdır.
Wittgenstein, eski filozofların sorularının pek çoğunun dilin mantığını kavrayamamaktan doğduğunu, dolayısıyla en derin ve yakıcı problemlerin önemli bir kısmının problem dahi olmadığını iddia eder.
Her birimizin dünyasının dilimiz tarafından sınırlanmış olduğunu belirten Wittgenstein’a göre, dilimizin sınırları dünyamızın sınırları olmak durumundadır. Wittgenstein etik, felsefe ve dini cümlelerin anlamsız olduklarını, bir önerme dile getirmeyeceklerini söyler. Bu bağlamda bizim için inanılacak önermeler olmayacağından, felsefi, etik ve dini bir inancımız olmayacaktı. Gerçek felsefi problemlere çözüm bulunmasını engelleyen yanılsamalara kapılmanın en önemli nedeni, dilsel karışıklıklardır. Wittgenstein’a göre dilin işleyişi tam olarak ortaya çıkarılabildiği taktirde, bu karışıklıkların önüne geçilebilir ve dünya gerçekte olduğu şekliyle görülebilir. Ona göre felsefe, söylenebilecek olanın sınırlarını gösterme faaliyetidir.
Tractatus Üzerine Deneme Başlıklı Makalenin Özeti
Tractatus “üzerine konuşulamayan konuda susulması gereken” bir susku metafiziği… Kitabın ana fikri etik üzerinedir. “Kitabımın iki bölümden oluştuğunu yazmak istemiştim: Biri burada olan ve diğeri de yazmadığım her şey.” (Wittgenstein) Tractatus’un dilin sınırlarını çizme teşebbüsü ve bu sınırların dışında kalan alanlar hakkında susulması gerektiği beyanından hareketle, yapıtın ana meselesi ve amacı hakkında birbirinden farklı iki görüş ortaya atılmaktadır. Ancak her ne kadar dilde ve dünyada sınırlandırmaya gitse de filozofun erken dönemdeki birçok değinisinden anlaşılıyor ki Wittgenstein yaşama ilişkin sorulara bilimin yarattığı bir dünyada yanıt aranmasının başarısızlıkla sonuçlanacağını kabul eder. Tractatus’un ana meselesinin ne olduğuna dair görüş farklılığı, hiç kuşkusuz, yapıtın dile getirilebilen önermelerin anlamlı olduğu ve üzerine konuşulamayan hususunda da susulması gerektiği yönündeki çıkarımıdır…
“Ben’i anlayan, sonunda bunların saçma olduklarını görür.” Kendi önermelerinin anlamsız olduğunu söyleyerek biten bir yapıtı anlamak mümkün müdür? Wittgenstein yine de dile getirilmeyeni “bir biçimde” dile getirmiş olmuyor mu? Tractatus’un dile getirilemeyenin (mistik) dile getirilebilene zemin temin edip etmediği sorunu bu çalışmanın asıl meselesini oluşturmaktadır. Bu çalışmada “olguların dile getirilebilmesinin yegâne koşulunun dile getirilemeyen ama gösterilebilen bir zeminle mümkün olabileceği” yönündeki Tractatusçu iddiadan… Tractatus’taki resim teorisi üzerinden dile getirilebilenin nasıl ifade edilebileceği hususu üzerinde biraz duralım.
Dilin Yapısı ile Olguların Yapısı Arasındaki Uygunluk
Tractatus’un mantıksal yapısına göre dil gerçekliği bir ayna gibi temsil eder. Bu teori ile dil ve dünya birbirine bütünüyle uygun yapılar olarak resmedilmiş ve dünyanın yapısı, dilin yapısında yansıtılmıştır. Tractatus’un resim teorisine göre anlamı, dilin gerçeklik ile uyuşup uyuşmaması ya da dilsel önermenin olgusal gerçekliği doğru ya da yanlış olarak yansıtması belirler. Diğer bir deyişle resmin ortaya koyduğu anlam, onun gerçeklikle uyuşup uyuşmamasına bağlıdır. Buna göre “resmin doğru ya da yanlış olduğunu bilmek için onu gerçeklik ile karşılaştırmamız gerekir.” Wittgenstein, olgusal karşılığı olmayan dilsel ifadenin anlamsız olduğunu ve dilin sınırlarının dışında kalan, bu nedenle anlamı olmayan önermelerin “üzerine konuşulamayan” olarak öylece bırakılması gerektiğini savunur.
Wittgenstein, dilin doğası, işlevi ve dünya ile olan bağlantısını açıklamaya çalışmış ve Kant’ın birinci kritiğinde yapmış olduğu düşünceye bir sınır çizme girişimini, farklı bir tarzda, dilsel olarak gerçekleştirmiştir. Wittgenstein Tractatus’un önsözünde bu girişimini şu şekilde dile getirir: “Kitap böylece düşünmeye sınır çizmek istiyor ya da daha çok düşünmeye değil, düşüncelerin dile getirilişine. Sınır öyleyse dilin içinde çizilecektir ve sınırın ötesinde kalan da düpedüz anlamsız olacaktır.”
Tractatus’un, dünyanın olguların toplamı olduğu yönündeki başlangıç değinisi, geleneksel felsefenin şeylere ve nesnelere başlı başına bir gerçeklik atfetmesi hatasına işaret ettiği söylenebilir. Tractatusçu yapı açısından daha da önemlisi, dilin gerçekliği resmedebilmesi için gerekli olan temel dayanağın kendisinin dilde temsil edilemeyeceği gerçeğidir. Tıpkı bir ressamın resminin, onun resim yapma tarzını göstermesi ancak onu resmedememesi gibi, resmi oluşturmak için kullanılan resimsel biçim dile gelmez. Mistik dünya, olgusal dünyanın dışındadır. Bu bakış açısıyla dilin sınırlı çerçevesi içerisinde dile getirilebilecek etik ve estetik önermeler yoktur. Ya da “etikte hiçbir cümle yoktur” “Etik ile estetik birdir” dolayısıyla estetikte de hiçbir cümlenin olmaması gerekir.
Mantıksal Form ya da Uzamın Dile Getirilemezliği
Düşüncenin gerçekliği tasarlaması için, kendileri yoluyla gerçekliği tasarlamak istediğimiz önermelerin gerçeklikle aynı yapıda olması gerekir. Yapının bu aynılığına Wittgenstein “mantıksal form” adını verir. Buna göre bir önerme, ancak gerçeklikle mantıksal bir form ortaklığına sahipse anlamlıdır. Ancak mantıksal formun kendisi olgusal bir şey olmadığından “dile getirilemez”, yalnızca kendini “gösterebilir”. Felsefe konularında yazılmış olan önermelerin ya da soruların çoğu yanlış değil, anlamsızdır. Bu türden soruları kesinlikle yanıtlayamayız, yalnızca bunların anlamsız olduklarını saptayabiliriz.
“En derin soruların aslında sorun olmamalarında şaşılacak bir şey yoktur” Buradan hareketle Wittgenstein, bizi nesnelerin “nasıl” oldukları değil, zorunlu ve mucizevi olarak (var) “olduklarını” söylemeye sevk eden şeyin, dile getirilemeyen ancak gösterilen bir şey olduğunu düşünür. Tractatus’un da taşıdığı bu türden bir iç çelişki nedeniyle Wittgenstein epeyce eleştirilmiş, deyim yerindeyse kazdığı kuyuya kendisinin düştüğü iddiası özellikle Rudolf Carnap (1891-1970) ve Morris Schlick (1882-1936) gibi mantıksal pozitivistler tarafından dile getirilmiştir. Dil, bir olguyu resmettiğinde önermeler olarak onun hakkında dile getirilebilen şeyi olgusal olanla uygunluğu üzerinden ifade eder. Bu türden önermelerin ancak olgusal/nesnel dünyada bir karşılığı varsa anlamı vardır.
Dünya ve Ben’in Nesneleştirilemezliği
“Ben” bu dünyada değildir. O hâlde Ben’in dünya hakkındaki çıkarımlarının kesinliği hem Ben’in hem de Dünya’nın bir nesne olarak görülmesi ile anlam kazanabilir. Aksi durumda dünyanın içinde olgusal olarak dile getirilebilen hiçbir şeyin anlamı olamaz. Bilimin nesnel doğruları ya da yanlışları Dünya’nın ve Ben’in bir nesne olarak görülmesi ile mümkündür ki bu bakış açısı da sınırın içerisinden gerçekleştirilebilecek bir etkinlik değildir. Ben’in kendine ancak dışarıdan bakması ya da dünyaya ancak dışarıdan bakan bir bakış, içeriden olguların nesne olarak dile getirilmesini temin edebilir. Bu bakışın kendisinin “dile getirilemezliği” vardır.
“Sub Specie Aeternitatis” Bağlamında “Tractatusçu” (Est)etik
Bu bakış açısına Wittgenstein, Spinoza’dan devraldığı bir ifadeyle ezeli-ebedi bakış altında görme adını verir. Bu bakış hem etik hem de estetik bir üst bakışa karşılık gelir: “Estetik açıdan mucize dünyanın “olmasıdır”, nasıl olduğu değildir.” Bu bakış açısı nesneleri olağan bakış tarzı ile içeriden (zaman ve mekân içerisinden) gören bakıştan farklıdır. Tractatus’ta kurulan etik-estetik ilişkisi, sanatın ahlâki amaçları olması ya da sanatın yaşamın diğer tüm alanları kapsaması gerektiğine yapılan bir vurgu değildir. Tractatus’ta bu ilişki bütünüyle faklı bir bakış açısıyla belirlenir. Tractatusçu “sub specie aeternitatis” ile sanat eseri kendi başına bütün bir evren olarak görünür ya da evreni bir bütün olarak yalnızca sanat eseri görebilir.
Sanat dünyanın sıradan akışını durdurur ve olgusal dünyadaki belirli bir şey, sanat eseriyle birlikte bütünün bir temsili hâline gelir. Sanatçının nesneyle ilişkisi tanrısaldır, çünkü dışarıdandır, nesnenin içinden değildir. Bu perspektif nesneyi bir bütün olarak doğru bir biçimde görmenize olanak tanır. Wittgenstein “estetik açıdan mucize dünyanın ‘olmasıdır’” diyerek de dünyaya dünyanın dışından (ya da Ben’e benin dışından) bakan bir bakışın ancak (mistik-olan) dile getirilemeyen ile birlikte gerçekleşebileceğinin altını çizer. Konuşulamayanı dile getirme “sadece sanat” ile gerçekleştirilebilir. İçerik ile formun ya da ifade ile duygunun birliği bize etik bir söylemin estetik (şiirsel) ifadesini verir.
Diğer bir deyişle etik olanın olgusal dünyada olmadığı ve bu nedenle “etik önermelerin olmadığı” tarzında bir farkındalık, yapıtı anti-metafizik bir okumadan uzak, yapıtın ana meselesinin mistik (est)etik olduğu yönünde bir kavrayışla, dahası, yapıtın temel iddiasının teorik (öğretisel) değil, pratik (etkinlik) olduğu akıllarda tutulursa gerçekleştirilebilir. Öyle ki formel teknikleri önermeler mantığından alınmış olsa da Wittgenstein’a göre kitabın amacı tamamen etiktir. (Est)etik, aynı zamanda, anlamın koşulunun oluşması bakımından olgusal yapının bütünlüğünü temin eden bir birliktir.
Etik ve estetiğin bir oluşu sadece olasılıkların mantıksal formunda formüle edilebilir. Etik ve estetik yalnızca bu formda/ mekânda birdir. Aksi takdirde onlar anlamsızlığa mahkûmdur. Ancak diğer taraftan da bu mekânda olmaları onları dışsal yapar, bu ise imkânsızdır. Bu nedenle onlar olguların toplamı olarak dünyanın sınırında bulunurlar. Dünyaya bir yönüyle dışsaldır, ama sınırı genişletme ve değiştirme gücü ve imkânına yalnızca (est)etik bir görü(ş) sahip olabilir.
Tractatus’un önermelerini anlamsız olarak görmemek -Wittgenstein’ın ifadesiyle- “Ben’i” yanlış anlamak ve dünyayı doğru görememektir. Tractatus’un önermeleri bir bütün olarak görüldüğünde, onun düşüncenin dile getirilişinin öte tarafına dayanması zaruridir. Tractatus’un önermeleri her ne kadar sınırın içinden yazılmış gibi dursa da, kitabın susku metafiziğine doğru ilerledikçe onun, sınırın öte tarafından bütünsel (est)etik bir bakışla (sub specie aeternitatis) yazıldığı görülmektedir.
Bu nedenle Wittgenstein “Ben’i” anlayan sonunda bunların saçma olduklarını görür” diyerek ‘Ben’in bu dünyada olgusal bir karşılığının olmadığını da beyan etmiş olur. Nasıl sanat eserlerinin bir dolayımı ve formu varsa aynı şekilde Tractatus’un da bir zemini/mekânı olmak zorundadır. Sanat ise dile getirilemeyenin dilidir. Çünkü “Sanat bir ifade türüdür.” Wittgenstein’a göre, bilimsel önermeler rölatiftir. Mutlak yargının doğruluğu veya yanlışlığı saptanamayacağından, bu önermeler olgu-doğacılığı ya da anlam-doğacılığından ayrılırlar. Çünkü mutlak yargılar doğrulanamayan önermelerdir. Mutlak bir değer verme bu açıdan bakıldığında saf bir anlamsızlık olarak yalnızca etiğin konusudur. Ancak sanat, bir ifade türü olarak vardır.
Bu makaleyi okuyanlar için tavsiye yazılar:
“Varoluşçu Din Felsefesinde Kutsal-Sanat İlişkisi“
“Pozitivizmin Tarihsel Süreç İçerisindeki Gelişimi“
“Bertrand Russell’ın Felsefedeli Gelişmesi”
Kaynaklar
Bütün Bunlar Ne Anlama Geliyor?, Jullian Baggini, Pegasus Yayınları, İstanbul, 2018.
Tractatus (Est)etiği Üzerine Bir Deneme, Muharrem Hafız
Felsefe Tarihi, Alfred Weber, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2010.
Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci, Say Yayınları, 2017.
Dünya Neden Var?, Jim Holt, Aylak Yayınları, İstanbul, 2015.
Felsefe Muhabbetleri, Edmond & Warburton, Maya Kitap, İstanbul, 2016.