e-Medrese

Alman İdealizmi

Alman İdealizmi

Bu dönemde (19.yy) ön plana çıkan üç büyük Alman filozofu Fichte (1762-1814), Schelling (1775-1854) ve Hegel’dir (1770-1831). Bu filozoflar tarafından temsil edilen Alman idealizminin temel gayesi, Kant’ın (1724-1804) fenomenler ile numenler arasına koyduğu sınırı aşmak ve bu iki dünya arasında oluşan mesafeyi kapatarak yeniden metafizik yapmanın koşullarını araştırmaktır.

Kant’tan farklı olarak metafizik konuları dışarıda bırakmayan bilimsel bir sistem arayışında olmuşlardır. Teorik akıl ile pratik aklı birleştirmek suretiyle kategorileri düzenleyerek bilgimize birlik kazandırmaya çalışırlar. Dolayısıyla Alman idealizmi için felsefe, sadece teorik sahada değil, eylem ve özgürlükler alanında da her şeyi açıklamaya muktedir mutlak bir bilim olmak durumundadır. Fichte, Schelling ve Hegel’in farklılık gösterdikleri nokta, gerçekliğin bilgisine ulaşmak için takip ettikleri yöntemdir.

Fichte (1762-1814)

Fichte, Kant’ın numenlerin varoluşunu kabul etmesine rağmen onların bilinemeyeceği iddiasını ele alır ve bir şeyin var olduğunu söyleyip o şey hakkında hiçbir şey bilinemeyeceğini iddia etmenin çelişkili olduğunu dile getirir. Fichte felsefenin en temel ilkesini ortaya koymak kendisinden önceki felsefi akımları inceler. Ona göre felsefe tarihinde filozoflar çoğunlukla çıkarımların sonuçları üzerinde durmaktadırlar. Bu akımlardan ilki olan realizm ne kadar tutarlı gibi görünse de aslında nihayetinde materyalizm ve determinizmle sonuçlanır.

Realist filozoflara göre düşünce varlıktan türetilir ve nihayetinde varlıktan sadece varlık türer. Bu bakımdan realizm kendine sürekli dışsal bir otorite arar. Fichte’ye göre felsefenin en temel ilkesi “bilinç” ya da “ben-idraki”dir. Bu nedenle bilincin kendisinde hem varlığı hem de varlığın bilgisini ihtiva etmesi itibariyle idealizm realizmden daha üstündür. İdealizmin en üst sarsılmaz ilkesi de “Mutlak Ben”dir.

Fichte’nin sisteminde “Ben” “düşünen” değil, vazedici mahiyetiyle “eyleyen” olarak karşımıza çıkar. Çünkü bilinç aslında etkin bir şeydir. Dolayısıyla felsefenin başlangıç ilkesinin teorik olmaktan çok pratik olması gerekir. Zira insanın eyleyen yani ahlaki bir varlık olması, onu doğa determinizmine sıkı sıkıya bağlanmaktan kurtarmakta ve ona Mutlak’ı açmaktadır.

Felsefi bir temel olarak Ben’i sisteminin merkezine koyan Fichte’nin buradan hareketle dış dünyayı inkâr ettiği sonucu çıkarılmamalıdır. Fichte’nin sisteminde öznel bilinç ile nesnel dünya karşıtlığı, öğretinin ikinci ilkesinde ortaya çıkar. İlk ilkede “Ben” kendini özdeşlik (Ben=Ben) olarak vazederken, ikinci ilke olan karşıtlıkta “Ben”, “Ben olmayanı” kendi karşısına koyar (vazeder.) Bu bakımdan ben ile ben olmayan karşıtlığı mutlak bir karşıtlık değil, birbirini karşılıklı olarak sınırlandıran ve bu sınırlamayla tamamlayan bütün olarak telakki edilmelidir. Bu yönüyle “Ben Ben’im” başlangıç ilkesi sadece kendinin değil, ama aynı zamanda kendi dışındaki dış dünyanın temsili için de zorunludur. Dolayısıyla ancak karşıma bir ben olmayan bir şeyi vazettiğim anda, kendimi ben olarak vazetmiş oluyorum.

Üçüncü ilke ben ile ben olmayanın birliğidir. Ben ile Ben olmayan, birbirlerini karşılıklı olarak sınırlar. Ben’in kendini vazetmesi için nesnel dünyayı vazetmesi gerekir. Bu nesnel dünya, “mekân”ın kuruluşudur. Fichte, Ben’i “temsil eden” ile “temsil edilen”in birliği olarak alır. Bu tanıma göre Ben olmayan aslında Ben’in bir başka veçhesidir. Üçüncü aşamada Ben ile Ben Olmayan bir araya getirilerek sentez yapılır. Bu süreç aynı zamanda Fichte’nin diyalektik yöntemini de bize göstermektedir. Diyalektik, Kant’ta bir “yanlış düşünme mantığı” olarak sunulmaktaydı. Oysa Fichte için diyalektik verimli bir düşünmenin yöntemi yapılmıştır.

Kant’ta birbirinden kesin hatlarla ayrılan fenomen ve numen alanları Alman idealistlerinin diyalektik yöntemi ile birlikte metafizik ve bilimsel bir etkinlik itibariyle yeniden bir araya getirilmektedir.

Ahlak Felsefesi

Fichte’ye göre pratik olan teorik olana takaddüm eder. Bu öncelik zamansal değil, ontik ve mantıksal bir önceliktir. Dolayısıyla nesnel dünya teorik benin (düşüncenin) merkeze alınmasıyla izah edilemez. Merkeze Mutlak Ben (eyleyen) alınmalıdır. Buradan hareketle Fichte, nesnel dünyanın aslında ahlaki ödevimizi yerine getirmek için var olduğunu düşünür. İnsan ancak bu ödevi gerçekleştirmekle özgür olabilir. Gerçek ahlâkî davranış, özgürlüğü özgürlük için istemektir. Fichte’nin formülasyonu: Vicdanına göre eyle!” Vicdanına göre eylemek gerçek özgürlüktür. En aşağı dürtülerin ya da içgüdülerin hâkim olduğu yerde ise özgürlük yoktur. Çünkü burada “araçlar” vardır ve araçların olduğu yerde özgürlük olmaz.

Siyaset Felsefesi

Fichte’nin devlet ve hukuk anlayışı da özgürlük ilkesine sıkı sıkıya bağlıdır. Özgürlüğün, Ben’in edimsel kuruluşu itibariyle en temel başlangıç ve nihai ilke olduğu dikkate alındığında devletin ve hukukun da zorunlu, tümel ve rasyonel bir temele oturtulmuş olması gerekir. Ben yalnız başına varlık değildir ve daima başka benler (ben olmayanlar) ile yaşamaya mecburdur. Buradan da “hak” kavramı doğar. Dolayısıyla Fichte’ye göre “öteki”nin hesaba katılmadığı ve ben ile öteki arasında mutlak bir özgürlük sentezlenmediği bir yerde ne ahlaktan ne hukuktan ne de hak kavramından söz edilebilir.

Fichte’nin bu görüşünü şu şekilde de özetleyebiliriz: Düşünceleri özgürce ifade etme hakkı, benim düşüncelerimi özgürce ifade etme gücüme müdahale edebilmeye muktedir başka insan varlıklarının varoluşu olmadan hiçbir anlam ifade etmez. 1800 yılında yayımladığı “Kapalı Ticaret Devleti” adlı eserinde Fichte devlet görüşünü sistemli olarak işlemiştir. Burada Fichte devletin meşruiyetini hukuka dayandırmakta ve onun insanların özgürlüklerini güvence altına almak, doğal haklarını korumak için var olduğunu savunmaktadır.

Devlet, bireylerin hak alanlarını korur. Bu alanların başında ise mülkiyet gelmektedir. Fichte bununla, “mülkiyet herkese eşit olarak dağıtılmalıdır” demek istemez. Ona göre, mülkiyet hakkının gerçeklik kazanması demek, insanın çalışma ve kazanması için birtakım temel koşulların sağlanması demektir. Devlet, hak alanlarını korumak için zorlayıcı bir güç olarak vardır. Ayrıca devleti gerekli kılan şey, insanların ahlaki gelişimlerini henüz tamamlamamış olmaları hipotezidir. Yani eğer toplumun tek tek her üyesinin başka insanların hak ve özgürlüklerine saygı gösterdiği bir düzeye erişmiş olsaydı, devlete gerek kalmayacaktı.

Din Felsefesi

Fichte’de Tanrı canlılık, dinamiklik ve etkinlik itibariyle “ahlâkî dünya düzeni” olarak tanımlanır ve başka bir tanrıya ihtiyaç yoktur. Bu manada Tanrı herhangi bir varlık ya da töz (cevher) değildir. Bununla birlikte Fichte yazdığı yazılarda ateist olmadığını açıkça beyan eder. Fichte için Tanrı görünümü dünyada olan yaşamdır. O’nun varlığı canlı ve aktiftir. “Yaşamın kendisi” Tanrı’nın etkinliğinden ve O’nun Mutlaklığından ibarettir. Yani yaşam Onunla ve Ondandır. Onun ifadesi ve temsili görünürdeki dünyadır. Bu bakımdan Fichte için Tanrı her şeyi bir saat gibi kurup köşesine çekilmemiştir, aksine yaşam O’ndan kaynaklanır ve Tanrı daima yaratma faaliyeti halindedir.

Schelling (1775-1854)

Schelling, ne Kant’ın fenomen ile numen arasındaki mutlak ayrımını, ne de Fichte’nin benin ben olmayanı vazedici ilkesel tez-antitez ayrımını kabul eder. Ona göre özünde ve başlangıcında bilinç ve doğa birliği kabul edilmelidir. Schelling’den önce Fichte, Kant’ın birbirinden ayırdığı fenomenal ile numenal dünyalar arasında bir birlik ve bütünlük kurmaya çalışmış, bütün öğretilerini yöntemsel olarak tek bir ilkeden çıkarma yoluna gitmiştir. Bütün varlığı yaratan bu mutlak ve tek ilke eylemdir. Bu eylemin öznesi ise Ben’dir.

Schelling’de Ben, Mutlak Ben’dir ve Fichte’de olmadığı biçimiyle Tanrı yerine geçer. Kant sonrası ortaya çıkan iki dünya arasındaki ayrımı Fichte pratik akılda çözmeyi denerken, Schelling bu birliği doğa ve sanat alanında aramıştır. Schelling’de Ben, “Ben olmayan” aracılığıyla senteze ulaşılacak bir şey değildir. Ben, bütün gerçekliğin temelindeki şeydir. Dolayısıyla Mutlak Ben (A=A) felsefenin başlangıç ilkesidir. Ayrıca tüm gerçekliğin temelindeki ilke olarak Mutlak Ben, nesne dahi olmadığından hakkında bilgi sahibi olamayacağımız ve sadece sesini duyabileceğimiz bir şeydir. Mutlak Ben, kendini ancak kendi kendisi yoluyla koşulsuz olarak bildirir. Mutlak Ben koşullu olana bağlı olmadığından, sadece kendisine ve bu bakımdan kendi varlığına özdeşlikle bağlıdır. Ayrıca bu özdeşlik varlığın biricik koşuludur. Zira özdeşliği kendi varlığının biricik koşulu olan bir şey var olmasaydı, hiçbir şey var olamazdı.

Doğa Felsefesi

Schelling her ne kadar Fichte gibi felsefeyi bilimsel sistematiği içerisinde tesis etme gayreti içinde olsa da ondan ayrıldığı en temel nokta sanatçı yaratılışta olmasıdır. Schelling, Fichte’nin ahlak idealizminde eksik olan yönün doğa olduğunu düşünür. O, doğayı kendi kendini açan, yaratan ve üreten organik bütünsel bir varlık olarak kavrar. Bu açılım Fichte’nin Mutlak’ından farklı olarak aynı zamanda Tanrı’nın dışa vurumu olarak görülür. Ayrıca Schelling Kant’ın teorik ve pratik akıl arasındaki ayrımına Spinoza’nın tözsel monizm görüşü üzerinden karşı çıkar.

Romantik bir filozof olması itibariyle Schelling doğayı yüce dehânın bir sanat eseri olarak görür. Doğa onun için, yaratıcı bir sanatçının elinden çıkmış, gizemli ve mucizevi tarzda yazılmış olan bir şiirdir. Ancak bu herkese açık olan bir dille de yazılmamıştır, onu ancak okumasını bilenler anlayabilir. Schelling’e göre doğa tıpkı Spinoza’nın doğa tanımı gibi, bir yanıyla yaratıcı, bir taraftan da yaratılmış doğadır. Spinoza’nın bu ayrımında eksik olan “özne”dir. Schelling’e göre de yaratıcı faaliyetin öznesi olan Mutlak Ben’dir, yani Tanrı’dır. Doğadaki nesnelerin anbean oluşumu Mutlak Ben’in kendini ifade etmesinden başka bir şey değildir.

Transandantal İdealizm

Schelling’e göre her bilgi öznel olanla nesnel olanın birliğine dayanır. Bilgimizde nesnel olan doğayı, öznel olan ise bilinci temsil eder. Schelling’in transandantal idealizmiyle amaçladığı şey ise ikisinin birliğini ispatlamaktır. Schelling için öznel olan ile nesnel olan arasında mantıksal ya da zamansal öncelik-sonralık ilişkisi söz konusu değildir. Onun felsefesini Fichte’den ayıran yön de burasıdır. Özdeşlik ilkesi itibariyle Mutlak Ben’in yani Tanrı’nın idraki ise hakiki öz-bilincin idrakidir.

Sanat Felsefesi

Schelling, Mutlak Ben’in özsel temsil edilemezliği ilkesini bozmadan O’nun nesnelleşmesinin bir ayağında “zihinsel idrak” kavramını felsefi refleksiyon bağlamında kullanırken, “estetik idrak” kavramını sanatsal dışavurum bağlamında kullanmaktadır. Schelling açısından zihinsel idrak filozofun, estetik idrak ise sanatçının kavramasıdır. Mutlak Ben, zihinsel idrakin nesnel olmayan konusu iken, sanatsal ifade açısından estetik idrakin nesnel konusu haline gelir. Schelling’e göre felsefenin hiçbir zaman göstermeyi dahi umut edemeyeceği şeyi sanat başarıyla gerçekleştirir.

Sonuç olarak Schelling için transandantal felsefenin tümü, kendini idrakin en üst mertebesi olan sanata, aşamalı yükselişin tasviridir ve sonlu ile sonsuzun nihai özdeşliği sadece sanat aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Bu bakımdan, transandantal felsefe sadece sanatın özü doğru bir biçimde anlaşıldığında nihai amacını gerçekleştirebilir. Felsefi düşünümün konusu olan Mutlak Ben, bu nedenle en üst düzeyde sanatın da konusudur. Dolayısıyla Mutlak Ben’in sürekli kendini vazetmesi sanat ve estetik ile mümkündür.

Negatif ve Pozitif Felsefe

Schelling’e göre felsefenin ya da felsefi aklın Tanrı hakkındaki yargıları, çoğunlukla O’nun ne olmadığı üzerine yoğunlaşır. Pozitif felsefenin görevi, vahiy ve mitoloji mantığını anlamak ve insanın en temel ihtiyacı olan Tanrı ile yakın temasın fiilî olarak karşılandığı inancı ortaya koymaktır. Bu yönüyle mitoloji ve vahiy felsefeleri, Tanrı’nın varlığını kanıtlamaktan çok vahyin olgularının “doğaüstü doğası”nın ideal yapısını göstermesini amaç edinir. Ancak bu noktada pozitif felsefenin kökenindeki “pozit”in Tanrı’nın kendini felsefe ya da sanat aracılığıyla anbean vazedici etkinliğiyle bağlantılı olduğu akıllarda tutulmalıdır. Yoksa buradaki pozitif ya da negatifliğin matematiksel olumluluk (+) ya da olumsuzluk (-) ile hiçbir ilgisi yoktur.

Hegel (1770-1831)

Kant sonrası ortaya çıkan teorik ile pratik arasındaki keskin ayrımı yeniden sistemli bir bütünlüğe kavuşturma sürecinin 19. yüzyıldaki en önemli ve son filozofu Hegel’dir. Zaten Hegel’den sonra da felsefe tarihinde böylesine bütünlüklü ve sistemli bir yapı ortaya çıkmayacaktır. Bu bakımdan Hegel Alman idealizminin doruk noktasını oluşturur. Ayrıca 19. yüzyılın en etkili düşünce sistemlerinden birini ortaya koyan Hegel felsefesi anlaşılmadan Söz gelimi, Marksizm’in ve çağımızın ideolojik düşünceleri ve bu düşünceler arasındaki çatışmaların anlaşılması mümkün değildir.

Alman İdealizminin son filozofu olan Hegel, tamamıyla kendi içine kapalı, yöntem bakımından birlikli ve içeriği bakımından zengin bir sistem ortaya koymuştur. Bu felsefe aynı zamanda felsefe tarihindeki en son büyük sistemdir. Çünkü pozitivist bir akım karşısında Hegel felsefesi yıkıldıktan sonra, onunki gibi büyük bir sistem kurma denemesine artık girişilmemiştir. Hegel’in felsefesi, Kant’tan sonra akılcılığın da doruk noktasıdır. Fichte’de “ben” nasıl kendini vazederek hem kendini hem de “ben olmayanı” ortaya koyuyorsa, Hegel’de de “asıl gerçeğe” deneye hiç başvurmadan, salt düşünmenin sınırları içinde kalınarak varılmaya çalışılır. Çünkü Hegel’e göre felsefe, nesnelerin düşünce ile görülmesidir. Nesnenin kendisi de özne gibi rasyoneldir. Dolayısıyla özne ve nesne aynı ilkenin, aynı aklın başka başka şekillenmeleridir. Hegel’in genel felsefesini incelediğimizde üçlü sistematik yöntemin onun sisteminde yapı taşı olduğu görülür. Bu bağlamda Hegel’in sistemi sırasıyla mantık, doğa ve tin felsefesinden oluşmaktadır.

Mantık Felsefesi

Mantığa büyük bir önem atfeden Hegel bu konuda onu metafizikle özdeşleştirecek kadar ileri gider. Hegel’in mantık felsefesi geleneksel formel mantıktan farklıdır ve bütün gerçekliği, yani bütün nesneler dünyasını içine alır. Evrende var olanların mantıksal birliği Hegel sistemi için kaçınılmazdır. Bu bakımdan Hegel mantığı, fenomenleri numenlere taşımak ister. Zira Hegel için fenomenler ile numenler arasında mutlak bir ayrım ya da karşıtlık yoktur. Zira Hegel’e göre “akılsal olan gerçektir, gerçek olan akılsaldır.” Hegel, Descartes ve Kant’tan farklı olarak bilmeyi değil, diyalektik gelişmeyi felsefesinin merkezine koymuştur.

Diyalektik hareket, düşüncenin varlığı bir bütün olarak kavramasına ve varlığın da bilincine erişip özgürlüğünü elde etmesine kadar sürüp gider. Böylece onun felsefesi, düşünce ve varlığın gerçekleştirdiği üçlü diyalektik gelişimin anlaşılmasıyla mümkündür. Hegel, öncelikle bu üçlüyü varlık, yokluk ve oluş olarak ortaya koymaktadır. Hegel diyalektiğinin başlangıç aşaması saf varlıktır. Bu bakımdan mantığın en soyut ve içerikten yoksun tümel kavramı “varlık”tır. Ancak Hegel’e göre varlığın, yokluktan hiçbir farkı yoktur. Bu bakımdan saf “varlık” idesini yokluktan kurtarmanın yegâne yolu ona içerik ve belirlenim kazandırmaktır. Bu noktada Hegel varlıktan yokluğa, ondan da oluşa doğru diyalektik bir yol takip eder.

İkinci aşama olan yokluk ise Hegel diyalektiğinde varlığı olumsuzlar. Varlığın olumsuzlamasıyla birlikte saf varlık içerik kazanır. Ancak bu olumsuzlama varlığın mutlak olumsuzlaması da değildir. Bu bakımdan varlıktan yokluğa geçilirken, yokluk da varlığı olumsuzlamak suretiyle oluşa geçişi temin eder. Böylece oluş, hem varlığı hem de yokluğu kendi içine alarak diyalektik bir süreç izlenir. Dolayısıyla kendi karşıtını kendi içinde içererek gelişme düşüncesi bir çelişki mantığı içerisinde oluşu karşımıza çıkarmaktadır. Hegel klasik metafizikte olduğu gibi varlığın karşısına hiçliğin, hiçliğin karşısına da varlığın konulmasına itiraz eder. Hâlbuki oluş dâhil bütün kavramlar, karşıtlarıyla gerilimli bir birlik ve dolayım içinde kavranabilirler.

Bu bakımdan oluş şu ikili hareketten ibarettir: Oluş ya hiçlikten varlığa doğru bir ortaya çıkış ya da varlıktan hiçliğe doğru bir yok oluş hareketidir. Varlık ile hiçliğin birlikteliğinden ötürü oluş içerisinde her oluş bir yok oluş, her yok oluş da bir oluştur. Hegel’in mutlak idealizmini özetleyen bu cümle Herakleitos’un yol benzetmesiyle söylenecek olursa, aşağı ve yukarı, düz ve eğri, başlangıç ve son, giriş ve çıkış bir ve aynı şeydir. Dolayısıyla oluş, varlık ile hiçliğin birliğini ve hakikatini ifade eden sentezdir. Varlığın oluş olarak anlaşılması, “varlık” olarak Mutlak ile “oluş” olarak Mutlak’ın bir ve aynı olduğunun idrakini gerektirir. Böylece bir şeyin hem var hem yok olması, onun bir oluş süreci içerisinde olması dolayısıyladır.

Doğa Felsefesi

Mantık felsefesi, idenin kendinde olduğu şekliyle ele alınması iken; doğa felsefesi, görünen ideyi konu alır. Tin felsefesi ise ide ile doğanın birliğidir ve her iki felsefenin sentezidir. Doğa felsefesi Hegel için uzay ve zaman içindeki evreni oluşturan fiziksel, kimyasal ve organik şeyler üzerindeki bilgimizdir. Hegel sisteminde bütün var olanların Mutlak’ın kendini açması ve ifşâ etmesi bakımından anlaşıldığında bütün varlık çeşitlerinin arkasında ve temelinde bulunan ilkeye Hegel, “ide” ya da “tin” der.

Mantığın konusu olması bakımından kendinde idenin ilk dışa vurumu doğada gerçekleşir. Yani kendinde ide kendini ikinci aşama olan doğada dışa vurmaktadır. Doğa aşamasında ide artık kendi değildir, kendisine yabancılaşmış ve kendi özü ile çelişik bir aşamaya geçiş yapmıştır. Hegelci diyalektikte her bir kavramsal kategori, kendinden önceki karşıtıyla birlikte bir üst kavramsal kategoride içerilmektedir. Bu bakımdan “kendinde ide”, “doğada görünüşe çıkan ide” olmaktadır.

Tin Felsefesi

Hegel’in sisteminde önce salt formlarla uğraşan matematiksel “mantık”, ardından uzay ve zaman içindeki objeleri kendisine konu yapan “doğa felsefesi” ve son olarak da insanı kendisine konu yapan “tin felsefesi” gelir. Hegel’e göre bu üç alan ve bilim diyalektik olarak birbirine bağlıdır. Tin felsefesi de kendi içinde öznel, nesnel ve mutlak bir tarzda aşamalı olarak ilerlemektedir.

Öznel Tin

Tin, bu aşamada ben bilincinden yoksun olarak, sadece birtakım duygulara sahiptir. Duyguların tikelliği içinde adeta kaybolan tin, bu aşamada gerçekleşmesini beden yoluyla sağlar. Bir sonraki düzey, bilinç düzeyidir. Bu noktada öznel tin, nesne ile karşılaşır. Üçüncü düzeyde ise başka benliklerle karşılaşan, onları hem kendinden ayıran hem de kendisiyle özdeş gören bilinç vardır.

-Nesnel Tin

Öznel tin, sosyal ve politik ilişkiler alanında nesnelleştirir. Böylelikle nesnel tin, ahlâk ve siyaseti ortaya çıkarır. Nitekim nesnel tinin ilk evresi hak alanıdır. Birey, şahsiyetini önce mülkiyetle gerçekleştirir. Her kanuni şahıs, özgür faaliyeti sonucunda mal sahibi olma ve mülkiyetinden vazgeçme hakkına sahiptir. İnsanın mülkiyetten vazgeçmesi bizi sözleşme düşüncesine götürür. Sözleşme, herkesin iradesinin ve hukukunun geçerli olduğu, devletin tohum halinde bulunduğu kamu alanıdır.

Hegel’e göre ahlaklılık bireysel iradeleri fikrin ortak hizmetinde birleştirmek amacını güden birtakım kurumlarda gerçekleşir. Buna göre en temel ahlaki kurum ailedir. Toplum ve devlet bu kurum üzerine inşa edilir. Nesnel ruhun en yüksek ifadesi olan devlet ise bireylerin hak ve ödevlerini tesis edip korur. Bu çerçevede devlet, iradenin ahlaki olarak gerçekleşmesidir. Hegel’in devleti, kendi genel amaçlarıyla yurttaşlarının kişisel çıkarlarını birleştiren, birinin tatmin ve gerçekleşmesini diğerinde bulan devlettir. Bu devlet, esasen Tin’in kendi kendisini diyalektik olarak açımladığı araç ve alandır.

-Mutlak Tin

Hegel felsefesinin son durağı Mutlak Tindir. Devlet ne kadar mükemmel olursa olsun, idenin yöneldiği son gaye değildir. Tin’in özü, özgürlük ve bağımsızlıktır. Hegel, gerçekliği bu yönüyle bütün bir organik süreç olarak düşünür. Onun gözünde gerçekten var olan Mutlak’tır. Bu bakımdan Hegel felsefesi onun Mutlak Tin anlayışından ayrı düşünülemez. Hegel’de felsefenin konusu “Mutlak”tır. Bu kavram teolojik terimlerle ifade edildiğinde Tanrı’dır.

Bununla birlikte, Mutlak ile Hegel, dünyadan ayrı ya da ona aşkın ilahi bir gerçekliği anlamaz. Hegel için Mutlak, bir bütün olarak gerçekliğin kendisi yani bütün bir evrendir. Felsefe hakiki olanla meşgul olur, hakiki olan ise bütündür. Bu bakımdan Hegel’e göre Mutlak Tin, empirik tecrübeden ayrı, aşkın bir varlık değildir. Mutlak, kendini somut bir biçimde ortaya koymaktadır. Mutlak Tin kendini sırasıyla sanat, din ve felsefe aracılığıyla dışa vurur. Buna göre Mutlak; sanat, din ve felsefe arasındaki diyalektik etkileşim üzerinden kendini ifşâ eder. Bu bakımdan Hegel, milletlerin tarih boyunca en derin düşünce ve kurumlarını sanat ve din aracılığıyla oluşturduğunu, milletlerin din ve felsefelerini anlamanın da onların sanatlarını anlamakla mümkün olduğunu vurgulamaktadır.

Sanat Felsefesi

Hegel’e göre hakikat kendini göstermese hakikat olamazdı. Yani kendini göstermeyen tin, tin değildir. Bu bakımdan tinin kendini açması ve göstermesi onun en temel faaliyetidir. Mutlak Tin’in kendini ortaya koyduğu öncelikli aşama sanattır. Sanat, Mutlak Tin’in ideal olarak dışa vurumunun ilk aşaması ve idenin ilk somut şeklidir. Dolayısıyla, Hegel’e göre estetik duyarlılığı olmayan insanlar, sözde filozoflardır.

Sanat, ayrıca Mutlak’ın kendini ifade edişinin bir üst aşamasına geçmeden de kendi içinde diyalektik olarak üç evreden geçer. Bunlar sanatın en soyut ifadesi olan sembolik (ya da kutsal) sanat, daha somut ifade edilişi olan klasik sanat ve ölümün daha etkin bir biçimde vurgulandığı romantik sanattır. Hegel’e göre diyalektik süreçte sanat işlevini yerine getirir ve tıpkı dinin mutlak felsefi düşünce aracılığıyla aşıldığı (öldürüldüğü) gibi sanat da dinî düşünce aracılığıyla aşılır ve bir üst düzlemde içerilmek suretiyle yok edilir.

Din Felsefesi

Hegel’e göre Mutlak Tin olarak Tanrı’nın kendini gerçekleştirdiği ikinci aşama dindir. Sınırlılığını kendi içinde taşıyan sanat nihayetinde, Mutlak Tin’i ifade etme girişiminde kusurludur. Bu nedenle sanat, yerini daha yüksek bir bilinç formuna (din ve ardından felsefeye) bırakır. Hegel açısından sanatın sonu ya da ölümü bir sonraki aşama için zorunludur. Sanattan sonra gelen form olan dinde ise Tin, bilincin derinliklerine ve kendi içine yeniden çekilir.

Hegel’in din felsefesi söz konusu olduğunda, onun Tanrı anlayışının, kendisinden önceki Tanrı anlayışlarından farklı olduğu akıllarda tutulmalıdır. Hegel kendi görüşünü rasyonel teolojinin Tanrı kavrayışından ayırarak, diyalektiğini bu noktada etkinleştirir ve felsefenin daha üst bir düzlem olduğunu savunur. “Tanrı yalnızca kendinde olmak değildir; keza zorunlu olarak kendi için vardır. Tanrı, mutlak Tin’dir. Hegel’in ifadesiyle sanatın nesnelliği ve dinin öznelliği sadece felsefi düşüncede diyalektik olarak birleşir.

Mutlak Felsefe

Hegel sisteminin son durağı mutlak felsefedir. Felsefe Mutlak’ın bilgisini bir anda vermez. Çünkü böyle bir bilgi diyalektik bir sürecin ürünü olmak durumundadır. Hegel sanat, din ve felsefe aracılığıyla idenin bütün insanlık tarihi boyunca uzanan sürekli bir gelişimini Mutlak Tin’in kendini ifadesi olarak anlar. Din, sanat ile felsefe arasında yer almaktadır. Çünkü din, Mutlak olana ulaşmada ara yoldur. Bununla birlikte Hegel’in, sistemine sembolik sanat (kutsal sanat) ile başlaması ve bu sanatı soyut olması itibariyle eleştirmesi ve yeniden Tanrı’nın saf idraki itibariyle mutlak felsefe ile bitirmesi kendi içinde bir döngüsellik arz etmektedir.

Bu makaleyi okuyanlar için tavsiye yazılar:
“Pozitivizm”
Alman İdealizminde Fichte’nin “Ben” Felsefesi
Hegel ve Tarih Felsefesi

Kaynaklar

Felsefe Tarihi, Alfred Weber, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2010.
Felsefi Açıdan İmanı Temellendirme, Ferit Uslu, Ankara Okulu, Ankara, 2012.
Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci, Say Yayınları, 2017.
Din Felsefesine Giriş, Mehmet Bayraktar, Eski-Yeni Yayınları, İstanbul, 2010.
Gençler İçin Batı Felsefesi, Luc Ferry, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2015.


BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

eMedrese bir İlmiye Vakfı projesidir.