Bugün Kur’an’ı Anlamak İçin En Çok İhtiyaç Duyduğumuz Şey Nedir?
Kur’an, ısrarla kendisinin bütün insanlar ve inananlar için “kolaylaştırılmış” bir kitap olduğunu söyleyip dururken; O’nun “zorlaştırılmış”, “kapalı”, “şifrelerle dolu” veya “sadece bazı uzmanların çözüp anlayabileceği” bir kitap olduğunu söylemek, ya cehalet ya gaflet ya da ihanettir. Müslümanların içinde bulundukları düşünce tembelliği, zihin bulanıklığı, karamsarlık, bilgi üretememe, bağnazlık, parçalanmışlık ve sefalet bu zihniyetin bir sonucu olarak Kur’an’ın hayattan uzaklaştırılmasına yol açtı.
Aslında Kur’an’da sıkça vurgulanan mubîn, beyan, tebyin, tafsil, teysir yani açık, açıklayıcı, anlaşılır, iyice izah edilmiş ve kolaylaştırılmış gibi kelimeler, adeta mucizevî bir ihbar niteliğindedir. “Biz Kur’an’ı anlayamayız”, “Kur’an bu güne kadar anlaşılmadı ki bu gün anlaşılsın!” gibi ifadelerin yanlışlığını belirtmek üzere Cenab-ı Hak yeminle: “Andolsun ki, Biz Kur’an’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Yok mu öğüt alan?” (Kamer, 54/17) buyurmaktadır. Kur’an’ın kolaylaştırılması, onun lafzının, manasının, onu düşünmenin, ibret ve öğüt almanın, hüküm ve hikmetlerinin, örnek ve kıssalarının ve onu yaşamanın kolay olduğudur.
Allah, aynı sûre içinde bu ayeti dört kez tekrar etmektedir. Bu yemini, peygamber, melek veya insan değil, bizzat Allah yapmaktadır. Bundaki temel gaye, Kur’an’ın kolaylaştırılmış bir kitap olduğu konusunda zihinlerinde şüphe olanları, bu anlayışlarından uzaklaştırmaktır. Öyleyse biz bu konuda Allah’ın dediklerine mi yoksa insanların taklit ve taassuba dayanan kanaatlerine mi itibar edeceğiz? Allah’ın defalarca yeminiyle ve birçok ayette vurgu üzerine vurgularla anlaşılır olduğu bildirilen bir kitabı, anlaşılmaz diyerek insanlığı bu kitaptan uzaklaştıranlar bu hesabı nasıl verecekler?
Kur’an’ı anlamak, Allah’ın özelde mü’min, genelde tüm insanlık üzerindeki hakkıdır. Buna göre Kur’an’ı anlamak için gayret edenler, Allah’ın ve Kur’an’ın hakkına riayet ediyorlar demektir. Kur’an’ın anlaşılmazlığını iddia edenler ise, Allah’ın ve Kur’an’ın hakkını görmezden geliyorlar. Kur’an kendisine iman edene, onu anlamayı dini bir sorumluluk olarak yüklemektedir. Kur’an’ın sık sık mubîn sıfatıyla anılması, muhatabına verdiği “Ben açık ve anlaşılır bir kitabım” mesajıdır. Kur’an vahyini ilk olarak “oku” emriyle başlatan Allah, anlamı olmayan bir okumayı emretmiş değildir. Zira Kur’an, akletmeyenleri, düşünmeyenleri, “varlıkların en şerlisi” olarak nitelendirmektedir (Enfal, 8/22).
Kur’an’ın kapağını açıp da birkaç sayfa okuyan bir Müslüman, Allah’ın Kitabı’nın ne kadar kolay anlaşılır, ne kadar çekici ve ne kadar kuşatıcı bir kitap olduğunu hemen fark edecektir. O okunmayı ve üzerinde düşünmeyi özendiren bir çekiciliğe, doğru ve sade olmanın güzelliğine sahiptir. İnsan fıtratı ile uyumludur. Ruhu coşturur, duyguları harekete geçirir. İbretli açıklamaları bitmez. İstediği kadar reddedilsin, bu yüzden yıpranmaz, değerini yitirmez. İnsan ruhu, onunla ne kadar kaynaşırsa samimiyet ve dostluğu daha da artar.
Kur’an’ın kolaylıkla anlaşılabileceğini söylerken onun bütün ayetlerinin, herkes tarafından aynı seviyede anlaşılabilir olduğunu kastetmiyoruz. Kur’an’ın elbette anlam derinlikleri, anlaşılması daha fazla mesai gerektiren ayetleri vardır. Fakat bunlar özel ve istisnai durumlardır. Bunlar, Kur’an’la birlikteliğimiz, tefekkür ve tedebbürümüz arttıkça azalacak hususlardır. Bir takım konular da vardır ki onu, işin uzmanlarına sormak gerekir. Kur’an bütün mü’minler için gönderilmiş bir kitap olmakla birlikte, bugün Kur’an’ı anlamak nedense bir ‘uzmanlık alanı’ gibi sunulur veya algılanır olmuştur.
Kur’an’ı anlamak için mutlaka Arapça bilmek gerekmez, Arapçayı öğrenmek ve bilmek en iyisidir. Fakat herkesin buna imkân ve kabiliyeti yoktur. İnandığı halde ömründe bir kez olsun bir tefsir veya meali kendi ana dilinde bile okumayanlara Arapçasını nasıl öğreteceksiniz? Kaldı ki Arapça bilmekle Kur’an’ı anlamak ve yaşamak ayrı şeylerdir. Nice Arapça bilenler vardır ki Kur’an’ın mana ve ruhundan habersizdir. Hatta bunların bir kısmı Kur’an’a savaş açmışlardır.
Dolayısıyla Arapçayı bilmeyen bir insanın da Kur’an’ın manasını anlamaya çalışmaması ve bunu bir mazeret olarak ileri sürmesi kabul edilemez. Arapça bilmeyen bir insan da rahatlıkla Kur’an’ı öncelikle kendi dilindeki meal ve tefsirler aracılığı sonra da çok istisnai konularda anlamadığı yerleri de işin uzmanlarından sorup öğrenebilir. Esefle ifade etmek gerekir ki Kur’an’ın anlaşılır olmadığını savunanların gaflet ve cehaleti burada kalmamış, meal ya da tefsir okumanın yanlış bir iş olduğunu söylemeye kadar vardırılmıştır.
Kur’an’da Yüce Allah, hak ve hakikati o kadar güzel bir üslupla açıklamaktadır ki, Kur’an’ı anlayarak okuduktan sonra ondaki hakikatlerden ibret almamak mümkün değildir. Yüce Mevlâ bize gizemli ve şifreli bir kitap gönderseydi hiçbirimiz sorumlu olmazdık. Bazı ayet veya konular hakkında anlamsız ve uzun tartışmalara girenler içinse Kur’an açık ve net bir duyuruda bulunuyor: “Andolsun Biz bu Kur’an’da, insanlar için her türlü misal ve öğüdü, farklı üsluplarla tekrar tekrar ifade ettik. Fakat birçoğu bunları anlamadı. Zira bütün varlıklar içinde tartışmaya en düşkün olan, insandır”(Kehf, 18/54; En’am, 6/105). Allah’ın ayetleri ne kadar açık ve ne kadar anlaşılır bir dil ve üslûp ile gelmiş ve anlatılmış olursa olsun, onlar, yine de anlamaya yanaşmazlar; inat ve inkârlarından ötürü maksatsız ve boş tartışmayı sürdürmek isterler.
“Biz bu Kur’an’ı sıkıntıya düşesin diye indirmedik. Yalnızca, (Allah’tan) sakınanlara bir öğüt, bir uyarı olsun diye indirdik” (Taha, 20/2-3). Bu ayette de Kur’an’ın indiriliş amacı açıkça belirtilmektedir. Kur’an’ın öğretileriyle insana teklif edilen ahlakî disiplin, insanın sevincini daraltmak ya da söndürmek amacını taşımamaktadır. Aksine, insanın doğru ve eğrinin ne olduğu konusundaki bilincini derinleştirmek suretiyle bu duyguyu pekiştirmesi amacına dayanmaktadır. Bu kitap zorluk çekmeden okunabilen, rahat anlaşılır, akıcı ifadeli bir kitaptır. Getirdiği yükümlülükler de insan gücünü aşmaz. Kur’an, insanın Allah’a bağlı olmasının hoşnutluk ve birliktelik bilincini sağlar. Zaten “Allah kullarına rahmet etmeyi kendi zatına bir yasa olarak belirlemiştir” (Maide, 5/12). Bu nedenle yüce Allah, asla kullarının sıkıntıya girmesini istemez. “Allah sizin için kolaylığı diler, O size zorluğu dilemez” (Bakara, 2/185).
Allah, Kur’an’ı anlama konusunda da bizim samimiyetimize göre muamele etmektedir: “Ey Müminler! Allah’a karşı saygıyla tam bir sorumluluk bilinci içinde olursanız, O da size neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlayıp kavrama kabiliyeti bahşeder; üstelik geçmişteki hata ve günahlarınızı yok sayıp sizi bağışlar. Şüphesiz Allah çok lütufkârdır” (Enfal, 8/29). İnsanın akıl ve vicdanının işlevini engelleyen maddî ve özellikle mânevî faktörlere karşı takvâ ilâcının tavsiye edilmesi, müminler için eşi bulunmaz bir fırsat ve imkân teşkil etmektedir. “Kim Allah’a gönülden saygı duyar ve O’na karşı gelmekten sakınırsa, Allah, zorluklar karşısında ona bir çıkış kapısı açar” (Talak, 65/2).
Peygamberimiz bu ayeti, uykusu gelinceye kadar tekrar tekrar okumuştur (Ahmed, Kitabü’z-Zühd, I, 77). Hayatın problemleri ve Kur’an’ı anlama konusunda elinden geleni yaptıktan sonra gücünü aşan konularda samimi olan inananlar için, bu ilahi yardım her zaman geçerlidir. Kur’an-ı Kerîm’de takvânın, insana problemlerden çıkış yolu sunduğu, hayat yolunda yürürken önünü aydınlatan bir nur oluşturduğu başka ayetlerde de ifade buyurulmuştur (Hadîd, 57/28).
Kur’an’ı anlamaya çalışmak, ayetleri üzerinde düşünmek her şeyden önce bizzat Allah’ın emridir. Kur’an’ı kutsallaştırıyorum iddiasıyla inananlarla Kur’an arasında perde çekenler ve Kur’an’ı anlamaya çalışanları neredeyse din dışı ilan edecek kadar ileri gidenler var. Bunlar acaba Müslümanları, müşrikler kadar yetenekli saymıyorlar mı? Çünkü Yüce Allah, müşrikleri de Kur’an’ı anlamaya ve üzerinde düşünmeye davet etmektedir. Şu halde, Müslümanların Kur’an’ı anlamayacaklarını iddia edenler, onların müşrikler kadar bile anlamadan yoksun olduğunu söylemiş olmazlar mı? Bunlar için “Sana bu Kitabı, her şeyi açıklayan ve Müslümanlara yol gösterici, rahmet ve müjde olarak indirdik”(Nahl, 16/89) gibi onlarca ayetin hiçbir anlamı yoktur.
Bütün bu bilgilerden sonra şunu söyleyebiliriz: Her insan, yeteneklerine, bilgi birikimine, ilgi yoğunluğuna bağlı olarak Kur’an’ı anlamaya çalışmalıdır. Kur’an’ı anlamak, herkesin hakkı ve anlatmak da doğru bilenlerin vazifesidir. Bilmeyenler, her zaman onu anlama gayretinde olmalı, bilenler de bütün çabalarını onu doğru yorumlayıp doğru ifade etmede kullanmalı ve onun anlaşılmasını yaygınlaştırmalıdır. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak için Allah’ın rahmetinin insan akıl ve idrakine sunulmuş en büyük armağanıdır. Onu anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık, anlatmaksa onun nuruna muhtaç gönüllere saygı ve vefanın ifadesidir.
Bir başka ifadeyle birilerinin sıkça dile getirdiği gibi Kur’an’ın, anlaşılma problemi yoktur, onu yaşamama problemimiz vardır. Hayatlarını Kur’an’a uydurmayanlar, Kur’an’ı kendilerine uydurma gayretine girmektedirler. İşte asıl problem burada başlamaktadır. Biz Kur’an’ın temel esaslarını samimiyetle uygulayan örnek bir ümmet olabilseydik, insanlar bölük bölük İslam’a koşarak gelirlerdi. Bir diğer husus da Kur’an’ın verdiği bilgilerle yetinmememiz, gereksiz ve teferruat meselelere, temel konulardan daha fazla değer vermemizdir. Bütün bunlar bizim Kur’an’ı anlamamızın önündeki kendi ihdas ettiğimiz engellerdir.
Prof. Dr. Musa BİLGİZ Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı
Kur’an’da 1-) herkesin anlayabileceği net / muhkem basit konular, 2-) ancak o konunun uzmanlarınca anlaşılabilecek zor, çetrefil hususular vardır. Kur’an’ı doğru anlayıp yorumlamak da herkesten evvel Tefsir alimlerine yüklenmiş bir vazifedir.
Tefsirci, yani Kur’ān yorumcusu, bağımsız bir tefsir usulünün var olduğu bilinciyle; Fıkıh usulünün elfâz bahisleri ile sınırlı kalmaksızın, Dilbilim, Anlambilim, Yorumbilim ilkelerini iyi öğrenip, bunların gereğine inanıp, onlardan kaçmayıp, korkmayıp, bunları Kur’ān yorumuna uyarlamalı ve Tefsir esnasında bunları mutlaka uygulamalıyız. Aksi takdirde, ‘anlamada keyfîlik’ ya da öznellik meselesi gündeme gelecek; ihtilâfların önü alınamayacak ve her kafadan bir ses çıkması ‘rahmet’ sanılmaya devam edecektir. İlim denilen şeyin; doğrulanabilir ve yanlışlanabilir olması gerekirken, bu durumda herkes her ayete kendi indî (istediği) anlayışlarını kutsal bir iş yapıyormuş edasıyla tefsir eserlerine doldurmaya devam edecektir.
Kur’ān yorumcusu, ele aldığı metnin boşluğa inzâl edilmediğini, kendisine de indirilmediğini; 610-632 yılları arasında Mekke-Medine çevresinde nazil olduğunu, Hazret-i Muhammed aracılığı ile o çağın insanına ulaştırıldığını, ilk muhataplarının Arap toplumu olduğunu dikkate alan; kelime ve cümlelere bu çerçevede anlam yükleyen ve o ayetten −aslî anlamını yok etmeden− günümüz sorunlarına ışık tutacak/çözüm üretecek sonuçlar çıkaran kişidir.
İyi bir yorumcu, çok sayıda anlamı zenginlik olarak değil, bir tür keşmekeş, anlamsızlık ya da ifade zaafı olarak değerlendirir; muhtemel anlamları ciddi bir araştırma ile teke indirmeye çalışır; ayetin nazil olduğu ortamda henüz ilgili ilim dallarındaki anlamları ile daralmamış bulunan salât, zekât, zulm, ittikā, kur’ān, feth, sure, secde, fitne, huşû’ gibi kelimeleri öncelikle, kök mânaları ile anlar ve şer’î mânalarını buna göre belirler. Çünkü herhangi bir ayeti gördüğümüzde, okuduğumuzda ya da dinlediğimizde, gördüğümüz kalıp ya da işittiğimiz veya çıkardığımız ses, −sadece o− inzâl edilmiş değildir. Bu kalıp/ses, taşıdığı anlamla birlikte inzal edilmiştir. O da Hazret-i Peygamber ve ilk muhatapların üzerinde uzlaşabildikleri anlamdır. “Bir anlamın ilkin vahyedilen aslî anlamın dışında kalıp kalmadığı nasıl tespit edilecek?” sorusuna ise “Kur’ān’ın inzâl edildiği döneme giderek; Hazret-i Peygamber ve çağdaşlarına başvurarak; Kur’ān bütünlüğü içerisinde anlayarak” şeklinde cevap verilebilir.
(a) Bunu mecburen selbî bir yaklaşımla, yani neyin olamayacağını belirterek, anlatmak durumundayız: Bir Kur’ān cümlesine yakıştırılan herhangi bir anlam Hazret-i Peygamber’e ve çağdaşlarına yabancı ise Kur’ān’ın inzâl edildiği dönem insanı için bir anlam ifade etmiyorsa, yani ilk muhatapların gerek dünya algıları gerekse bilgi ve idrak kapasiteleri itibarıyla metinden öyle bir anlam çıkartmaları mümkün değilse, o anlam/lar Kur’ān değildir. Kur’ān’ın çağrışımı olabilir, belki Kur’ānî de olabilir, fakat Kur’ān olamaz.
(b) Hazret-i Peygamber’e inzal edilen mânaya ulaşmamızı sağlayan bir başka ilke de, verilen anlamın Kur’ān bütünlüğüne uyup uymadığının tespitidir.
O halde, her şeyden önce bu anlam yakalanmaya çalışılmalı; ayeti yeni/farklı durumlara uyarlanırken bu temelden hareket edilmelidir. Yani, önce objektif olarak anlaşılmalı; ondan sonra yeni olay ve olgularla irtibatlandırılmalıdır. Evrensel bir nur olarak aydınlatıcılığı Kıyamete kadar sürecek olan Kur’ān, sadece Arapları ilgilendiren tarihsel bir metin olmadığı için, bu irtibatlandırma son derece gereklidir, önemlidir. Ama bu irtibatlandırmada daima vahyedilen reel anlam esas alınmalıdır. Aksi takdirde, evrenselliği sağlama adına tefsir diye yapılan şey ayakları yere sağlam basmayan hevaî yorumlardan öte gidemez… Yorum gerçek anlamı kovmamalı, onun yerini almamalıdır. Oysa makām-ı mahmūd ve nefs-i mutmainne terimlerinde yaşandığı gibi, yorumlar zamanla gerçek anlamı ortadan kaldırarak onun yerini alabilmektedir.
Prof. Dr. Murat SÜLÜN Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı
İşbu “Kur’an’ı anlamak” meselesi son zamanlarda ortaya çıkmış bir olgudur. Önceden Müslümanların Kur’an’ı anlama gibi bir sorunlarının olmadığını söylemeliyiz. Çünkü Müslümanların Kur’an’la aralarında mesafe yoktu; emirlerine, yasaklarına ve ahlaki ilkelerine titizlikle riayet edilirdi. Bir başka ifadeyle Kur’an’ın dünya görüşünün İslam toplumlarında bir karşılığı vardı.
Günümüze geldiğimizde, Kur’an’ın sosyolojik olarak bir karşılığının bulunduğunu söylememiz oldukça zor görünmektedir. Bugün Müslümanların Kur’an’a dair çok bilgileri var ama Kur’an’ın ahlakı Müslümanlarda tezahür etmiyor. Nerden biliniyor derseniz, buna cevabımız şudur: Müslüman coğrafyadaki yaşananlardır. Ayrıca şu hususa da dikkat çekmek isteriz: Son yıllarda Türkiye’de hiç görülmedik bir nicelikte Kur’an hatimleri yapılmakta fakat beş vakit namaz kılan, oruç tutan, hacca giden, kurban kesen… Müslümanların ahlaki yapılarında olumlu tutum ve davranışlar pek gözükmemektedir.
Buna göre Kur’an okuyuş biçimimizi değiştirmemiz gerektiğini söyleyebiliriz. Her şeyden önce Kur’an neden lütfedildi? Hangi vasatta indirildi ve ilk muhataplarına ne dedi, onların sırasıyla hangi düşünce, tutum ve davranışlarını ıslah etti? Hangi çözüm yolları gösterdi? Gibi sorulara cevap aramamız gerekmektedir. İkinci olarak Kur’an’ın bizim için anlamı nedir? Kur’an benim neyim olur? Onunla ilişkim nasıl olmalıdır? Zihinsel olarak böyle bir donanıma sahip olduktan sonra zaten Kur’an’la aramızdaki mesafeyi kaldırıyoruz demektir. Artık yapılacak iş okuduğumuz ayetlerde “Rabbim bana ne diyor, benden ne gibi bir talebi var” diye ilahi kelamla sıcak bir diyalog içine gireriz. Ayetler artık bizi yönlendirecektir.
Sonuç olarak bugün Kur’an’ı anlamak için şu merhaleleri takip etmekte fayda var: Yaşamak için Kur’an’ı okumalıyız. Yaşamak için de anlamaya çalışmalıyız. Anlamak için de okumalıyız. Bunu tersinden de şöyle ifade edebiliriz: Okumak, anlamak ve yaşamak.
Prof. Dr. Zülfikar DURMUŞ Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekan Vekili
Ülkemizde Kur’an üzerine yapılan çalışmalar eskiye göre hayli çoğalmasına rağmen Kur’an’ı anlamak ile ilgili problemler de aynı oranda büyümekte ve karmaşık hale gelmektedir. Öncelikle bu işle uğraşan ilim erbabı arasında gruplaşma ve ayrışma hat safhadadır. Herkesin birbirini rahatlıkla en ağır şekilde itham ettiği bir ortamda, Kur’an’ın anlaşılması bağlamında elde edilen değerler, yapılan kavgaların arasında kaybolmaktadır.
Aslında her grubun veya fikir sahibinin Kur’an’ı anlamaya yönelik faaliyetleri ve ürettiği fikirler değerlidir. Yeter ki herkes birbirinden öğreneceği şeyler olduğunu kavrasın… Dört koldan Kur’an’ı anlamak adına elde edilen bilgiler, ilim erbabının ortak malı haline gelsin… Yeni şeyler söylemeye çalışanlar en ağır şartlarda taciz edilmesin… İlmin ve irfanın gelişmesi için düşünmenin ve düşünceleri söylemenin önünde engel olmasın…
Önemli bir husus da, bu işle uğraşan ilim erbabının, özellikle bu günlerde Kur’an’a bir müsteşrik edasıyla yaklaşmaya başlamasıdır. Müslüman ilim adamları olarak, her türlü ilmî faaliyetlerimizde samimi ve ihlaslı olmak gerektiği ve öğrendiklerimizi yaşamamız gerektiği gerçeğini unutmaya başladık. Kur’an’ı anlayarak, iyi Müslüman olmayı başarmak fikrinden, salt ilmi kutsayarak, anlamayı ve öğrenmeyi nihai hedef haline getirdik. Allah’tan, bereketli sonuçlara ulaşma talebimiz zayıflamaya yüz tuttu ve herkes kendini en yeterli görme eğilimine girmeye başladı.
Sonuç olarak, samimiyeti ve her alanda ahlaklı bireyler olmayı önceleyen bir anlayışla, geleneği kutsamadan ama oradan ilham alarak çağımız problemlerine derman üretecek bir gayretle ve farklı düşünenleri ve onların düşüncelerini, onlara katılmasak ve onaylamasak dahi zenginliğimiz görerek, Kur’an’ı anlama adına daha bereketli bir yola girebiliriz.
Doç. Dr. Abdulkadir Karakuş Siirt Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı
Kur’ânı anlamadaki problemlerinden birisi fertlerdeki eksik “Kur’ân tasavvurudur.” İnsanlardaki Kur’ân tasavvuru sadece “metni tekrarlamaktan” ibarettir. Bu da muhtemelen geçmiş kültürlerden bize nakledildi. Çünkü başka inançlarda kutsal kitap metinlerini anlama zorunluluğu yoktur. Zorunluluk varsa da bu sadece “din adamlarına” mahsustur. Fertler metni anladığında “din adamlarının” karizması çizileceğinden, insanlara “siz anlamasanız da olur” derler. Metin tekrarı üzerinden yapılan bir okumada anlam gerçekleşmez. Halbuki hiçbir metin sadece tekrar edilip “anlaşılmamak” üzere gönderilmez.
İnsanlara şunu sorun “size “en sevdiğinizden” gelen metni veya mektubu anlamadan sadece tekrar ederek okur musunuz? İkincisi: Topluma pompalanan fikir “ilahi metni okuyun anlamasanız da olur.” Bu rahatı gören insanlar niçin emek sarfetsin ki. Beleş ve emeksiz bir Müslümanlık her zaman tercih ediliyor. Uğrunda gözlerini yorduğu, dirsek çürüttüğü, alın teri döktüğü bir inanca talip fazla olmaz. Meşhur sözde geçtiği üzere “Cennet ucuz değil”, beleş hiç değil.
Doç. Dr. Zeki TAN Iğdır Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı
Bütün ilahi kitaplar, muhataplarını terbiye etmek ve kemale erdirmek maksadıyla indirilmiştir. Aslında bütün beşeri kitaplar da genellikle ilgililerine önemli bilgileri sunmak için kaleme alınmıştır. Hadiseye bu açıdan bakıldığında bütün kitaplar, hitap kitlesine giren kimselere, sahibinin meramını iletmeyi amaçlamaktadır. Burada en önemli nokta, sözün sahibinin kastıyla, muhatabın anladığının birbiriyle tam örtüşmesidir.
Allah (cc), insanlığı kendi ilkeleri çerçevesinde hayat sürmelerini sağlayacak ilahi kitapları, bir açıklayıcı rehberliğinde göndermiştir. Bunların sonuncusu, önceki milletlerin bilgileri dahil olmak üzere beşeriyete kıyamete değin lazım gelen bilgi, hikmet ve değerleri ihtiva eden Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu son ilahi beyan her ne kadar çok açık olsa da Allah (cc), Rasûlullah (sav)’i içeriğini açıklayıcı ve büyük bir dikkat ve hassasiyetle hayatına uygulayıcı olarak tayin etmiştir (Nahl, 16/44, 64). Zira insanın anlayış seviyesindeki farklılık, sözdeki mecaz, hakikat eş anlamlılık vb. dil inceliklerinin bulunması gibi sebepler, âyetlerin maksadının dışında anlaşılabilmesinin unsurlarını oluşturmaktadır. Buna bir de Kur’ân-ı Kerîm’in indiği ortam ve şartların, kültürel unsurların bilinmemesi eklendiğinde, âyetlerin amacının dışında anlaşılması neredeyse kaçınılmaz olacaktır. Bu ve benzeri sebepler dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm ilimleri ve tefsir usulü ortaya konulmuş ve bu ikisinin ölçüleriyle tefsirler telif edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’in nüzulüyle birlikte şifahi ve kitabi tefsirlerin ortaya çıkması, onun muhatabına zorluk çıkarmak değil, maksat ve meramı doğru anlamasını sağlamak içindir. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması, sadece mealinden okumakla asla mümkün görünmemektedir. O, uzun, dikkatli ve aşamalı okuma sürecine tabi tutulmalıdır (İsrâ, 17/106). Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in her yeni okuyuşu, sahibine daha basiretli ve derin anlayış kazandıracaktır. Bu yüzden O; heyecan verici, yeni ufuk kazandırıcı, sade, akıcı, anlaşılır, eğitici, düşündürücü üslubundan olabildiğince istifade edebilmek amacıyla okunmalıdır. Zaten onun emri de, muhatabı olan insana ağır ağır, tedebbür, tezekkür, tefekkür, taakkul ederek okuması, böylece mana ve maksadını idrak ve fehm etmesidir. Dünya ve ahiret mutluluğuna arzulu bir Müslümanın, ondan anladıklarıyla ve çıkardığı değerlerle hayatını düzenlemesi gerektiğini hatırlatmaya bile gerek yoktur.
Bir mümin önce, Kur’ân-ı Kerîm’i anlayabilecek seviyede onun temel kavramlarına ve ilimlerine aşinalık kazanmalıdır. Sonrasındaki ilk merhalede, Meal-tefsir hacmindeki bir tefsiri okumakla başlamalıdır. Anlamakta zorlandığı kısımlarda ya biraz daha geniş yorum yapan tefsirlere veya işin uzmanlarına müracaat etmelidir. Bu ilk aşamadan sonra daha geniş bir tefsirden okuma yapılabilir. Ancak her iki merhalede de Kur’ân-ı Kerîm’den değerler çıkararak okuma dikkati daima korunmalıdır.
Değerler çıkarmaktan kastımız, Mesela Duhâ suresini okurken onun muhtevasındaki Rasûlullah (sav) yönelik; Rabbinden daima ümitvar olması, yetimin, fakirin gözetilmesi emrini kendi üzerine almasıdır. Aynı şekilde Zilzal suresini okurken sevap ve günahın en küçüğünün kayda geçirildiği bilgisini okurken kendisini muhasebe edebilmesidir. Münafıklardan, inkarcılardan ve müşriklerden bahseden yerlerde, onların taşıdıkları olumsuz özelliklerinden arınması gerektiğini düşünebilmesi ve kendisini değiştirebilmesidir.
Hülasa Kur’ân-ı Kerîm’i hava, su ve diğer maddi ve ruhi gıdalar kadar önemli günlük ve hatta anlık nimet olarak görerek okumak ve ilkelerine harfiyen uymak, her Allah’ın kulunun ama bilhassa Müslümanların en asli vazifesidir.
Doç. Dr. İlhami GÜNAY Dumlupınar Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı
Cevap vermeden önce sorunun kendisine odaklanmak gerekiyor sanırım. Anlamak deyince ilk bakışta aklımıza bilme (epistemoloji) geliyor. Hâlbuki Kur’an bağlamındaki bir anlama, bilmeyle birlikte yaşamayı da içine alan genel bir süreçtir. Bu hususu göz önüne aldığımızda soruya vereceğimiz cevabın odak noktası, yaşamayla bütünleşmiş bir anlamada en çok neye ihtiyacımız olacağıdır. Kur’an’ı anlamada en çok ihtiyaç duyulan şeyin “samimiyet/ihlas” olduğunu söyleyebilirim.
Bununla birlikte sadece “samimiyetin/ihlasın” yeterli olmadığını da hatırda tutmak gerekir. Kur’an’ı tebliğ ve tebyin etmekle görevli Peygamberimizi, indirildiği ortamı ve Kur’an’ın indiği dil olan Arapçayı da bilmemiz gerekir. Devamında bugünkü yaşadığımız dünya ile irtibatı sağlayacak bir birikim ve ferasetle donanmalıyız. Bunun hazır bir reçetesinin olmadığını hatırlatmalıyız.
Kanımca günümüzün dünyasında Kur’an’ı anlamayla ilgili ilimlerde bir sınırlamaya gitme doğru bir tavır olmayacaktır. Zira yaşadığımız dünyadaki bilginin çeşitlenmesiyle oluşmuş birçok ilim dallarının varlığı, anlama eyleminde kişinin haznesindeki birikimin çeşitliliğini sınırlandırmaktan ziyade meseleye nereden bakacağını öncelemeyi daha kıymetli hale getiriyor.
Doç. Dr. Mehmet ÇİÇEK Kocaeli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tefsir Anabilim Dalı
İlim Dergisi 25. Sayı Kısa Soruşturması
- Taberi Tefsiri - 6 Ocak 2022
- et-Telhısü’l-Miftah - 4 Ocak 2022
- el-İhtiyar li-Ta’lili’l-Muhtar - 3 Ocak 2022