İbrahim Demirci ile Kütüphane Sohbetleri
“Bir insanın asıl üniversitesi kişisel kitaplığıdır” der Umberto Eco. Buna mukabil bir de Ali Emiri Efendi’den bir beyit serdedelim hubb-u kitap namına; “Hikmet anda marifet anda hakikat andadır/ Hâsılı sermaye-i dünya vü dinim kitap.” Efendim bu iki kitap sevdalısı zatın sözünün üstüne söz etmeye ne hacet demek isterdik! Lakin kitabı defterden, kalemi klavyeden ayırt etmekte zorluk çeken bir nesil karşısında ne kadar şey söylense az ne yazık ki! Bu çabanın bir mahsulü olarak açtığımız “Kütüphane Sohbetleri” köşemize ara vermeden devam ediyoruz. Bu ay şair, yazar ve çevirmen kimliği ile Yrd. Doç. Dr. İbrahim Demirci hocamızı Çankaya’daki evinde ziyaret ettik. Ve sımsıcak bir söyleşi gerçekleştirdik. Uzun yıllar edebiyat öğretmenliği yapan hocamız Yedi İklim, Nar, Eylül, Bumerang ve Hece dergilerinin yanı sıra Yeni Şafak gazetesinde “İbrahim Kardeş” imzasıyla yazarlık yaptı. İki şiir, iki deneme ve bir oyunla beraber yedi çeviri eser sahibi bu mütevazı ilim adamıyla zevkli bir kitap sohbeti için buyurun…
Üstadım, kitap okumak sizin için ne ifade ediyor?
Meseleyi kitap okumak şeklinde sınırlamayalım, okumak şeklinde genişletelim. Dergi ve gazete okumayı da katalım. “Belli işaretleri olan metinleri, simgeleri anlamlı hâle getirmek” diyebiliriz belki okumak için kaba bir tanımla. Şüphesiz okumak bununla sınırlı değil. Bence dilin en önemli gerçekleşme alanı; yazı ve o yazıyı anlamak üzere okumak. Benim için okumak alışkanlık hâline gelmiş durumda. Maalesef de diyebiliriz buna. Çünkü bilinçli bir yönelişle, seçimle, kararla yapılacak bir eylem olmanın dışına çıkıp neredeyse otomatikleşmiş bir durum bende. Gördüğüm her yazılı metni okumaya çalışıyorum. Dükkânların tabelaları, kamyon, dolmuş arkası metinlerinden tut, bilmediğim metinleri anlamaya, okumaya çalışmak kadar işler yapıyorum. “Yahu ben bu alfabeyi bilmiyorum, öyleyse neymiş?” gibisinden alfabe öğrenmeye çalışmak gibi. Diyelim ki Kiril alfabesini çözmeye çalışmak gibi eğilimlerden kendimi alamıyorum.
Bu herhâlde çocukluğuma dayanan bir şey. Okumayı sevmişim, bağlanmışım. Bu bende tutku hâline gelmiş. Zaman zaman bunun bende aşırı boyutlara vardığını, olağan sınırları aştığını bile görmüşüm ve dehşete düşmüşümdür. Diyelim ki okulumuzun voleybol maçını izliyoruz, kapalı spor salonunda ve ben kitap okuyorum. Rezalet bir şey yani! (Gülüyor) Bu kadarı da olmaz, olmamalı belki.
Kitapla ilk tanışıklığınızı hatırlıyor musunuz? Buna dair bizimle paylaşabileceğiniz bir anı var mı?
Doğrusu bizim evde ilk karşılaştığım kitap Kur’an-ı Kerim olmuştur. Babam yeni yazıyı okumayı, öğrenmeyi reddetmiş desem yanlış olmaz herhâlde. Onun okuduğu Kur’an gördüğüm ilk kitaptır sanırım. Sonra işte okul hayatı içinde ders kitapları ile de tanıştık. Ama ders kitabı okumayı kitap okumaktan saymıyoruz. Saymamak gerekir. Bu bir çeşit zorunluluk kapsamına giriyor ve bahsimizin dışında tutulması gerekiyor.
İlkokul yıllarımda Polyanna’yı okuyordum. Belki de sınıf kitaplığından almışımdır. Bir gece büyük ağabeyim dışarıdan dönmüş. Ben o kitabı okuyorum. “Ne okuyorsun?” dedi, dedim “İşte bu, Polyanna!” Yabancı olduğunu görünce kuşkulanmış olmalı, “Ne anlatıyor bu kitap?” dedi. Cevaben “İnsanın başına kötü bir şey gelince daha kötüsü gelmediği için şükretmeli mesajını veriyor” gibi bir şeyler söyledim. “Öyle mi?” dedi, “Öyleyse oku.” Bu mesela hoş bir davranış etkisi bırakmıştır bende. Bizde hakikat saygısı, hikmete bağlılık dediğimiz şeyi görmüşümdür orada. Önemli bir davranıştır bence.
Ailenizin kitapla arası nasıldı? Kitapla tanışmanızda onların etkisi, desteği var mıydı?
Bizim evde ağabeyim Risale-i Nur talebesi olduğu için Bediuzzaman Said Nursi’nin eserleri vardı. Onun küçüğü ağabeyim de dindar bir insandı. Diyelim ki Sahih-i Buhari ya da Riyazu’s-Salihin gibi hadis kitaplarını arkadaşları ile birlikte, her hafta birinin evinde olmak üzere oturup okuduklarını hatırlıyorum. Kitap benim her zaman yakınımda olmuştur. Aile ve çocukluk şartları içerisinde böyleydi bu. Ayrıca ağabeyimin Risale-i Nur talebesi olması bu çerçeveyi zenginleştiriyordu diyebilirim. Küçük ağabeyim de ilahiyatçıdır. Tasavvuf tarihi hocasıydı İzmir’de. Onun da benim okuma serüvenimde katkısı olmuştur. İstanbul’dan yolladığı ya da getirdiği bazı kitaplar, bende iz bırakan ilk kitaplar arasında sayılabilir. Ağabeylerimin öyle dinî ilgileri vardı. Bir de şunu söyleyeyim: Ben Sezai Karakoç’un Yazılar kitabını büyük ağabeyimin kitapları arasında görmüşümdür ilk. Bunu unutmuyorum mesela. Orada yine Ömer Rıza Doğrul’un hazırladığı Asr-ı Saadet’i hatırlıyorum.
Mesela Eflatun Cem Güney’in Gökten Üç Elma Düştü adıyla derlediği masal kitabı, sanıyorum ağabeyimin hediyesiydi. Elime aldığımda ağırlığını hissettiğim, sevdiğim, sevindiğim bir kitaptır. Ama onun dışında Menakıb-ı Cihar Yâr-ı Güzin’deki menkıbeleri ya da Cemal Erten’in Dini Hikâyeler adıyla derlediği kitaplar vardı. Yine oradaki çoğu menkıbe mahiyetindeki metinleri evde aile bireylerine ya da komşularımıza okuduğumu hatırlıyorum ilkokul öğrencisiyken. Onlar da ilgiyle dinlerlerdi. Ve o okumaların bir çeşit tiyatro gösterisi hâlini aldığını bile söyleyebilirim. İçinden okumakla yüksek sesle okumak arasındaki farkı bilirisiniz. Ben hem sessiz okumayı hem de yüksek sesle okumayı çocukluğumdan başlayarak sevmişimdir. Alışkanlık hâline gelmiştir bende.
Okumaya başladığınız dönemlerde en çok etkilendiğiniz kitaplar nelerdi? Bizimle paylaşabilir misiniz?
Söyleyebiliriz tabii. Necip Fazıl Kısakürek’in Yılanlı Kuyudan adlı eserini ilk çıktığı zaman satın almıştım. Necip Fazıl’dan bana ağabeyim söz etmiş, “Okudun mu?” demişti. Okumadığımı söyleyince kınamıştı beni. Bu kitabın sonunda Zindandan Mehmed’e Mektup da var. Benim ilk defa bilinçli olarak ezberlediğim şiir o olmuştur. Çocuk denecek yaşta etkilendiğim kitaplardan ve yazarlardan birisi odur. Sonra Sezai Karakoç’u tanıdım. Ondan da etkilendiğimi söylemem lazım. Özellikle Mağara ve Işık, Allah’a İnanma ve İnsanlık gibi küçük boy basılmış kitapları. Bunları da zevkle okuduğumu, Sezai Karakoç’un bazı şiirlerini ezberlediğimi söyleyebilirim.
Tabii diyelim ki Oğuz Özdeş’in, Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun romanları falan, onları da okumuşumdur. Fakat çerez gibi ve çabucak geçerek. Dostoyevski’nin hemen hemen bütün külliyatını okudum. Beyaz Geceler’den Karamazov Kardeşler’e kadar ve zevkle okudum. Dostoyevski’yi kendime çok yakın bulmuşumdur. Aliya İzzetbegoviç’in Doğu Batı Arasında İslam adlı eseri, yine Henryk Sienkiewicz’in Quo Vadis adlı eseri. Tolstoy’un mesela Diriliş’ini, ne bileyim Kroyçer Sonatı’nı zevkle okudum. Ama Savaş ve Barış’ı okurken, biraz da okumam gerekir bu kitabı duygusuyla ve zorlanarak bitirdiğimi hatırlıyorum üniversite öğrencisiyken. Savaş ve Barış bana Dostoyevski kadar çekici gelmemiştir. Benim böyle döne döne okuduğum kitaplar da vardır, mesela Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens adlı eserinin neredeyse bütün çevirilerini okumuşumdur. Şimdi elime alsam, baştan sona okumaktan kendimi alamayabilirim. O kadar çekici, sıcak, güzel görünür bana. Aynı şeyi Cahit Zarifoğlu’nun Ağaçkakanlar adlı kitabı için de söyleyebilirim. O kitabı da defalarca okumuşumdur. Şimdi elime alsam bitirmeden bırakmayabilirim. Hep taze, hep sıcak, hep sevimli gelir bana.
Kitap okuyanlar genelde farklı dönemlerde farklı türlere merak sarar. Siz bu türden süreçlerden geçtiniz mi?
Yok. Tabii insan sevdiği şeyi tercihen okur. Ben de şiir, hikâye, roman, tarih, gezi, anı, bilimsel veya dinî metinler hepsini okumuşumdur. Fakat Balıkesir’deyken Aziz Nesin’in bir-iki kitabını okudum. Geri kalanını okumak hissi duymadım. Ötekiler de buna benzerdir diye düşündüm. Bu yaklaşımın doğru olup olmadığını bilmiyorum ama ben böyle yaşadım. Ya da polisiye roman mesela. Polisiye de insanda tutku hâline gelebilir. Ben işte Agatha Christie’nin iki ya da üç romanını okuduktan sonra benzer kitapları okumak istemedim. Benzer bir kurgusu, benzer bir mantığı vardır ve bana verebileceği yeni bir şey yoktur gibi bir sonuca ulaşarak okumamışımdır. Bundan bir şey kaybedip etmediğim ayrı bir mesele.
Bu biraz şöyle bir şey: Planlı yaşamak, bilim disiplini içerisinde yaşamak diye bir şeyden bahsedebiliriz. Bu bende maalesef olmadı. Yani gelecekle ilgili tasarılar yapamadım. Bu biraz da geçmişi ve bugünü planlı yaşamamakla bağlantılı görülebilir. İbnü’l-vakt olmak, dem bu demdir gerçeğini prensip edinmek gibi bir şey yapmış durumdayım. Dolayısıyla tasarılarımın uzun vadeli olmadığını, tesadüflere, tevafuklara, tecellilere bağlı olduğunu söyleyebilirim. Bir de ben böyle bir sınıflandırma yapabilir miyim? Yapamam. Yani şu tarihe kadar önüme ne gelirse okudum. Sonra bilinçli bir okuyucu oldum diyebilir miyim? Tarih vermeyerek şunu söyleyebilirim: Hayatımın bir evresinden sonra yetersiz, özensiz, savruk, güven vermeyen metinlerden uzak durdum. Bunun haricinde okuma hayatım hep düzensizdi diyebilirim.
Şunu da ekleyelim: Örneğin sizden bir yazı istenmiş ya da bir konu hakkında yazmaya karar vermişsiniz. Bu durumda ben o yazarın tüm kitaplarını okuma ihtiyacı hissediyorum. Onu bir görev gibi yapıyorum. Şu an Hece Dergisi Yazı Kurulundayım. Yayımlanacak yazıları okumam gerekiyor ve okuyorum. Yine Hece Dergisi’nin özel sayıları için yazdığım yazıların hemen hepsinde adı geçen yazarın bütün eserlerini okumuşumdur. Diyelim ki Orhan Kemal için bir özel sayı hazırlanacak, Orhan Kemal’in yayımlanan tüm kitaplarını okurum. Aliya İzzetbegoviç için çalışırken tercüme edilen tüm kitaplarını -bazılarını ikinci kez- okudum.
Cemil Meriç hakeza… Peyami Safa’nın bir eseriyle ilgili yazarken o eserin gazetedeki tefrika hâlinden tut, bütün baskılarını karşılaştırarak okudum. Yoksa rahat edemiyorum. Çünkü Türkiye’de maalesef yayıncılar yeterince özenli davranmıyor. Hatta son kitabım; Yakup Kadri’nin Kiralık Konak Romanında Batılılaşma ve Dil Sorunları adlı çalışmamda da durum aynı. Bunun için romanın gazetedeki tefrikasından ulaşabildiğim tüm baskılarına kadar hepsini gözden geçirdim. Bu biraz da bilimsel diyebileceğimiz bir çabanın doğal gereği gibi görünüyor bana.
Şu anı da çok hoştur benim için: Artvin’den Erzurum’a karayolu ile gidiyorum. Yolda gördüğüm kaya çeşitleri, zenginliği beni o kadar hayran bırakmıştı ki kendi kendime keşke jeoloji okusaydım dedim. Bu kayaların oluşumu ile ilgili bir jeologun bilgisine sahip olmayı hakikaten istedim. O kadar çekici ve güzel göründü bana. Bu yaştan sonra jeoloji öğrenimi istenirse olabilirdi belki. Fakat geç kalınmış bir dilek gibi oldu sanki.
Bunca yıldan sonra illa bazı özeleştirileriniz, pişmanlıklarınız olmuştur. Yeniden okumaya başlayacak olsaydınız neleri farklı yapardınız? Ne şekilde bir okuma programı belirlerdiniz?
Bizde “olanda hayır vardır” diye kelam-ı kibar vardır. Ben buna inanıyorum galiba. Olacak olan olmuştur. Ve irademizin geriye doğru işlemesi mümkün değil. Dolaysıyla pişmanlık da hoş bir şey değil. Bu arada şunu da söyleyeyim: Yine okuma hayatımın önemli gerçeklerinden biridir. Ben Konyalı olmama, uzun yıllar Konya’da yaşamama rağmen Mevlana’nın Mesnevi’sini okumamışım. Öğretmen olduktan sonra işte Kırıkhan’da ilk görevimi yaparken Konyalı olduğumu öğrenenler Mevlana’yı ziyaretten, onun büyüklüğünden söz ettiler bana. Ve ben dehşetle fark ettim ki Mesnevi’yi okumamışım. Onun için hemen okul kitaplığından Veled Çelebi’nin tercümesini alıp baştan sona dikkatle okudum. Ve notlar alarak okumuşum. O altı ciltten not ettiğim cümlelerden biri de “pişmanlığı âdet haline getirme, pişmanlıktan uzak dur” gibi bir tavsiyesi var Mevlana’nın. Dolayısı ile pişman olmak hoş bir şey değil. Bu tövbenin gereksizliği gibi yanlış anlaşılmasın. Pişmanlığı âdet edinmek özellikle çürütücü bir rol oynayabilir. Onun için pişmanlık belirtici cümleler kurmak istemiyorum.
Yine de okuma hayatımla ilgili şunu söyleyebilirim: Diyelim ki Don Quijote’un tam metin tercümesini okurken, büyük zevk almıştım. Ve daha önce işte gençler için kısaltılmış, kuşa çevrilmiş Don Kişot okuduğum için üzülmüştüm. Pişman olmuştum demeyelim de “Orijinalinden yapılmış tam metin bir çeviriyi keşke daha önce okusaydım” gibi bir cümle kurdum o okumayı yaparken. Don Quijote romanının büyüklüğünü biraz geç fark ettim diyebilirim.
Okuma hayatımda rastlantılar, arkadaş tavsiyeleri de elbette rol oynamıştır. Mesela yine benim önemsediğim hadiselerden biri Nuri Pakdil’in Batı Notları adlı kitabı ile karşılaşmamdır. Lise öğrencisiyken bir arkadaş getirmişti o kitabı. Batı Notları’nı büyük bir ilgiyle, yenilik duygusu ve sevinçle okumuştum. Yani bizim büyüklüğümüzün farkına varmamız, dolayısı ile kayıplarımızın büyüklüğünün de farkına varmak ve mevcut olumsuzluklara karşı gerek dünyanın gerek ülkemizin direniş ve mücadele yönelişine girmekte etkili olmuştur diyebilirim Batı Notları. Küçücük bir kitaptır. Kısa sürmüş bir gezinin notlarıdır. Ama Avrupa’ya, Avrupa uygarlığına bir Müslüman olarak özgüvenle bakmak, herhangi bir aşağılık kompleksine kapılmadan yaklaşmak, bana yeni ve güzel görünmüştü. Hâlâ öyledir.
Okuma listesi hazırlamayı doğru buluyor musunuz? Siz liste takip ettiniz mi ya da hazırladınız mı?
Doğru buluyorum tabii. Listenin mevcudiyeti onun tamamen okunacağı anlamına gelmiyor. Ama ihtiyacı olan için, ilgilisi için pekâlâ bir yardımcı olabilir. Geçenlerde bir şey okudum. Birisi Mozart’a gelmiş. “Benim oğlum müzikle ilgileniyor, ne önerirsiniz” filan diye. O da işte “falan okulu bitirsin, sonra filan okula gitsin, ardından şöyle bir kompozitörle çalışsın” gibi tavsiyelerde bulunuyor. Bunun üzerine çocuğun babası diyor ki; “efendim ama siz bunların hiç birisini yapmadınız ki.” Mozart diyor ki; “ama ben kimseye sormadım ne yapacağımı.” Soran varsa ona cevap verilebilir elbette. Sormadan yolunu bulan varsa zaten buluyor, sorun yok.
Maraş’ta Duran Boz, “Okuma Hikâyeleri” miydi, orada çocuklar ve gençler için kitap listeleri de düzenledi. Benim de katkıda bulunduğum olmuştu. Ya da ne bileyim Türkiye’ye yurtdışından gelen öğrenciler için kitap önerileri, falan konu için kitap listesi gibi şeyler talep edildi. Aklımızın erdiğince yardımcı olmaya çalıştık. Tek başıma değil, bir kurul hâlinde tabii. Onun haricinde ben liste hazırlamadım.
Biraz klişe kaçabilir, lakin ciddi ciddi okumaya nereden, hangi kitaptan başlayacağını bilmeyen insanlar var. Bunlara ne tavsiye edersiniz?
Cahit Zarifoğlu’nun çocuklar için yayımlanan kitaplarını tavsiye edebilirim. Motorlu Kuş, Serçe Kuş, Küçük Şehzade, Ağaçkakanlar vs. Bu tür eserlerin çocuk kitabı gibi görülmesi, büyükler tarafından okunmaması bana tuhaf geliyor mesela. Herkesin okuyabileceği kitaplar onlar. Küçük Prens gibi…
“Beş parmağın beşi bir değil.” “İnsandan insana fark var…” Bunlar çok temel ilkelerdir benim gözümde. Yani herkesin bir kişinin yürüdüğü yoldan adım adım onu izleyerek yürümesi gerekmiyor. Bu insani bir şey de değil zaten. Herkes kendi yeteneğine, eğilimine, düş gücüne göre bir yol yürüyebilir. Ama bir eğitim yapıyorsanız, hele toplu bir eğitim söz konusu ise birtakım ölçüler, sınırlar koymak, önerilerde bulunmak pekâlâ mümkündür. Sonuçta insanın biricikliğini göz ardı etmeden bunu planlayabilirsek, becerebilirsek daha iyi olur kanaatindeyim.
E-kitaplar ve dijital platformlar gibi teknolojilerin insanları matbu kitaptan soğuttuğu söyleniyor. Siz basılı kitabın, geleneksel okuma biçiminin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Yok, ben ona inanmıyorum. Fotoğraf çıktığı zaman resim ölecek gibi bir şey oldu. Hatta Türkiye’de şunu da söyleyebiliriz: Attila İlhan Türkiye Cumhuriyeti tarihinin önemli şairlerinden, yazarlarından birisidir. Hiç tiyatro yazmadığını ve yazmayacağını söylüyor. Sinema çıktıktan sonra tiyatronun anlamsızlaştığı gibi bir yargı ile bu kararı almış. Hâlbuki sinemanın çıkmış olması tiyatroyu öldürmedi, öldürmeyecek de. Kitap için de aynı şey geçerli. Hatta biraz ironik, ama birisi Attila İlhan’ın şiirlerinden bir tiyatro oyunu tasarlayıp sahneledi yanılmıyorsam.
Yeni bir teknolojinin gelmesi bir öncekini iptal eder mi? Aynı alan içinde olabilir. Mesela ses teknolojilerini düşündüğümüz zaman, diyelim ki bir zamanlar gençlerin kulaklarında walkman vardı ya da bilgisayar teknolojisi de bugün disketten, cd’ye, dvd’ye evrildi. Şimdi onlar bile çöpe atıldı. Ama o aynı alan içinde bir gelişmeyi gösteriyor. İşin mahiyeti değişmiş olmuyor. Yani bilgi kaynağı konusunda çeşitlenmenin olması işin temel mahiyetini değiştirmiyor.
Metnin kâğıt üzerinde olması ile ekran üzerinde olmasında tabii ki birtakım farklar var. Ekran şu veya bu şekilde bize zararlı ışınlar iletiyor olabilir. Kâğıdın da belki alerji uyandırması düşünülebilir. Bunları önemsememek gerekiyor. Ama yeni teknolojinin yeni bir dil üretmesi, yeni bir anlatım mecrası açması pekâlâ mümkün, fakat o daha olmadı. Dilin, cümlenin yanına sesin ve görüntünün de katıldığı bir sanat üretimi yeni medya ile pekâlâ gelebilir. Bunun neler doğuracağını kestirmek zor. Bununla birlikte işin özüne baktığımız zaman sorun nedir? İnsanın herhangi bir dünya gerçekliğini ve ötesini adlandırması, algılaması, yorumlaması, dile çevirmesidir aslolan. Olay bu. Yani bin yıl önce böyle olduğu gibi bin yıl sonra da böyle olacaktır. İnsanın yeryüzü koşullarında anlamı, konumu, işlevi, amacı da dâhil buna. Bu çerçevede üretimler yapıldı, yapılıyor, yapılacak diyebiliriz.
Kütüphanelerle aranız nasıldır? Ülkemizdeki kütüphanecilik hakkında neler düşünüyorsunuz?
Benim kütüphanelerle öteden beri aram iyidir. İlkokul, ortaokul, lise; bütün öğrenim hayatım boyunca kitaplık kolunda idim. Dolayısıyla okul kitaplıkları ile hep iç içe oldum. Orada kitapların sadece adlarını görmek bile öğretici olmuştur. Kütüphaneleri severim. Konya İl Halk Kütüphanesinin üyesiydim. Sonra Balıkesir İl Halk Kütüphanesinin üyesiydim. Bugün de işte yeri geldikçe Millî Kütüphaneye gidip bakıyorum. Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesinde kitaplar dışarıya verilmiyordu. Hâlâ da verilmiyor. Fakat o zamanlar dijital kopyalama sistemleri de yoktu. Bir şubat tatilinde on beş gün boyunca oraya gidip Celal Nuri’nin Şimal Hatıraları, Kutup Musahabeleri gibi kitaplarını orada kopya etmiştim. Kütüphaneleri severim yani. Sonra akademik sayılabilecek çalışmalar sırasında da İstanbul Beyazıt Kütüphanesinde çalıştım. 90’lı yıllarda oranın koşulları pek de iyi değildi. Şimdi daha iyi olduğunu işitiyorum. Bunun dışında İSAM Kütüphanesini gördüm. Orada güzel işler yapıldığını işitiyorum.
Gidişatın iyiye doğru olduğunu söyleyebilirim. Ama kayıtlarda birtakım problemler oluyor. Diyelim ki Millî Kütüphanede bir kitaba rastladım. Adı verilen kitapla orada verilen kitap aynı değil. Yani eser-yazar farkı var. Bu tür şeylere zaman zaman rastlanabiliyor. Düzeltilir onlar. Kemiyet de önemli tabii. Arap alfabesi ile yazılan kitapların dijital ortama aktarılması işlerimizi çok kolaylaştırdı. Öğrenmek, araştırmak isteyenler için durum geçmişe oranla çok daha iyi. Dünya kütüphaneleri de hatta arşivlerini açabiliyorlar araştırmacılara. O da güzel bir şey. Öğrenmek isteyenler için imkânların geçmişe oranla çok daha iyi olduğu kanaatindeyim.
Bir kitaba ulaşmak için yaşadığınız ilginç anılar ve zorluklar illa ki vardır. İlk aklınıza gelenleri paylaşır mısınız?
Bunu düşünmem gerek. Bu konuda oğlum bana yardımcı oluyor diyebilirim. O bir şekilde buluyor. Sahaflara gitmemiz gerekiyor bazen. Enis Batur’un Oktay Rifat’a Doğru adlı kitabını mesela sahaftan bulup aldım piyasada olmadığı için. Eskiden daha zordu. Diyelim akademik çalışma yapan bir arkadaş benim Kütahya’ya gideceğimi öğrenince “Kütahya’da bir kütüphanede şöyle bir eser var, kopyasını gönderebilir misin?” gibi bir ricada bulunmuştu. Benzer şeyler çokça yaşanmıştır.
Çok enteresan bir şey oldu: Hakkı Tarık Us kitaplığında katalogda Müstakil Gazete’nin var olduğu yazıyor. Fakat oradaki görevli arkadaş aradı, taradı bulamadı. Yok. Kayıp olduğu anlaşıldı. Ve ben bu gazeteye daha sonra ulaştım. Peşine düştüm. Peşine düşüp de edinemediğim şimdilik ne var? Mehmet Akif Edirne’de baytar olarak çalışırken Filibe’de yayınlanan Gayret gazetesine şiirler göndermiş. Onların varlığı çok geç fark edildi mesela. Âlim Kahraman farkına varmış ve yayımlamıştı. Diyelim orada bir terci-i bent var ve şiirin devamı olduğu yazılı gazetede. Fakat devamının bulunması gereken sayılar yoktu. Onun peşine düştüm. Filibe’den bir arkadaş sağ olsun gazetenin kopyalarını bulup gönderdi bana ama orada da yok. Bu durumda ya o metin kayboldu gazetede ya da göremediğimiz başka sayılarda var. Muhtemelen kayıp.
Kendi geliştirdiğiniz bir okuma şekli var mı? Satırların altını çizerek mi yoksa not alarak mı okursunuz?
Geliştirdiğim ya da tavsiye edebileceğim bir okuma şekli yok. Şunu söyleyebilirim; bazen insanlar, yazarken de yapılmalı bu, yazdığım ve söylemek istediğim birbirini tutuyor mu diye tekrar okumalı. Aynı şeyi okuyucu da yapmalı. Bu adam burada ne diyor ve ben bunu anladım mı? diye bakması gerekiyor. Anlamadığı bir kelime varsa, üşenmeyip sözlüğe bakması, hiçbir kelimeyi atlamaması lazım. Ben buna özen gösterdiğimi söyleyebilirim. Bu sayede yeni kelimeler öğreniyorum ve bunun yani öğrenmenin sonu yok. Hadis-i şerifte de buyrulduğu üzere; beşikten mezara ilim taleb edin. Bu, mezara kadar sürecektir. Ben her şeyi biliyorum, öğrendim diyebilen, aklı başında hiçbir insan olmayacaktır. Kısaca; anlayarak okumak önemsenmesi gereken bir şey. Ben böyle bir yol takip ediyorum. Yine de anlamadığım oluyor mu? Tabii ki oluyor. Özellikle sanatsal metinler. Burada da ben şimdi bunu anlayamıyorum, fakat başka bir zaman, başka bir bilgi sayesinde anlayabilirim gözüyle bakmak gerekir.
Kitaplarla yoğun mesaisi olanların genelde eşleriyle kitap yüzünden tatlı sürtüşmeleri olur. Siz yaşadınız mı bu tür denge sorunları?
Evet evet. Ben de biliyorum. İşitiyorum. Üzüldüğüm oluyor. Bizim evde de tabii zaman zaman kitap çokluğundan hanımefendinin rahatsız olduğu elbette oluyor. Yani yer problemi diye bir şey yaşanabiliyor. Ama alıştılar artık. O sorun bizde aşıldı diyebilirim.
Kitap okuyorum fakat anlamıyorum diyerek hepten okumaktan soğuyan birçok kişi var. Bunlara ne önerirsiniz?
Anlaması şart değil. Bıraksın başka bir alana yönelsin diyebiliriz. Yani felsefi metinler ya da dil bilim metinleri filan… Her metni herkesin anlaması gerekmiyor diye bakmak lazım. Kişi ilgi duyduğu, sevdiği ve becerebileceği alanlarda derinleşmeye baksın.
Hayatınızda çok önemli yere sahip üç eser ismi verebilir misiniz? Ve tabii hangi yönleri sizi çok etkiledi?
Yunus Emre’yi çok önemsiyorum. Birden çok Yunus var deniyor. Doğrudur. Ama Yunus Türkçe düşünen, yazan insan için yüzyıllardır, yüzyılımızda ve gelecek yüzyıllarda da önemini koruyacağına inanıyorum. Yunus Emre hakikaten insandır. Şimdi Hz. İnsan diyenler de var. Anlıyorum onları, saygı da duyuyorum, ama Yunus sanki has, çıplak, özgür, temiz insan gibi müspet sıfatlarla anabileceğimiz bir şahsiyet. Çok büyük olduğunu, çok önemli olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Yunus Emre’yi anlamak, kavramak için yola çıksak, yürüsek pek çok sorunun sorun olmaktan çıkacağını ya da sağlıklı bir çözüm yoluna kavuşacağını iddia edebilirim.
Sezai Karakoç’u da analım. Sezai Karakoç da biliyorsunuz üç kişi için kitap yazdı: Mehmet Akif, Yunus Emre, Mevlana… Küçük ama önemli kitaplardır. Sezai Karakoç 20. yüzyılda Türk insanının Müslüman olarak bütün dünyaya seslenebileceğini, seslenmesi gerektiğini, Müslümanın sadece kendi dünyasında değil, bütün yeryüzünden sorumlu olduğunu duyan, duyuran ve buna dair coşkulu duygular besleyen kahraman bir yazarımızdır; 21. yüzyılı da ışıtacaktır.
Ben böyle deyince “Necip Fazıl’ı atlamadık mı?” filan gibi bir şey olabilir. Elbette Necip Fazıl da önemli. Zaten Sezai Karakoç da bir bakıma Necip Fazıl’ın gölgesinde yetişmiştir diyebiliriz. Her biri tek başına önemli. Ayrı ayrı düşünmek lazım. Mürşit-mürit gibi görmemek lazım. Eşrefoğlu Rumi’den Şeyh Galib’e kadar tüm tasavvuf edebiyatını da burada sayabiliriz bir beslenme kaynağı olarak.
Türkiye’de ilahiyat kesimi ya da genel olarak İslami camianın okumakla ilgili ne tür problemleri var sizce? Bu konuda kısaca gözlem ve tespitlerinizi duymak harika olur.
Tecessüse, meraka ihtiyacımız var sanırım. Efendim, ilahiyat dediniz madem şu ayeti hatırlayalım; “Allah hiçbir nefse vüs’atinin üstünde yük yüklemez.” Ama işte vüs’atimiz, kapasitemiz nedir? Bunu aramak, keşfetmeye çalışmak da varlık sebebimiz bile sayılabilir. İnsan yeryüzüne kendi sınırlarını, kapasitesini keşfetmeye gelmiştir bile diyebilirim. Ve yapabileceklerimiz ve yaptıklarımız arasındaki mesafe ürkütücü görünüyor bana. O kadar çok zaman, o kadar lüzumsuz işlere sarf ediliyor ki dehşete düşmemek mümkün değil. Gün 24 saat, bunun üçte birini uykuya, üçte birini başka meşgalelere ayıralım. Bunun kalanını okumak, öğretmek, araştırmak için ayırmamak yakışıksız bir durum. Ürkütücü. Şunu söyleyebiliriz; insanın öğrenmeyi öğrenmekten zevk alması belki birinci şarttır. Bundan sonra gerisi kendiliğinden gelecektir diye de düşünebiliriz.
İbrahim Demirci hocam, size hayli zahmet verdik sorularımızla. Allah razı olsun. Son sabit sorumuzla bitirelim: Kitap okumasını sevmeyen bir genci ikna etmek için tek cümlelik hakkınız olsaydı ne söylerdiniz?
Böyle bir cümle kurabileceğimi zannetmiyorum. Ama insanın büyüklüğü ile ilgili cümlelere ya da insanın büyüklüğünü kavramamızı sağlayacak cümlelere ihtiyacımız olduğunu söyleyebilirim. Hz. Ali’nin “Sen kendini küçük bir cirim zannedersin, fakat en büyük âlem sende dürülüdür” sözü ya da Şeyh Galib’in “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” sözü varlıkların gözbebeği olduğunu, insanın büyüklüğünü anlatır. Dolaysıyla insan kendini anlamlı ve değerli bulduktan sonra kendinde derinleşmek ve boyutlarını keşfetmek için yola çıkması ve bunun için de kitaplara yönelmemesi beklenemez gibi. Büyüklüğümüzün farkına varmak ve bunun gereklerini yerine getirmek için insanları kışkırtmak mümkündür.
- Siirt Medreselerinde Reform Arayışları - 12 Eylül 2020
- Şeyh Bedreddin Medresesi - 12 Eylül 2020
- Üsame er-Rıfâî ile Söyleşi - 12 Eylül 2020