Rasyonalistler
İçindekiler
Rasyonalistler
Onlar dünyanın, insan varlığı için anlaşılır hale gelmesinin yollarını aramışlardır. Belli bir bilimsel bilgi modeli geliştirip dünyayı anlaşılır kılma işinde kullanılacak rasyonel bir yöntemin ana hatlarını ortaya koymuşlardır. Bunlar vahye karşı çıkarak, aklın ve rasyonel yöntemlerin gücüne yöneldiler. Rasyonel yöntem modeli olarak matematiği görmüşlerdir. Zira matematikteki en ufak yanlış hemen ortaya çıkıverir. Sağladığı bilgi açısından da kesinliği vardır. Onlara göre doğada zorunlu bağlantılar vardır. Dolayısıyla evrendeki her ilke akılla bilinebilir.
Descartes (1596-1650)
Descartes’in bulunduğu konumu kavrayabilmek adına şöyle bir denklem oluşturabiliriz:
Orta çağ = Din + Hobbes = Bilim = Descartes ve Uzlaştırmacı Yönelimi

Orta Çağ bilimi tümden unutuyor, Hobbes (1588-1679) geleneksel dini tümden reddediyor. Descartes bu iki uç arasında bir uzlaştırma yapmaya çalışıyor. Yani din ile bilimi modern dünyada barıştırmak istiyor. Ona göre doğal dünya tek bir şeyden, mekânın her yerine dağılmış olan maddeden meydana gelir. Orta Çağ’ın büyük ölçüde Aristo’ya dayanan bireysel ve genel tözler sistemi olan dünya görüşünü yıkıp yerine evrenin her tarafına yayılmış maddi bir tözden meydana gelen kendi dünya görüşünü geçirmiştir.
Aristo’nun cisimlerin hareketini onların içsel eğilimleriyle açıklayan görüşünü reddedip, cisimlerin hareketlerini onları meydana getiren küçük parçacıkların şekil, büyüklük ve hareketleriyle açıklayan mekanistik dünya görüşüne bağlanmıştır. Matematik, Aristo için doğal dünyada hiçbir kullanımı olmayan bir bilgi türünü temsil etmekteydi. Descartes için matematiksel dil, gerçekliği kavramanın yegâne anahtarıdır. Descartes, septisizmin hüküm sürdüğü bir çağda, işe sıfırdan başlayıp bilgi ağacını yeni baştan dikmek istemiştir. Bununla da kalmayıp ağacın yetişeceği zemini de baştan oluşturma amacını gütmüştür. Skolastik geleneğin bilgi anlayışını reddettikten sonra akıl aracılığıyla sağlam bir köke dayanan önermeler sistemi kurmayı amaçlamıştır.
Descartes açısından bilgi, benlikle başlar. Benlikten Tanrı’ya, Tanrı’dan da cismin bilgisine ulaşılır. Descartes’in sistemi, benliği bilginin başlangıç noktası olarak ileri süren meşhur “Cogito Argümanıyla[9]” başlar. Onun dört aşamalı yöntem kuralı vardır:
1- Doğruluğu açık-seçik olmayan hiçbir şeyi doğru kabul etme!
2- Düşünceleri mümkün olduğu kadar böl!
3- En basit ve en kolaydan başla!
4- Bir şey unutup unutmadığını bilmek için sayım yap!
Descartes’te temelcilik anlayışı vardır. Yani binayı sağlam bir zemine oturtmak gerekir. Bilgiyi çürük bir zemine oturtursanız bina gibi çökmeye mahkûmdur. Dolayısıyla Descartes, bilgiyi temelci bir anlayış doğrultusunda inşa etmeye koyulmuştur.
Temel atılmadan önce ne yapılır?
Temelin atılacağı zemindeki toprak temizlenir. Aynen bu şekilde bilginin öncelikle sağlam temele oturması için yanlış inanışların ayıklanması gerekir. İşte bu ayıklama işi kuşku metodu ile gerçekleşir. Ona göre gerçek bilgiye ulaşmanın yolu, her şeyi elekten geçirmektir. Descartes’in kuşku yönteminin hedefinde ilk olarak duyular vardır.
Peki duyularımıza güvenebilir miyiz?
Rüya Argümanı
Rüyada sesler işitiriz, bir şeylerin tadına bakarız ve gördüğümüz her şeyin gerçek olduğundan emin oluruz. Uyanıkken yaşadıklarımızdan bir farkı yoktur. Peki bu farkı nasıl ayırt edeceğiz? Ya gerçek sandığımız bu yaşam, bir rüyadan ibaretse? Bu argüman duyulara güveni tamamen kaldırır. Dolayısıyla duyularla elde edilen bilgiler kuşkuya açıktır.
Kötü Cin Hipotezi
Descartes’e göre matematiksel doğrulardan da kuşku duymak gerekir. Söz konuşu hipoteze göre insanları aldatan kötü bir cin olabilir. 2+3’ün 5 ettiğini nereden biliyoruz? Ya bir kötü cin var da yaptığımız her şeyi bize doğru gösteriyorsa? Dolayısıyla kötü cin ne yaparsak yapalım, doğru yaptığımızı düşündürebilir.
Cogito Argümanı
Descartes’in kendini bulduğu yer tam da burasıdır. Şöyle düşünmeye başlar:
1. Gördüklerim ya bir rüyaysa?
2. Gördüklerimden kuşkulanıyorum.
3. Bildiklerim ya yanlışsa?
4. Kötü bir cinin beni yanıltmasından kuşkulanıyorum.
Kuşkulandığı esnada bir şey fark eder:
5. Kuşkulandığı süre boyunca düşündüğünü…
6. Çünkü kuşkulanma bir tür düşünmedir.
7. Düşünmek için de var olmak gerekir.
8. “Düşünüyorum, o halde varım!”
Bu varlık zihin ve beden olarak değil sadece zihnidir. Bundan sonraki aşamada varlık görüşüne ulaşabilmek için dış dünyaya geçer. Fakat bunun için bir Tanrı’ya ihtiyaç duyar. Descartes’in bilgi ağacını oluşturabilmesi için Tanrı’nın var olduğunu ve aldatan bir varlık olmadığını kanıtlayabilmesi gerekir.
Bunun için üç ayrı Tanrı argümanı ortaya koyar:
1. İlk Argüman
Kendisindeki mükemmellik fikrinin ancak mükemmel bir varlıktan gelmiş olabileceğini savunur. Şöyle der: Mademki sahip olmadığım bir mükemmellik biliyorum, öyleyse ben var olan biricik varlık değilim. Sahip olduğum her şeyi kendisinden edindiğim daha mükemmel başka bir varlığın olması gerekiyor. Tanrı’nın var olması en az herhangi bir geometri kanıtlaması kadar kesindir.
2. İkinci Argüman
Bu kez zihnin varoluşundan yola çıkar. Bu kanıtta düşünen bir “zihin” olarak varoluşunu kime borçlu olduğunu sorar. Seçenekler sıralar (anne, baba vs.) ve bunları elemeye başlar. Seçeneklerden hiçbirinin kendi varoluşunun nedeni olamayacağını gösterdikten sonra, varlık sebebinin Tanrı olması gerektiği sonucuna varır.
3. Üçüncü Argüman
Bu sonuncu argüman ontolojik argümandır. Argümanın adımları şöyledir:
1. Bende en yüksek derecede yetkin olan bir VARLIK (Tanrı) idesi var.
2. Bu varlıkta, en ufak bir özellik noksanlığı olursa en yüce varlık olamaz.
3. Tanrı’yı en yüce bir varlık olarak düşünüp, bazı özelliklerden yoksun görmek çelişki olur.
4. Varoluş bir yetkinlik özelliğidir.
5. Varoluş yoksa yetkinlik de yoktur.
6. Tanrı’yı en yüksek yetkin varlık ve var olmayan bir varlık olarak düşünmek çelişkidir.
7. Öyleyse Tanrı sadece düşüncede değil, gerçekten vardır.
Son argümanında Tanrı’nın mutlak yetkinliğini gözler önüne sererken, insanın düştüğü hataların sorumlusunun Tanrı olamayacağını da göstermiş olur.
Ona göre yargılar iki şeye bağlıdır:
İnsan zihninin anlama yetisiyle irade özgürlüğüne. Söz konusu iki yeti de Tanrı tarafından verilmiştir. Anlama yetisi her şeyin idesine sahip olma bakımından sınırlı iken, irade hiçbir şekilde sınırlı değildir.
Şöyle bir şeyi de ekleyelim, Descartes der ki:
İnsan, açık ve seçik bir düşünceyle karşı karşıya kaldığı zaman bunu kabul etmek zorundadır. Çünkü Tanrı insanları aldatan bir varlık olmadığı için onun bu zorlamasını kabul etmek gerekir. Yani açık ve seçik düşünceleri doğru kabul etme zorunluluğunun arkasında Tanrı vardır. Açık ve seçik olmayan şeyleri insan kabul edip hataya düştüğünde bunun sorumluluğu Tanrı’ya ait değildir. Bizzat insana aittir.
Tanrı-Doğa Düalizmi
Descartes’in Tanrısı, Orta çağ düşüncesinde evrene müdahale edebilen, onu himaye eden teistik Tanrı anlayışı gibi olmayıp sistemin tamamen dışındadır. Tanrı, hareket için gerekli olan enerjiyi verip kenara çekilmiştir. Bu bağlamda Descartes deistik bir Tanrı anlayışına sahiptir.
Tanrı: Yaratılmamış, ezeli ve ebedi bir varlık
Doğa: Canlılıktan yoksun, kaba bir maddi varlık. (Düalizm, Tanrı-Doğa)
Zihin-Beden Düalizmi
İnsanı meydana getiren iki töz vardır:
Düşünme eylemini gerçekleştiren zihin, Yer kaplamayan töz olarak beden.
Descartes’e göre zihin, bedenin ölümünden sonra bile Tanrı’nın yardımı olmaksızın varlığını sürdürebilir.
Descartes’te zihin ve beden, sonuç olarak aralarında ortak hiçbir nokta olmadığı için birbirinden tamamen bağımsızdır. Onlar bütünüyle farklı tözler olduklarından, zihin ve bedenden her biriyle ilgili temel hakikatler o tözün kendi ayrı doğasından çıkar. Bu yüzden, zihinlerin bilimiyle cisimlerin biliminin çatışması, onların birbirlerinin alanlarına müdahale edebilmeleri imkânsızdır.
Onun bu anlayışından çıkan en önemli sonuç: İlahiyatçıların bilim adamlarına müdahale etmeleri, bilim adamlarının da manevi hakikatlerle ilgili olarak hüküm vermeleri doğru değildir. Bu, 17. yüzyılda ortaya çıkan bilim-din çatışmasına Descartes’in getirdiği “Kartezyen Uzlaşım” olarak bilinen ünlü çözümdür.
Zihin ve bedenin ayrı ayrı olarak var olabildikleri için birbirlerinden ayrı ve bağımsız tözler olduklarını öne süren Descartes, yine de onların bu dünyada ayrı olmadıklarını söyler. Düşünen bir töz, bir bedenle birleştiği zaman, insan oldukça farklı bir duyusal deneyime sahip olur. Söz konusu özel deneyim, ne sadece zihne ne de bedene izafe edilebilir. Descartes, zihinle beden arasındaki bu karşılıklı etkileşimin beynin iç kısmında bir yerde duran “kozalaksı bezde” gerçekleştiğini öne sürer.

Spinoza (1632-1677)
Spinoza her şeyden önce Descartes’in insan ruhunun doğal düzenin bütünüyle dışında olduğu inancının saçma olduğu kanaatindeydi. Ona göre Descartes’in din ile bilimi uzlaştırma çabası boşunadır. Descartes gibi bilimin “dünyanın gerçekliğini” açığa çıkardığı inancındaydı. O, Descartes’in evrenin dışına koyduğu Tanrı’yı alıp evrenin içine dahil etmiştir. Spinoza, felsefesinin bütün sistemini “Etika” adlı eserinde ortaya koyar. Bu sistemin temelindeki yöntem anlayışı, geometrik yöntemdir. Spinoza, tıpkı Descartes gibi gerçekliğin rasyonel olduğuna, düşünce düzeniyle varlık düzeninin bir ve aynı olduğuna inanıyordu.
Onun yaşadığı çağda kesin bilgi modeli matematikti. Çünkü rasyonalist bilgi anlayışı bakımından matematik, açık seçik önermeler vermesinin yanı sıra ispatları tartışılmaz ve yöntemleri kusursuz bir modeldi.
Açık seçikliğe en az Descartes kadar değer veren Spinoza, ondan farklı olarak kuşkuya hiç yer vermez, analiz yerine sentezi ön plana çıkarır. Çünkü bilgi düzeni, varlık düzenini yansıtır. Bu nedenle doğa düzenini Tanrı’dan hareketle kurmak, tek tözün zorunlu sonuçlarını ortaya koymak, yani sentez söz konusu olmaktadır.
Descartes, zihinden başlayarak yola çıkmıştı. Spinoza ise, doğada “nedenlerin nedenine” gidildiği takdirde, kendi kendisinin nedeni olana ulaşılacağını, bu varlığın her şeyin başlangıcı olduğunu ve bilginin de burada başlaması gerektiğini öne sürer. Dolayısıyla bütün bilgilerimiz, Tanrı bilgisinden türemektedir. Tanrı bilgisi ise kuşkudan uzaktır. Ayrıca kesin ve güvenilir bilgileri sağlayacağımız temel dayanak noktamız olmaktadır.
Spinoza’ya göre zihin, bedenden ayrı bir töz değildir. Aksiyom kavramına bir açıklık getirelim. Karşımıza çıkacak: Her türlü kuşkunun ötesinde olan ve kanıtlanamayan, fakat tüm kanıtlamaların başlangıç noktasını oluşturan açık doğrulardır. Mesela üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir. Neden? Böyle çünkü…
Tek Töz Olarak Tanrı
O Tanrı’yı, var olmak için başka bir şeye ihtiyaç duymayan varlık olarak tanımlar. Bu varlık, kendi kendisinin nedenidir. (Causa Sui) Bu biricik töz, bir bütün olarak anlaşılan evrenle özdeşleşmelidir. Böylelikle metafiziğinin en temel tezi karşımıza çıkar. (Tanrı=Doğa) (Deus sive Natura) Yani bu biricik töze ya “Tanrı” de ya da “Doğa”, Spinoza’da aynı kapıya çıkıyor. Descartes, Tanrı’ya muhtaç olan Tanrı’dan ayrı iki tözün daha bulunduğunu söylemişti. Spinoza ise tözün tanımına Tanrı’dan başka bir şey yakışmayacağı için tek töz olarak Tanrı’yı görür. Bu fasıldan sonra tek töz olarak gördüğü Tanrı’yı kanıtlamak ister Spinoza.
Ona göre Tanrı, zorunlu olarak vardır. Tanrı, var olmaması düşünülemeyen bir varlıktır. Tanrının var olduğunu bilmek, onun sıfatlarını bilmekle mümkündür.
1. Tanrı, sonsuzdur. Başka bir cisim tarafından sınırlanamaz.
2. Tanrı, bölünemezdir. Tek tözdür. Eğer başka töz olursa, bu Tanrı’nın sınırlanması demektir.
3. Tanrı ile evren birdir. Her şey Tanrı’dadır. Hiçbir şey Tanrı olmadan kavranamaz.
4. Var olan her şey, Tanrı’nın bir tezahürüdür. (Ölümüne Panteist)
5. Tanrı, neden olduğu şeylerin dışında olamaz.
6. Tanrı, evrenden ve insanlardan uzak bir varlık olamaz.
7. Tanrı, tanım gereği gücü her şeye yeten varlık ama, onun bu dünyayı yaratması özgür bir seçim değildir.
8. Tanrının her şeyi kapsadığını ve sonsuz olduğunu düşünmek, Tanrı’yı sonsuz niteliğe sahip bir varlık olarak görmek anlamına gelir.
Yer kaplama, biricik tözün ana niteliğidir. Buna göre fiziki evrenini tek tek meydana getiren maddi şeyler Tanrı’nın yer kaplama ana niteliği altındaki değişimleridir.
Özgürlük Meselesi

Spinoza, eğer eylemlerimizin nedenleri hakkında yeterli bir bilgiye sahip olursak, o bilgi nispetinde özgür oluruz der. Bu özgürlük, determinizm içinde gerçekleşen bir özgürlüktür.
Determinizmin mottusu şudur: “Eylemlerimiz, birtakım nedenlerin sonuçlarıdır.”
Daha iyi anlaşılması için bir alegori yapalım. Geniş bir çember hayal edin. Bu çemberin tam ortasındasınız. Çemberin içinde belirli nesneler var ve istediğinizi seçmekte özgür olduğunuz söyleniyor. Ancak ve ancak belli bir sınır içerisinde olan nesneleri seçme hakkınızın olması, sizce bir özgürlük müdür? İşte determinizm, size “sadece” o nesneleri seçme özgürlüğünü veren çemberin ta kendisidir.
Spinoza’ya göre doğada bir düzen var. İnsan da bu doğanın bir parçası. Tanrı ise doğanın ta kendisi olduğu için, insan hiçbir şeyden kaçamaz. Dolayısıyla parçası olduğu doğanın düzenine boyun eğer. Spinoza buna rağmen özgür olabileceğimizi söyler.
Peki ya nasıl?
Determinizmi kabul ederek. Yani en azından nedenleri bilerek kendimizi özgür kılabiliriz. Bunun yolu da akıldan geçer. İnsanın özgür olması için “meydana gelen her şeyin zorunlu olduğunu” akılla kavraması gerekir. Mesela başımıza bir felaket gelse, bunun nedensellik zinciri içerisinde doğanın bir düzeni olduğunu kabullenmek, acıyı azaltır. Spinoza açısından bilginin artışına neden olan her şey, özgürlüğün gerçekleşmesine yardımcı olur.

Leibniz (1646-1716)
Rasyonalist düşünürlerin sonuncusu olan Leibniz, Descartes ve Spinoza’nın görüşlerinden rahatsız olmuştur. Mesela ona göre Descartes’in kartezyen felsefesi baştan sona yanlış bir yola girmiş, madde ile ruhu, bilim ile dini birbirinden koparmıştır. Leibniz, Descartes ve Spinoza’nın bir bütün olarak doğayı bilim yoluyla açıklama projesine bağlı kalır. Fakat bilimin tek başına hiçbir şeyi açıklayamayacağını savunur. Her şeyin altında yeter-sebep ilkesi vardır. Yani olan her şeyin bir sebebi vardır. Bu sebep yasalarının başında ise Tanrı vardır. Kısacası, dünyaya ilişkin gerçek açıklama bilim yoluyla değil, anlamın yegâne kaynağı Tanrı sayesinde olabilir. Leibniz, din ile bilimi dinden taviz vermeksizin uzlaştırmayı amaçlamıştır. Metafiziğinde tümdengelimsel bir yöntem izler.
Descartes’in aksine, gerçek olanın madde ve yer kaplama olduğunu değil, güç olduğunu savunmuştur. Çünkü ona göre madde, töz değildir. Madde töz olsaydı;
1. Bölünmezdi.
2. Basit olurdu.
3. Var olmak için başka bir şeye ihtiyaç duymazdı.
4. Yer kaplamazdı.
Maddede bu sayılanların tam tersi meydana geldiği için, madde töz değildir. Leibniz’e göre doğada 4 farklı güç vardır:
1. İlkel etkin güç
2. İkincil etkin güç
3. İlkel pasif güç
4. İkinci pasif güç
Leibniz, bu güçlerin veya onların neden olduğu hareketin matematiksel yasalara tabi olduğunu savunmaktaydı. O, tözün gerçekte etkin olduğunu, var olmanın “eylemde bulunmak” olduğunu öne sürer. Buradan hareketle metafiziğinde gerçekten var olanın güç olduğunu öne sürer.
Leibniz eylem merkezine yani güç merkezine “monad” adını verir. Monadı açıklarken atom terimini kullanır. Çünkü Demokritos (M.Ö. 460-370) ya da Epiküros’un (M.Ö. 341-270) atomları ile bu atom arasında benzerlikler vardır.
Buna göre monadlar, tıpkı atomlar gibi ezeli ve ebedidirler. Yaratılmadıkları gibi yok da edilmezler. Monadlar, yer kaplama ve şekilden yoksun oldukları için bölünebilir değillerdir. Atomculara göre bütün atomlar birbirine benzer. Oysa monadlar birbirine benzemezler. Atomlar maddi tözlerken, monadlar tinsel tözlerdir.
Leibniz, cisimlerden ziyade ruhlara benzeyen monadlara ilkel güçler adını verirken, doğanın bir bütün olarak canlı olduğu sonucunu çıkarır. Yer kaplamayan, şekil ve büyüklükleri olmayan monadlar, birbirlerinden niceliksel olarak değil, niteliksel olarak farklılık gösterirler. Yalnızca ruhlar vardır. Bizim yer kaplama, cisim, madde dediğimiz şey, bulanık algıdan başka bir şey değildir.
Tanrı, yaratılmamış monaddır. Her şeyi apaçık yansıtır. Ruha tekabül eden monad ise tam bir açıklık temsilinden yoksundur. Leibniz’in tasarladığı evren, en küçük parçacıklardan insan zihnine doğru yükselen sonsuz sayıda bölünemez monadların hiyerarşisinden meydana gelir. Evrendeki düzen, monadlar arasındaki ilişkilerin, nedensel etkileşimlerinin bir sonucu olmadığına göre, “monadlar monadı” olan Tanrı’dan kaynaklanmak durumundadır.

Leibniz, evreni çok usta bir saatçi tarafından imal edilip kuruldukları için hepsi de doğru zamanı gösteren çok fazla sayıda saatten oluşan bir bütüne benzetir. Dolayısıyla monadlar arasında nedensel bir ilişki olmasa da hepsi kendi başlarına Tanrı tarafından kurulmuş olan ahenge göre uyumlu biçimde değişirler. (Saat Analojisi) Aynı metaforu ruh-beden ilişkisinde de kurar. Ona göre ruh ve beden ayrı monadlar olduğu için birbirlerine etki etmezler. Her ikisi de birbirinden ayrı olan iki saat gibidirler. Her ne kadar ayrı olsalar da aynı zamanı gösterecek şekilde ustaca kurulmuşlardır.
Leibniz, Tanrı’nın var olduğuna dair iki a priori delil sunar: Birincisi ontolojik kanıttır.
1. Kişide Tanrı idesi bulunur.
2. Tanrı, en yüksek derecede yetkin bir varlığın kavramıdır.
3. Varoluş bir yetkinlik özelliğidir.
4. Varoluş, Tanrı’nın özünün bir parçasını meydana getirir.
5. Dolayısıyla Tanrı zorunlu bir varlıktır.
İkinci delil: Tanrı’nın varlığı, matematiksel doğrular gibi zaruri doğrulardır. Üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir. Nasıl ki bunun doğruluğu zorunluysa, Tanrı’nın varlığı da zorunlu olmaktadır. Leibniz’in evreni, sınırsız sayıda monadın oluşturduğu uyumlu sistemdir. Bu sistemin en üstünde yaratılmamış olan Tanrı vardır.
Tanrı’nın gücü ve iyiliği sonsuzdur. Bu nedenle yarattığı dünya, mümkün dünyaların en iyisidir. Diğer dünyalar yani diğer monadlar Tanrı’nın zihninde vardı. O en iyisinin bu dünya olduğuna karar verip bu dünyayı yaratmıştır.
Kötülük Problemi
Madem Tanrı mutlak iyi ve madem bu dünya en iyi dünya, o zaman neden kötülük var? Tanrı kötülükleri bilmiyor mu? Bilip önleyemiyor mu? Önlemeye gücü yetip yapmıyor mu? Leibniz, kötülüğün Tanrı ile doğrudan bir ilişkisinin olmadığını ifade eder. Ona göre kötülüğün faili yoktur. Kötülük, Tanrı tarafından yaratılmış bir şey değildir. Ek olarak Tanrı, kötülüğü hiçbir şekilde istemez, fakat yalnızca ona izin vermiştir.
Diğer bir görüşünde ise şöyle der: Yaratılmış olan mümkün en iyi dünya, kötülüğü olmayan bir dünya değildir. Biz bu dünyanın en iyi dünya olduğunu kavrarsak içindeki kötülüklerin de düzenin bir parçası olduğunu anlayabiliriz. Onun bilgi teorisinde “Doğuştan İdeler” adlı bir öğreti vardır. Bu öğretiye göre zihnin bütün ideleri doğuştandır. Bunu Platon’un meşhur “Anımsama” kuramıyla da bağ kurarak ortaya koyar.
Bu makaleyi okuyanlar için tavsiye yazılar:
“Deneyciler”
“Şüphecilik”
“Bilim Devrimi’nde Descartes ve Gassendi’nin Mekanik Doğa Felsefeleri”
Kaynaklar
Wikipedia, Descartes Maddesi.
Wikipedia, Spinoza Maddesi.
Wikipedia, Leibniz Maddesi.
Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci, Say Yayınları, 2017.
Felsefe Tarihi, Alfred Weber, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2010.
Tanrı ve Kötülük, Metin Yasa, Elis Yayınları, Ankara, 2015.
Kötülük ve Teodise, Cafer Sadık Yaran, Vadi Yayınları, İstanbul, 2016.