Basra ve Kufe Ekollerinin Farklı Nahiv Terimleri

GİRİŞ
İslâmiyetin doğuşundan sonra Arapların, Arapça bilmeyen milletlerle ve topluluklarla karşılaşmaları ve bunlarla olan ilişkileri sebebiyle hayat tarzlarında bazı değişmeler ve dillerinde bozulmalar oldu. Günlük konuşmaları aşıp Kur’an’ın yanlış okunmasına kadar sebep olan bu dil bozulmaları, Arap dili gramerinin tespitini gerektiriyordu. Bunun yanı sıra bedevî Arapların konuşmalarında yer alan lügat malzemelerinin derlenmesi de bir ihtiyaç hâline gelmişti. Bu sebeple dil ve edebiyat malzemesinin derlenmesi, ayrıca ihtiyaç duyulan gramer ve lügat çalışmaları, önce Basra’da, yaklaşık bir asır sonra da ona paralel olarak Kûfe’de başlayıp üç asır kadar devam etmişti.
Bu konudaki ilk çalışmalar, Kur’an’ın yazılması ve kitap hâline getirilmesi ile başlamış ve bu arada gramer, Kur’an’da yazının ıslâhı çalışmalarına bağlı olarak doğmuştur. Gramere bağlı ilk önemli çalışma olan Kur’an’ın noktalanması, Ebu’l-Esved ed-Du’elî (ö. 69/688)’ye aittir. Klâsik kaynakların çoğu, onu Arap nahvinin kurucusu olarak kabul etmişlerdir. Ebu’l-Esved’in başlattığı ve daha sonra bu iki şehirde gelişen dil ve edebiyat çalışmaları, aralarında görüş ayrılıkları bulunan iki dil ekolünün teşekkülüne sebep oldu. Arap grameri açısından temel teşkil eden bu iki ekol Basra ve Kûfe ekolleridir. Başlangıçta bu iki ekol arasında şiddetli tartışmalar meydana gelmiş, sonradan bazı dilcilerin bu iki karşıt ekolün görüşleri arasında seçim yapmadan bu görüşlerin birine ya da her ikisine yer vermeleriyle bu çekişme, şiddetini kaybederek tamamen ortadan kalkmıştır4. Arap nahiv tarihi içerisinde bunlardan sonra da Bağdat, Mısır ve Endülüs ekolleri teşekkül etmiştir. Özellikle Bağdat ekolü, ilk iki ekol arasında çıkan ihtilâfları bağdaştırıcı ve uzlaştırıcı bir rol üstlenmiştir. Aşağıda önce Basra ve Kûfe ekolleri hakkında kısaca bilgi verilecek, daha sonra kullandıkları nahiv terimlerinin önemlileri açıklanacaktır.
BASRA VE KÛFE EKOLLERİ
Basra Ekolünün Doğuşu ve Özellikleri
Basra, Irak’ta Bağdat’ın güneydoğusunda 635 yılında kurulmuş bir şehirdir. Basra’nın batı kapısı civarında kervanların konakladığı, her taraftan gelen Arapların alışveriş yaptıkları şiir yeteneklerini ortaya koydukları Mirbed el-Basra denilen bir yer vardı ki ticaret ve kültür hareketlerine bir merkez vazifesi görüyordu. Böylece Basra’ya gelen ve burada yetişen öğrenciler İslâmî ilimlerde büyük çığır açtılar. Nahvin en azından bazı esaslarının tespit edicisi olarak bilinen Ebu’l-Esved Basra’da yetişmiş, sonraki nahiv çalışmaları, onun öğrencileri tarafından yine Basra’da sürdürülmüştür. Bu itibarla Basra, bir bakıma Arap gramerinin doğuş yeri sayılır. Buna bağlı olarak Basra ekolü, nahiv çalışmalarını başlatan ekoldür. Gerçek anlamda ilk Basralı nahivci ise ‘Abdullâh b. Ebî İshâk el-Hadramî (ö. 117/736)’dir. Kıyası nahivde ilk uygulayanlardan ve nahiv ilmini kuran üç kişiden biridir. İbn Ebî İshâk, öğrencisi ‘Îsâ b. ‘Ömer es-Sekafî (ö. 149/767) ile birlikte nahiv konularını geliştirdiler. Böylece nahiv çalışmaları sistemli bir hale gelmiş ve Basra ekolünün genel hatları ortaya çıkmıştır
Basra ekolüne mensup nahivciler, dil kurallarını belirleme konusunda oldukça titiz davranmışlardır. Dikkate aldıkları hususlar özetle şunlardır.
a) Çalışmalarını semâ‘ (dinleme ve ağızdan derleme) ve kıyasa dayandırmışlar, titizlikle seçtikleri fasih konuşan bedevîlerden dil ve edebiyat malzemesi derleyerek seyrek rastladıkları nadir ve şaz şekilleri değil, sık rastlananları esas alarak kaideler tespit etme yoluna gitmişlerdir. Şaz kelimelerle karşılaştıklarında bunların yanlış olduklarını belirtmişler ya da tevil etme yoluna gitmişlerdir.
b) Türetme yapacakları kelimenin sağlamlığını ve doğruluğunu tespit için henüz dil melekelerini kaybetmemiş kabilelere müracaat etmişlerdir. Bazen bizzat çöldeki bedevî kabilelere ziyaretler yapmışlar, bazen de onları kente, yanlarına çağırmışlardır.
c) Kur’an, Basralı nahivciler için kaidelerin tespitinde temel ölçü olmuştur. Ancak az sayıdaki bazı kıraatler arasında kendi kurallarına uyanları tercih etmişlerdir. Şaz olarak nitelendirdikleri bazı kıraatleri ise uygun bir şekilde tevil etme yolunu benimsemişlerdir.
d) Kuralları belirlerken hadisleri delil kabul etmeyip şahit olarak kullanmamışlardır. Çünkü manaca rivayet edilen ve h. II. yüzyıla kadar yazıya geçirilmeyen hadislere birçok yabancı kelimenin de karıştığı kabul ediliyordu.
Bütün bu titiz uygulamaları ile Basra ekolü, nahiv kurallarını tespit konusunda önceliği kendi uhdesine almıştır.
Basra Ekolünün Önemli Temsilcileri
Ebu’l-Esved’den sonra Basra’daki gramer çalışmalarında emeği geçen âlimlerden Nasr b. ‘Âsım el-Leysî (ö. 89/707), ‘Anbesetu’l-Fîl (ö. 100/718), ‘Abdurrahmân b. Hurmuz (ö. 117/735) ve Yahyâ b. Ya‘mer (ö. 129/746) Basra nahiv ekolünün ilk tabakasını teşkil etmektedirler. İkinci tabakayı İbn Ebî İshâk ile öğrencisi ‘Îsâ b. ‘Ömer es-Sekafî ve Ebû ‘Amr b. el-‘Alâ (ö.154/770) oluşturmaktadır. Nahivde İbn Ebî İshâk’ın, lügatte ise Ebû Amr’ın daha yetkin olduğu kaydedilmiştir. (17) Nasr b. ‘Âsım ile başlayıp Ebû ‘Amr b. el-‘Alâ ile biten dönem, nahvin vaz ve oluşum dönemini teşkil etmektedir.
Basra ekolünün üçüncü tabakasında ise Ebu’l-Hattâb el-Ahfeş (ö. 172/788), el-Halîl b. Ahmed el-Ferâhîdî (ö. 175/791) ve Yûnus b. Habîb yer almaktadır. elHalîl, Kitâbu’l-‘Ayn’ı telif etmiştir. Arapça’da ilk sözlük çalışması olan bu kitabı alfabetik sıraya göre değil, benzer seslerine göre dizmiştir. Yazının ıslahı hususunda büyük hizmeti vardır. Basra ekolünün, saydığımız üç tabakası dışında olup Arap nahiv tarihi içerisinde önemli bir yeri olan diğer bir nahivci de el-Halîl’in öğrencisi Sîbeveyhi’dir. Hadis okurken lahn yapıldığını görünce çalışmalarını dil ve nahiv konuları üzerine yoğunlaştırmıştır. el-Halîl ölünce onun ders halkasını devralmış, yazdığı el-Kitâb adlı gramer kitabıyla adını ölümsüzleştirmiştir. Değerinden ötürü bu kitaptan Kur’anu’n-nahv diye söz edilmiştir. el-Kitâb, zamanına kadar yazılan nahve dair eserlerin en büyüğüdür ve Basra ekolü mensupları için gramer çalışmalarında esas teşkil etmiştir. Bunlardan başka Basra ekolü mensupları arasında el-Ahfeş el-Evsat (ö. 215/830), Ebû ‘Ubeyde Ma‘mer b. Musennâ (ö. 209/824), Ebû Zeyd el-Ensârî (ö. 215/830), el-Asma‘î (ö. 216/831), el-Muberred (ö. 285/898) ve İbn Dureyd (ö. 321/933) gibi âlimler bulunmaktadır.
Kûfe Ekolünün Doğuşu ve Özellikleri
Güney Irak’ta 638 yılında kurulan Kûfe de Basra gibi İslâmî ilimler sahasında pek büyük bir faaliyetin hüküm sürdüğü bir şehir olmuştur. Kazandığı ilmî şöhret h. V. asra kadar sürmüştür.
Basra’da i‘râb ve naktu’l-i‘câm (benzer harfleri birbirinden ayırmak için noktalamak) şeklinde başlayan ilk nahiv çalışmaları sürerken Kûfe’de daha çok fıkıh ve kıraatlerle uğraşılıyordu. Kûfe’de gramer çalışmalarının ne zaman başladığı kesin olarak bilinmemekle beraber Ebû Ca‘fer er-Ru’âsî (ö. 175/791), Kûfe nahiv ekolünün kurucusu sayılmıştır. Ancak Kûfe ekolü Ebu’l-Hasen Ali b. Hamza el-Kisâ’î (ö. 189/804) ve öğrencisi Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ (ö. 207/822) ile kurallarını tamamlayarak gerçek anlamda bir ekol olabilmiştir.
Kûfe ekolünün çalışmaları da Basralılarınki gibi esas olarak semâ‘ ve kıyasa dayanıyordu. Ancak daha önce de değindiğimiz gibi Basralılar bu konuda oldukça titiz davranırlarken Kûfelilerin, semâ‘ın kaynağını seçmede aynı titizliği göstermedikleri gibi nadir ve şaz da olsa duydukları her şekli kıyaslarına mesnet yaptıkları ifade edilmiştir. Buna göre Kûfe nahiv ekolünün özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür.
1- Çok miktarda rivayete yer verilmesi. Kûfeliler, dil malzemesi aldıkları kaynaklarda herhangi bir ayırım yapmıyor, bedevî ve şehirli bütün Araplardan her türlü rivayeti hatta şaz lehçeleri de almakta bir beis görmüyorlardı.
2- Şaz ve nadir kullanılan kelimeler üzerine kıyas yapılması. Kûfelilerin titiz bir araştırma yapmadan her türlü malzemeyi topladıkları gibi bir de bunlar üzerine kıyas yapmaktan kaçınmadıkları ifade edilmiştir. Şehirlileşmiş Araplardan nesir ve şiir malzemeleri almışlar, kurallara uymayan şaz kelimeleri de kullanmışlardır.
3- Bazı yeni ıstılâhların ortaya konması ve buna bağlı olarak ortaya çıkan farklı görüşler. Kûfeliler, Basralılarınkinden farklı bazı ıstılâhlar ortaya koymuşlardır. Fakat yaygınlık kazanan ıstılâhlar daha önce Basra ekolü tarafından ortaya konan ıstılâhlar olmuştur.
Kûfe Ekolünün Önemli Temsilcileri
Kûfe ekolünün kurucusu olan Ebû Ca‘fer er-Ru’âsî, nahiv bilgilerini ‘Îsâ b. ‘Ömer ve Ebû ‘Amr’dan almıştır. Kûfe’ye döndüğünde el-Kisâ’î’ye ders vermiş, öğrencilerine okutmak üzere el-Faysal isminde bir kitap yazmıştır (31) Bazı rivayetlere göre Halîl b. Ahmed, onun kitabını istemek için birini ona göndermiş, onu okuduktan sonra kendi kitabını yazmıştır. (32) Kûfeliler içinde nahiv kitabı yazan ilk kişidir. Sîbeveyhi’nin tenkitlerinde isim belirtmeden yalnızca Kûfeli diye bahsettiği kişinin er-Ru’âsî olduğu söylenmiştir. (33) er-Ru’âsî’nin çağdaşı Mu‘âz el-Herrâ (ö. 187/802) da Basralı nahivcilerden ders almış sonra Kûfe’ye dönerek öğrendiklerini imlâya başlamıştır. (34)
Kûfe ekolünün gerçek manada kurucuları el-Kisâ’î ve el-Ferrâ’dır. (35) el-Kisâ’î, er-Ru’âsî’nin derslerine iştirak etmiş, umduğunu bulamayınca Basra’ya gidip oradaki nahiv bilginlerinden ders almıştır. Yedi kıraat imamından biridir. (36) Bilgisinin büyük kısmını çöl bedevîlerinden aldı. (37) Halk dilindeki gramer hataları hakkındaki ilk risaleyi yazmış, böylece yeni bir inceleme sahası açmıştır ki, Arap lehçelerinin ilk tarihine ait bilgiler bu eserden elde edilmiştir. (38) Kûfe ekolünün nahiv metodunu belirleyen de el-Kisâ’î’dir.
Kûfe ekolünün güçlü imamlarından biri de elFerrâ’dır. El-Ferrâ’ın Me‘âni’l-Kur’ân’ı Kûfe dil ekolünün günümüze ulaşan en önemli ve en hacimli eseri olup (39) nahivle ilgili görüşlerinin çoğu bu eserinden elde edilmiştir. (40) O da er-Ru’âsî’nin dil derslerine katılmış sonra Basra’ya gidip Yûnus b. Habîb’den ders almıştır. (41) Basra’dan döndükten sonra da el-Kisâ’î’nin öğrencileri arasına girmiştir. O da hocası gibi bedevî ve şehirli ayırımı yapmadan çeşitli kabilelerden dil malzemesi toplamıştır. (42) Metot konusunda da hocasının izini takip eden el-Ferrâ, bazı konularda hocasına muhalefet etmiştir. Kûfe ekolüne nihâî şeklini veren ve nahiv ıstılâhlarının çoğunu tespit eden de odur. (43) Nahivde emîru’l-mu’minîn olduğu söylenmiştir. (44)
el-Ferrâ’dan sonra Kûfe ekolüne mensup nahivciler arasında İbnu’s-Sikkît (ö. 244/858), zamanında Kûfelilerin nahivde önderi olan Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ Sa‘leb (ö. 291/903) (45), Ebû Bekr b. elEnbârî (ö. 328/941) ve İbn Acurrûm es- Sanhâcî (ö. 723/1323) sayılabilir. Ancak İbn Acurrûm’un Kûfe ekolüne mensubiyetini ihtiyatla karşılayanlar da olmuştur. (46)
Basra ve Kûfe Ekolleri Arasındaki İhtilâflar
Basra ve Kûfe ekolleri arasındaki ilk ihtilâf, er-Ru’âsî ile el-Halîl arasında başlamış daha sonra Sîbeveyhi ve el-Kisâ’î arasında devam etmiştir. Abbâsî halifesi Hârûnu’r-Reşîd’in huzurunda düzenlenen ve bu son ikisi arasında geçen zunbûriyye münazarası oldukça meşhurdur. Basralılarla Kûfeliler arasında cereyan eden münazaralar nahivcilere dair ilk tabakât kitaplarında yer almış, daha sonra bunların bir kısmını Ebu’l-Kâsım ez- Zeccâcî (ö. 337/949), Mecâlisu’l- ‘ulemâ adlı eserinde toplamıştır. Bu ilk kaynaklar, daha sonra kaleme alınan tabakât ve hâl tercümesi kitapları ile iki ekolün ihtilâflarını konu edinen eserlere de kaynak teşkil etmiştir. Her iki ekolün çalışmaları da temelde semâ‘ ve kıyasa dayanıyordu. Buna rağmen farklı sonuçlar elde etmişlerdir. Bunun birtakım sebepleri vardır. Arap dilini hatasız konuşan bedevîlerin çöle yakın bir şehir olan Basra’da toplanması, Câhiliye dönemindeki ‘Ukâz panayırını andıran ve İslâmî dönem panayırlarının en önemlilerinden biri olan Mirbed’in Basra’da bulunması gibi sebeplerle Basralı nahivciler, titizlikle seçtikleri bedevî Arapların fasîh lehçesini esas alıp dile ait genel kurallar koymuşlar, bu kurallara uymayan şekilleri şaz kabul ederek onlar için ayrıca kaide koymaya gerek görmemişlerdir. (47) Hatta bazen dil malzemesi aldıkları kimselerin bedevî olmalarını da yeterli görmemişler, medeniyetten etkilenmemiş olmalarını şart koşmuşlardır. (48) Basralıların dillerini fasih kabul ettikleri kabileler, Kays ve Temîm kabileleridir. Dil malzemelerinin çoğunluğunu bunlardan almışlardır. Bu kabilelerden sonra Huzeyl kabilesi ile Kinâne ve Tay kabilelerinin bir kısmını fasih kabul etmişler, bunların dışındaki diğer kabilelerle şehirlere yerleşmiş Araplardan dil malzemesi almamışlardır. (49)
Basra’nın bu durumuna karşılık Kûfe’nin dil bakımından karışık unsurlarla dolu olması sebebiyle Kûfeliler semâ‘ın kaynağını seçmede aynı titizliği göstermeyerek Araplardan rivayet edilen her kullanıma itibar etmişler, nadir ve şaz bile olsa duydukları her şekli kaideye esas almışlardır. (50) Rekabet duygusunun da etkisiyle Basralıların genel kurallarını bozan tüm örnekleri büyük bir sabırla toplamışlar ve onları istisnalar olarak değil, Basralıların kurallarının tersine genel kuralların temeli olarak görmüşlerdir. (51) Bundan dolayı zaruret sebebiyle caiz olan lügatleri birer asıl kabul ettiği için el-Kisâ’î’nin, nahvi ifsat ettiği söylenmiştir. (52)
Basralılar, duydukları şekillerden seçtiklerini, Kûfeliler ise duydukları her şekli kıyasa esas almışlardır. Başka bir deyişle Basralılar prensiplere, Kûfeliler ise Araplardan işittiklerine daha çok önem vermişlerdir. Bu bakımdan Basra ekolünde fikir hürriyeti daha çok ve aklî istidlâller daha caziptir. (53) Basralılar, Arap dil ve edebiyatı üzerinde hakimiyet kurarak daha sonra gelişen Arap dilciliğinin temeli hâline gelmişlerdir. Bunun bir sonucu olarak dil öğrenimi için Basra’dan Kûfe’ye çok az kişi gittiği halde Kûfe’den Basra’ya bu maksatla özellikle de Sîbeveyhi’nin el-Kitâb’ını okumak amacıyla pek çok talebe gelmiştir. (54)
Basra ve Kûfe ekolleri arasında ortaya çıkan ihtilâfların bir başka özelliği de ilmî olduğu kadar siyasî bir hüviyet de taşımış olmalarıdır. Basra ve Kûfe, siyasî ve ilmî bir merkez olmaktan çıkıp her iki şehrin önde gelen âlimleri Bağdat’a göç edinceye ve münakaşayı devam ettiren üstatların ölümleri sebebiyle iş ehemmiyetini kaybedinceye, yaklaşık h. VI. yüzyıla kadar bu ihtilâf sürüp gitmiştir. (55)
Bundan sonra ez-Zeccâcî, Ebû ‘Alî el-Fârisî ve İbn Cinnî (ö. 392/1001) gibi âlimler tarafından temsil edilen Bağdat Ekolü, Basra ve Kûfe ekolleri arasındaki ihtilâf ve çekişmelere uzlaştırıcı bir yön vermiştir. (56) el-Enbârî (ö. 577/1181)’nin el-İnsâf fî mesâ’ili’lhilâf adlı eseri, bu iki ekol arasındaki münakaşa ve ihtilâflara hasredilmiştir. Bunun dışında Ebu’l-Bekâ el-‘Ukberî (ö. 616/1219)’nin et-Tebyîn ‘an mezâhibi’nnahviyyîne’l-Basriyyîn ve’l-Kûfiyyîn’i ile ‘Abdullatîf b. Ebî Bekr ez-Zebîdî (ö. 802/1400)’nin İ’tilâfu’n-nusra fî ihtilâfi nuhâti’l-Kûfe ve’l-Basra’sı bu konu ile ilgili yazılmış eserlerdendir.
Basra ile Kûfe ekolü arasındaki ihtilâflara bazı örnekler vermek, konunun daha iyi anlaşılmasına vesile olacaktır. Bu nedenle aşağıda iki ekol arasındaki bazı ihtilâflı meselelere değinmeyi uygun gördük.
İKİ EKOL ARASINDAKİ İHTİLÂFLI MESELELER

Zunbûriyye Meselesi
Zunbûriyye meselesi adıyla meşhur olan tartışma Bağdat’ta Basra ekolünün önemli temsilcilerinden Sîbeveyhi ile Kûfe ekolünün ileri gelenlerinden elKisâ’î arasında yapılmıştır. Münazara şu şekilde cereyan etmiştir:
el-Kisâi ’Sîbeveyhi’ye كنت أظن ُّ أن العقرب أشد لسعة من الزنبور – فإذا هو هى – أو فإذا هو إيَّاهَا ibaresini okuyarak son kelimenin merfu mu yoksa mansub mu okunacağını sorar.
Sîbeveyhi; «Doğrusu هى هو فإذا şeklinde okunmasıdır» der. Yani merfû okunması gerektiğini, mansûb okunamayacağını söyler. Bunun üzerine el-Kisâ’î «Hata ettin» diyerek benzeri birkaç soru daha sorar. Sîbeveyhi, bu tür örneklerde son kelimenin merfû okunması gerektiğini savunur ve mansûb okumanın kurallara aykırı olduğunu ifade eder. el-Kisâ>î, Arapların her iki şekilde de okuduklarını iddia eder. Sîbeveyhi kendi görüşünde ısrar eder. Münazarayı düzenleyen Yahyâ b. Hâlid; «Aranızda kim hakem olacak?» deyince el-Kisâî, «Kapında her taraftan gelen Araplar var. Onlar Arapların en fasih konuşanlarıdır. Onlara soralım» der. Bedevî Araplar getirilir. Mesele onlara sorulduğunda el-Kisâî’yi onaylarlar. Bu olaydan sonra Sîbeveyhi Basra’ya dönmez. Şiraz’a gider ve kısa bir süre sonra orada vefat eder. (57)
Kaynaklarda genel olarak münazaranın bu şekilde cereyan ettiği anlatılmaktadır. Ancak olayın tamamen bu şekilde cereyan etmediği ve bedevîlerin saray hocası olan el-Kisâ’î’nin tarafını tutmaları için rüşvet aldıkları ayrıca “Doğrusu el-Kisâ’î’nin söylediğidir” diyerek cümleyi bizzat telaffuz etmediklerine, Sîbeveyhi’nin: “O şekilde okuyamazlar. Çünkü buna dilleri dönmez” dediğine dair bazı rivayetler de vardır. (58) Bu tür rivayetlere bakılırsa münazara objektif bir şekilde cereyan etmemiştir.
Bu konuda Kûfelilerin delili, bedevîlerin bu şekilde konuşmuş olmalarıdır. Basralılar ise, bedeviler o şekilde konuşmuş olsalar bile bunun kıyasa aykırı olduğunu ve söz konusu kelimenin mansûb okunamayacağını söylemişlerdir. Onlara göre هى هو فإذا cümlesindeki هو ,mubtedâ olarak merfûdur. Haber olmaya uygun bir kelime bulunmadığı için ihtilâf mevzûu kelimenin haber olarak merfû gelmesi gerekir. Mansûb olan إيها’nın gelmesi uygun olmaz59. Konu ile ilgili yaz – lan bir makalede zunbûriyye tartışmasını iki ekolün dil çalışmalarında kullandıkları yöntem çerçevesinde değerlendirmek gerektiği ifade edilmiştir. (60)
Mubtedâ ve Haberin Âmili
Kûfeliler, mubtedânın haberi, haberin de mubtedâyı ref‘ettiği görüşündedirler. (61) Örneğin: ”أخوك زيد Zeyd kardeşindir” cümlesinde mubtedâ olan زيد kelimesinin, haber olan أخو kelimesini ref‘ettiğini söylemişlerdir. Kûfelilere göre; mubtedâ ve haber, birbirlerini tamamlayan unsurlardır. Biri olmadan diğeri ile tek başına anlamlı bir cümle oluşturulamaz. Biri diğerinden ayrılamadığına göre amellerinin de karşılıklı olması gerekir. Her birinin hem âmil hem de ma‘mûl olmasında bir sakınca yoktur. Nitekim Kuran’da bunun örneği de vardır. أيّاً ما تَدْعُوا فَلَهُ الأسْماَء الحُسْنى Hangisini Çünkü en güzel isimler O’na aittir.” (62) âyetindeki أيّاً kelimesi, تدعوا fiiliyle mansûbdur. تدعوا fiili ise fiili أيّاً edatı ile meczûmdur. Karşılıklı olarak birbirleri üzerinde amel etmişlerdir. (63) Kûfelilere ait bir başka görüşe göre ise mubtedânın merfû olması, haberden gelen bir âid iledir. (64)
Basralılara göre ise, mubtedânın âmili ibtidâdır. Haberin âmili konusunda ise farklı görüşler vardır.
-Sadece ibtidâ ile merfû olur. Âmilin ibtidâ olması, başında lafzî âmillerin bulunmaması demektir. İbtidâ, mubtedânın âmili olduğuna göre haberin de âmili olmalıdır. أن ّ ve كان’de olduğu gibi. Bunlar hem ismin hem de haberin âmilidirler.
– Hem ibtidâ hem de mubtedâ ile merfû olur. Haber daima ibtidâ ve mubtedâdan sonra geldiği için ikisi de âmil olmalıdır.
– Haber mubtedâ ile, mubtedâ ise haber ile merfû olur. İbtidâ, manevî bir âmil olup lafzî âmil gibi iki şeyde amel etmez. Bu sebeple de sadece mubtedâyı ref‘eder. Mubtedâ ise haberi ref‘eder. (65)
Muzâri Fiilin Ref‘i
Kûfelilerin çoğunluğuna göre muzâri fiil, başında nasb ve cezm âmilleri bulunmadığından dolayı merfû olmaktadır. (66) el-Kisâ’î’ye göre ise, başındaki zâid harf sebebiyle merfûdur. Kûfelilere göre muzâri fiilin başına nasb edatları geldiğinde mansûb olur. Örneğin; أُرِيدُ أَن تَقُومَ ( Ayağa kalkmanı istiyorum.) Cezm edatları geldiğinde meczûm olur. Örneğin; لَمْ يَقُمْ زَيدٌ (Zeyd kalkmadı.) Fiilin başında nasb ve cezm edatları yoksa merfû olarak kalır. Dolayısıyla bu edatların varlığı, muzâri fiili mansûb veya meczûm yapmakta, yokluğu ise merfû yapmaktadır.
Kûfelilere göre muzâri fiilin merfû olmasının sebebi, muzâri fiilin, ismin yerine kâim olması olamaz. Çünki bazen mansûb bir ismin yerine de muzâri fiil kullanılmaktadır. Sadece bu sebep merfûluk âmili olamaz. Örneğin; كانَ زَيدٌ يقومُ Zeyd ayağa kalkıyordu. Burada يقومُ muzari fiili, muzâri fiili, كان > َnin haberi yerine kaimdir. Takdiri, قائما olup mansûbdur. (67)
Basralılara göre, muzâri fiil ismin yerine kâim olduğu için merfûdur. İsmin yerine kaim olması, manevî bir âmil olup ibtidâya benzer. İbtidâ da mamûlünü merfû yapmaktadır. Basralılara göre Kûfeliler, nasb ve cezmi esas alarak ref‘i ikinci plana itmektedirler. Halbuki bütün nahivcilere göre ref‘ esastır. (68) el-Kisâ’î’nin görüşü, âmilin âmil üstüne gelmesini gerektirir ki bu doğru değildir. Ayrıca muzâri fiilin başındaki harfler, fiilin bir parçasıdır ve ondan ayrılmazlar. Bu durumda fiil, kendisinin âmili olur ki bu da doğru değildir. (69)
نعمَ . ve بئسَ
Basralılara göre نعمَ ve بئسَ camid fiillerdir. Çünkü te>nis ta>sı ve muttasıl zamirlerle bitişebilmektedirler. (70) Ör. نِعمَت المَرأة هند (Hind ne iyi kadındır. دعدٌ بئسَت المرأة (Da‘d ne kotu kadındır.) نعما رجلين (O ikisi ne iyi adamlardır.) نعموا رجالاً (Onlar ne iyi adamlardır.)
Kûfeliler ise bu ikisinin isim olduklarını söylemişlerdir. Delil olarak şunları ileri sürmüşlerdir:
-Başlarına cer harfi gelebilir. Ör. O hiç ما هو بنعم المولود de iyi çocuk değildir.) نعم المولى ونعم النصير
Ör. gelebilir edatı nida Başlarına- (Ey ne güzel sahip ve ne güzel yardımcı olan.) Nida, isimlerin özelliklerindendir.
-Fiillerin özelliklerinden biri olan zaman ifadeleriyle birlikte gelmezler. أمس الرجل نعم denmez. Mazi dışında çekimleri yoktur. (71)
KULLANDIKLARI FARKLI NAHİV TERİMLERİ

Basralı âlimlerle Kûfeli âlimlerin ihtilâfları sadece metot farklılığı ile kalmamış, nahivde kullanılan ıstılâhlara da sirayet etmiştir. Ebu’l-Esved’in, kelimenin sonlarındaki durumları gösteren noktalara verilen isimler bu konudaki ilk adım olarak kabul edilmiştir. Asıl nahiv ıstılahlarından ise, ilk olarak Basralı nahivci el-Halîl döneminde söz edilmeye başlanmıştır. (72) Kûfeli âlimler, Basralıların daha önce vazettikleri nahiv terimlerinden farklı terimler ihdas etmeye gayret etmişlerdir. Ancak Kûfelilerin ihdas ettikleri terimler, Arap nahvi içinde fazla yaygınlaşmamıştır.
Basralıların ortaya koydukları sistem ve buna bağlı olarak ihdas ettikleri nahiv terimleri her bölgede dil âlimleri arasında yayılmıştır. Sistemleri daha sağlam ve mantıklı, ortaya koydukları nahiv kuralları, kusur, eksiklik ve bozukluktan uzak olduğundan genel bir kabul görmüştür. Kûfelilerin ortaya koydukları terimler ise, sağlam esaslara dayanmadığı ve kapsayıcı bir özelliğe sahip olmadığından, sonraki dönemlerde gelen nahivciler tarafından kabul görmemiş, bir iki istisna dışında olay bu şekilde gelişmiştir. (73) Öte yan dan Basralı bir dilcinin telif ettiği eserdeki herhangi bir mevzûu okuyan bir kişinin, Kûfeli âlimlerce telif edilen eserlerde aynı mevzûun hangi ıstılâhla ele alındığını bilmesi zorunluluğunu doğurmuştur. Bu da nahiv tahsil eden kişiler için bir meşakkat kaynağı teşkil etmektedir. (74)
Kûfelilerin ıstılâhlarının yaygınlaşmamasının diğer bir sebebinin de bir ihtiyaca binaen değil, sırf Basra ekolüne muhalefet olsun diye ortaya konmuş olmaları olduğu ifade edilmiştir. Örneğin, mu‘rab ve mebnî kelimelere delâlet eden harekelere verilen isimler konusunda Basralıların, önceden tespit etmiş oldukları bazı terimler vardı. Basralılar, mu‘rab kelimeler için ref‘, nasb, cer ve cezm terimlerini, mebnî kelimeler için ise, zamme, fetha, kesre ve sükûn terimlerini kullanıyorlardı. Kûfeliler, bunlara alternatif olabilecek ıstılâhlar çıkarmanın mümkün olup olmadığını uzun uzun düşündüler ve bu yönde çalışmalar yaptılar. Uygun bir karşılık bulamayınca söz konusu ıstılâhları tersine çevirdiler. Mu‘rab kelimeler için konulan ıstılâhları mebnî kelimeler için, mebnî kelimeler için konulan ıstılâhları ise mu‘rab kelimeler için kullanmaya kalkıştılar. Fakat kabul görmedi. Çünkü bir ihtiyaçtan kaynaklanmıyordu ve söz konusu terimler için daha uygun isimler bulunuyordu. (75)
Yukarıda saydığımız nedenlerle günümüzde kullanılan nahiv terimlerinin büyük çoğunluğu Basralılara ait olan terimlerdir. Kûfelilerin günümüzde kullanılan sınırlı sayıdaki terimlerinin dışındaki diğer terimlerine rastlanmamaktadır. (76) Nahiv kitaplarında kullanılan genel nahiv terimlerinin çoğunluğu Basralılara ait olduğundan Basralıların kullandığı bütün nahiv terimleri üzerinde değil, sadece Kûfelilerin farklı isimler koydukları terimler üzerinde duracağız. Bunların Basralıların ve Kûfelilerin kullandıkları şekillerine değineceğiz. Kûfelilerin ıstılahlarının büyük çoğunluğunun vazıı el-Ferrâ olduğundan örneklerimiz genellikle el-Ferrâ’nın Me‘âni’l-Kur’ân’ından verilmiştir. (77) Basralıların ve Kûfelilerin farklı isimler vererek kullandıkları bazı nahiv terimleri şunlardır.
Takrîb – التَقْريب
Kûfelilerin kullandıkları bir ıstılâhtır. Onlara göre هذا ve هذه ism-i işaretleri ile başlayan bir cümlede bunlardan sonra gelen iki isimden ikincisi mansûb ise buradaki ism-i işarete takrîb denir. (78)
Ör. هذا الأسدُ مخوِّفاً (Bu aslan korkutucu!) هذا زيدٌ قائِماً (Zeyd ayakta!) Buna göre birinci örnekte األسد ُ kelimesi, هذا ile merfû مخوِّفاً kelimesi ise kendisini ref edecek amillerden yoksun kaldığı için takrib üzere mensub olmuştur.
Bu tür yerlerde Kûfeliler, هذا yı, كان ve kardeşleri gibi değerlendirmişlerdir. Kûfe ekolünün ıstılâhlarının büyük bölümünü vazeden el-Ferrâ, bu konuya başında كان bulunan bir cümleyi örnek vererek şöyle demiştir: (79) والله غَفُورٌ رَحِيمٌ Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir, Cümlesinin başına كان getirildiğinde cümle وَكَانَ اللهُ غَفُوراً رَحِيماً şekline dönüşür. Bu durumda للهُ kelimesi, كان ile merfû olmaktadır. Haber, kelâmın tamam olması için beklenmektedir. Gelmemesi nedeniyle غفور kelimesini nasbedersin. هذا ile başlayan benzeri cümleler de böyledir.»
Konuyu biraz daha açmak gerekirse şunlar söylenebilir. Yukarıdaki örnekte كان cümleden çıkarıldığında cümlenin manası bozulmamaktadır. Bunun gibi هذا ile başlayan cümlelerde هذا kaldırıldığında mana bozulmuyorsa bu tur yerlerde ism-i işarete takribadı verilmektedir. Örneğin; كَيْفَ أَخَاف الظُّلْمَ وَهذا الخَلِيفَة قَادِماً (İşte Halife ayakta dururken nasıl zulümden korkarım?) cümlesinde الخَلِيفَةُ kelimesi, takrib’in ismi olarak merfu, قَادِماً kelimesi ise takrib’in haberi olarak mansub şeklinde i‘rab edilir. Çünkü cümlede halifenin gelişi haber verilmektedir. Başa ism-i işaretin getirilmesi ile halifeye işaret edilmemekte, sadece olayın yakınlığı kastedilmektedir. Halife zaten görünmekte ve bilinmekte olduğundan kendisine işaret etmeye gerek kalmamaktadır. هذا cümleden çıkarıldığında da mana bozulmadığından bu tur yerlerde Küfelilerce takrib olarak isimlendirilmiş ve farklı bir i‘rab yapılmıştır. Basralılar, bu tur yerlerde هذا ‘yı mübteda, merfu olan birinci ismi haber, mansub olan ikinci ismi ise hal olarak i‘rab etmektedirler. (80)
Sarf – الصَّرْفُ
Kûfelilere göre vâv-ı ma‘iyyeden sonra gelen muzâri fiil, sarf olarak mansûbdur. Söz konusu vâva da sarf vâvı denilir. (81) Ör. لاتَأْكُلِ السَّمَكَ وَتَشْرَبَ اللَّبَنَ (Süt içmekle beraber balık yeme.) Bu cümlede hüküm bakımından ikinci fiil, birinci fiile muhaliftir. Çünkü cümlede anlatılmak istenen, her iki fiilin birlikte yapılmamasıdır. Bu fiilleri ayrı ayrı yapmakta herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Eğer cümlenin başındaki nehyin tekrarı söz konusu olsaydı her iki fiilin de meczûm olması gerekirdi. Halbuki sadece birinci fiil meczûmdur. İkinci fiil, birinciye muhalif olup sarf edilmiş olduğundan bu muhalefeti ve sarf edilişi, onun mansûb olmasına sebep olmuştur. (82)
el-Ferrâ, يا أَيُّها اللذِينَ آمَنوالاتَخونوااللهَ والرَّسُولَ وَتَخونواأماناتِكُمْ وأَنْتُمْ تَعْلَمون » Ey iman edenler, emanetlerinize hai – lik etmek sûretiyle Allah>a ve peygambere hainlik etmeyiniz.83” âyetini tefsir ederken خونواَ kelimesinin ت başındaki vâv ile atfedilen kısmın sarf üzere mansûb olduğunu söylemiştir. Sarf’ı; «başında vâv bulunan ve manaca, atfedildiği bölüme uyması mümkün olmayan kısmı, diğer kısma atfetmektir» şeklinde tarif etmiştir. el-Ferrâ bu konuya şu örneği de vermiştir:
لا تَنْهَ عن خلق و تأتى مثله عارٌ عليْكَ اذا فَعَلْتَ عظِيمُ
(Aynısını yapmanla beraber bir huydan başkasını men etme. Eğer yaparsan senin için büyük utanç olur.)
Görüldüğü gibi bu örnekte لا edatının, مثله تأتى kısmını etkilemesi ve olumsuz hale getirmesi mümkün değildir. Kûfelilere göre bu tür durumlarda vâvdan sonraki kısım sarf üzere mansûb olur. (84)
Merfû bir isim üzerine atfedilip mansûb okunan isimler de sarf üzere mansûb kabul edilmişlerdir. Ör. لَوْ تُرِكْتَ والأسدَ لأكَلَكَ (َAslan ile yalnız bırakılırsan seni yer.) Burada fiilin tekrarı hoş karşılanmadığından ikinci bölüm birinci bölüme uymayacak şekilde atıf yapılmıştır. Bu tür yerlerdeki vâvlara sarf vâvı denir. (85)
Kûfeliler, vâv-ı ma‘iyye dışında fâ-ı sebebiyye ve او den sonra gelen muzâri fiillerin mansûb olmalarının illeti olarak da sarf ıstılâhını kullanmışlardır. (86)
Ör. ما تأتينا فَنتَحَدّثَ معكَ (Bize gelmiyorsun ki, seninle konuşalım.)
لأَسْتسْهِلنَّ الصَّعْبَ أَوْ أُدْرِكَ المُنى (Zor olanı kolay hale getireceğim veya idealime ulaşacağım.)
Basralıların çoğunluğuna göre bu tür örneklerde muzâri fiiller, vucûben gizli bir أنَ ْile mansûb olmuşlardır. Çünkü vâv>da asıl olan atıf harfi olarak kullanılmasıdır. Atıf harflerinde ise asıl olan amel etmemeleridir.
Sarf ıstılâhının kullanıldığı bir başka yer de Basralıların, mef‘ûlun ma‘ah olarak isimlendirdikleri konudur. جاء مُحمّدٌ و طلوعَ الشمسِ (Muhammed, güneşin doğmasıyla birlikte geldi.) Basralıların çoğunluğuna göre bu tür durumlarda vâvdan sonraki ismin mansûb olması, vâv aracılığı ile baştaki fiille gerçekleşmiştir. (87)
Hilâf – الخالف
Kûfeliler bu ıstılâhı iki tür yerde kullanmışlardır.
a) Zarf veya câr-mecrûr, haber durumunda oldukları zaman mansûb olmalarının illeti olarak kabul edilen manevî âmile verdikleri isimdir. (88)
Ör. محمَّدٌ أمامكَ (Muhammed önündedir.) زيدٌ فى الدار (Zeyd evdedir.)
Ancak bu gibi durumlarda cümlenin manasının tam olması ve anlaşılamayacak durumda olmaması gerekir. Meselâ; بك زيد veya زيدٌ بك gibi ifadeler, eksik olduklarından anlamsız olup bu şekilde kullanılamazlar. (89)
Kûfeli nahivcilerden Sa‘leb, böyle durumlarda zarftan önce bir fiil bulunduğunu ve hazfedildiğini söylemiştir. Buna göre محمَّدٌ أمامكَ cümlesinin aslı أمامكَ حلَّ محمَّدٌ şeklindedir. Burada fiil hazfedilmiş, zarf ise; fiille beraber olduğundaki durumu gibi mansûb olarak kalmıştır.
Kûfeliler, bu konuyu biraz daha izah ederek şunları söylemişlerdir: Haber mana bakımından mubtedânın kendisidir. Örneğin; زيد قائمٌ (Zeyd ayaktadır) cümlesinde ayakta olan kişi Zeyd’dir. Halbuki محمَّدٌ أمامكَ (Muhammed önündedir) cümlesinde أمام kelimesi mana bakımından Zeyd’in kendisi değildir. Bu durumda haber, mana bakımından mubtedâya muhalif bulunduğundan dolayı bu iki tür cümle arasındaki fark belli olsun diye zarftan oluşan haber, hilâf üzere mansûb olmuştur. (90)
Basralılar ise, bu tür yerlerdeki zarf veya câr ve mecrûrun, mubtedâdan sonra mukadder olan bir fiil ile mansûb olduklarını ifade etmişlerdir. Haber durumunda olan kelime zarf olduğunda bu durumu şöyle izah etmektedirler: Zarf, zaman ve mekân isimlerini kapsamaktadır. Bunlar da içlerinde فى manasını barındırırlar. محمَّدٌ أمامكَ ifadesinin aslı محمَّدٌ فى أمامِكَ dir. Bilindiği gibi فى cer harfidir. Cer harflerinin bir fiile müteallık olmaları gerekir. Bu şekilde fiillerle isimler arasında bir bağ vazifesi görürler. Buna göre yukarıdaki cümlede asıl ifade, محمَّد استقرَّ فى أمامك olur. Sonuç itibariyle bu tür yerlerde zarfı nasbeden fiildir. Ancak bu fiil, zâhir değil mukadderdir. (91)
b) Kûfelilerin, âmilini hilâf olarak isimlendirdikleri diğer bir konu da mef‘ûlun ma‘ah konusudur. (92) Bu, aynı zamanda sarf ismini verdikleri konuyla aynıdır. Bu itibarla Kûfelilere göre mef‘ûlun ma‘ah, sarf veya hilâf üzere mansûbdur. Ör. استوى الماء والخشبةَ (Su tahta ile aynı düzeye geldi) Normal olarak fiilin tekrar edilerek استوى الماءُ واستوتْ الخشبةُ denilmesi gerekirdi. Fiilin tekrarı, ifadenin güzelliği açısından hoş karşılanmadığı için ikinci kelime, birinci kelimeye muhalif olarak mansûb olur. Buna da hilâf denir. Fiil, lâzımî olduğundan, herhangi bir kelimeyi mef‘ûl olarak almaz. Bu da mansûb olan kelimenin mef‘ûl olmadığını gösterir.
Basralılara göre bu tür durumlarda âmil, fiildir. Fiil, muteaddî olmamakla birlikte vâv ile güçlenmiş, isimle arasında bir bağ kurulmuş ve onu mansûb etmiştir. Nitekim lâzım fiil, hemze ile veya cer harfi ile ya da bir harfinin tekrarı ile muteaddî olmaktadır.
Örnekler; أخْرَجْتُ زيْداً ( Zeydi çıkardım.) Fiil, hemze ile müteaddi olmuştur.
خرَجَت بهِ (Onu çıkardım.) Fiil cer harfi ile müteaddi olmuştur.
خَرَّجْتُ المَتاعَ (Malı çıkardım.) ر harfinin tekrarı, fiili müteaddi kılmıştır.
Vâv harfi de lâzım fiili biraz güçlendirmekte ve isimle bağlantı kurmasında yardımcı olmaktadır. (93)
‘İmâd – العماد
Kûfelilerin, sıfat ve haberi birbirinden ayıran zamire verdikleri isimdir. Mubtedâ ve haber arasında gelir. (94)
Ör. محمّد هو الشّاعر (Muhammed şairdir) gibi. Buradaki هو zamiri Kûfeliler tarafından ‘imâd olarak isimlendirilmiştir. Buna göre الشاعر, sıfat değil, haberdir.
El-Ferrâ وهومحرّم عليكم إخراجهم “Onları çıkarmak size haram kılınmışken… (95) âyetini açıklarken; dilersen هو‘yi ‘imâd olarak kabul edersin diyerek bu terimi kullanmıştır. (96) و إذ قالوا اللهمَّ إن كان هذا هو الحقَّ من عندك
“Demişlerdi ki, Allahım! eğer bu, senin katından gelmiş bir hak (kitap) ise…” (97) âyetinin tefsirinde de; الحق kelimesi mansûb veya merfû okunabilir. Eğer هو ‘yi isim olarak kabul edersen الحق ّ kelimesi هو ile merfû olur. Eğer هو ‘yi ‘imâd kabul edersen o zaman الحق kelimesini mansûb yaparsın diyerek yine bu terimi kullanmıştır. (98)
Kûfelilerin bu terime destek anlamına gelen ‘imâd adını vermişlerdir. Çünkü bununla cümledeki birinci isim, âdeta desteklenmiş olmakta ve sonrasında gelen haberle güçlenmiş olmaktadır. Basralıların ıstılâhında ise bu terimin adı fasıl zamiridir. Onlara göre bu zamir cümledeki birinci ismi sonrasından ayırmakta ondan sonra na‘t ve bedel gibi bir tâbi değil, sadece haber gelebileceğini ifade etmiş olmaktadır. (99)
Tebri’e – التَّبْرئة
Kûfeliler tarafından cinsini nefyeden لا karşılığında kullanılan bir terimdir. el-Ferrâ;
فى الحجِّ فلا رفثَ ولا فسوقَ ولا جدالَ “Hac’da kadına yaklaşmak, günah sayılan davranışlara yönelmek ve kavga etmek yoktur.” (100) âyetinin yorumunda; kıraat sahiplerinin, bu kelimelerin hepsini tebri’e sebebiyle mansûb olarak okuduklarını ifade etmiştir. (101) Kastettiği, cinsini nefyeden لا‘dır. (102)
Kûfelilerin dışındakiler, bu terim yerine yaygın olarak kullanılan cinsini nefyeden ال tabirini tercih etmişlerdir.
Cahd – الجحْدُ
Kûfeliler, cahd terimini, Basralıların nefiy olarak isimlendirdikleri terim karşılığında kullanmışlardır. Buna bağlı olarak nefiy harfleri yerine de cahd harfleri kavramını kullanmışlardır. (103)
جحدَ فيه وُضِعَتْ بلى لكلِّ إقرار فى أوَّله جَحْدٌ وَوُضِعَتْ نَعَمْ للإستفهامِ الذى لا
جحْدٌ ف بلى بِمنزلةِ نعم إلاّ أنَّها لا تكون إلاَّ لِمَا فى أوَّلهِ
»بلى , başında olumsuzluk bulunan cümlelerin ikrarı içindir. نعم ise içinde olumsuzluk bulunmayan soruyu cevaplamak maksadıyla kullanılır. بلى نعم gibidir. Ancak sürekli olarak başında olumsuzluk bulunan cümlelerin karşılığında gelir. (104)
Ör. فهل وجدتم ما وعد ربُّكم حقاً قالوا نعم “Cennet ehli cehennem ehline); Siz de Rabbinizin size vaat ettiğini gerçek buldunuz mu? Diye seslenirler. Onlar da evet derler. (105) âyetinde نعم yerine بلى kullanmak uygun olmaz. İçinde olumsuzluk bulunanقد جاءنا نذير ألم يأتكم نذير قالوا بلى “Size korkutucu bir peygamber gelmemiş miydi diye sorarlar. Onlar da evet doğrusu bize korkutucu bir peygamber gelmişti derler. (106) âyetinde ise نعم kullanmak uygun olmaz. Burada نعم kullanıldığı takdirde olumsuzluğu ikrar etmek olur ki âyette kast olunan bu değildir.
el-Ferrâ, örneklerle açıkladığı bu konuda sürekli olarak nefiy yerine cahd kavramını kullanmıştır.
Sıfat ve Mahal – الصفة والمحل
Kûfeliler, bu terimlerden sıfat ile bazen cer harflerini, bazen de zarfı kastetmişlerdir. Ancak sıfatı daha çok cer harfleri karşılığında, mahal terimini ise daha çok zarf karşılığında kullanmışlardır. (107)
el-Ferra, واتّقوا يوماًلاتجزى نفسٌ عن نفسٍ شيئاً “Ve bir günden sakının ki, o günde kimse başkası namına bir şey ödeyemez.” (108) âyetinin açıklamasında; “Burada sıfat gizlidir. Açık okunduğunda
شيئاً لاتجزى فيه نفسٌ عن نفسٍ olur” demiştir. Sıfat ile kastettiği فيه kelimesini oluşturan câr ve mecrûrdur. (109) Bir başka yerde “İsim, sıfat veya mahal manasında olup bir şeye isnâd edilirse kuvvetlenir” şeklinde bir ifade kullanmıştır. Burada hem sıfat hem de mahal ile zarfı kastetmiştir. (110) Burada sıfat içi هورجل دونك örneğini, mahal için ise المسلمون جانب صاحبهم “Müslümanlar arkadaşlarının yanındadır” örneğini vermiştir. Sıfat ile kastettiği دونك mahal ile kastettiği de صاحبهم جانب ifadesidir.
فلا جناح عليهماأن يتراجعا إن ظنّا أن يقيما حدودالله “Allah’ın sınırlarını muhafaza edeceklerine inandıkları takdirde yeniden evlenmelerinde bir beis yoktur.” (111) âyetinin yorumunda da şu açıklamaları yapmıştır:
عليهما في أن يتراجعا أن في موضع نصب إذانزعت الصفة يريد فلا جناح ( Ayette kastedilen في أن يتراجعا ‘dır. Sıfat yani في cümleden atıldığında أن kendisinden sonrasıyla birlikte nasb mahallindedir. (112) Görüldüğü gibi burada el-Ferra’ın, sıfat kavramı ile söz ettiği kelime في cer harfidir. Aşağıdaki örnekte ise sıfat terimini bu kez zarf anlamında kullandığı görülmektedir. لاَقْعدنّ لهم صراطَكَ المستقيم “Ben de onları (saptırmak) için senin doğru yolunun üstünde oturacağım.” (113) âyetinin açıklamasında; sıfatın bu cümleden atılması caizdir demiştir. (114)
Basralılar, yukarıda da değindiğimiz gibi Kûfelilerin sıfat adını verdikleri terimin karşılığında cer harfleri, mahal dedikleri terimin karşılığında ise zarf terimini kullanmışlardır. Günümüzdeki yaygın kullanım da budur.
Hafd – الخفض
Kûfelilerin, cer ıstılâhı karşılığında kullandıkları terimdir. (115) Hurûfu’l-cer yerine de hurûfu’l-hafd demektedirler. Hafd, el-Halîl’in kullandığı ıstılahlardan olup Kûfelilerce çok kullanılmıştır. (116)
el-Ferrâ, fâtiha sûresinin tefsîrinde bu ifadeyi kullanmıştır. خفض الدّال من الحمد وأمّا من “Kim dâl harfini mecrur okursa…” (117) Kûfeliler, نعم ve بئس nin isim olduklarını söylerken de bu tabiri kullanmışlardır.
حرف الخفض عليهما أمّا الكوفيّون فاحتجّوا بأنْ قالوا : الدًّليل علي أنًّهما إسمان دخول “Kûfeliler, ikisinin isim olmalarının delili, hafd harflerinin başlarına gelmesidir diyerek delil getirmişlerdir.” (118)
Sıla ve Haşv – الصِّلة والحشْوُ
Kûfeliler, sıla ve haşv terimlerini zâid harfler karşılığında kullanmışlardır. Örneğin; ما إن أحد رأيته (Kimseyi görmedim) cümlesinde zâid olarak kullanılan إنْ harfi için sıla ifadesini kullanmışlardır. (119) Basralılar bu terimler karşılığında zâid ve ilgâ terimlerini kullanmışlardır.
İbn Ya‘îş de bu konuda şu bilgileri vermiştir: “Sıla ile kastolunan, zâid harflerdir. Zâid harflerden kasıt ise, cümle içinde varlığı ve yokluğu eşit olup cümleye yeni bir anlam kazandırmayan kelime demektir. Sıla ile haşv, Kûfelilerin, ziyade ve ilgâ ise Basralıların kullandıkları ıstılahlardandır.” (120)
el-İsmu’l-mechûl – الإسم المجهول
el-İsmu’l-mechûl veya zamîru’l-mechûl, Kûfelilerin, cümlenin başında gelen zamire verdikleri isimdir. Mechûl demelerinin sebebi, kendisinden önce râci olacağı bir kelimenin bulunmamasıdır. (121)
قل هوالله أحد “De ki O Allah birdir.” (122) âyetindeki هو zamiri,
وإنّه لمّا قام عبدالله “Allah’ın kulu (ona) yalvarmaya kalktığında…” (123) âyetindeki هُ zamiri,
هوزيد منطلق (Zeyd gitmektedir) cümlesinin başındaki هو zamiri bu türdendir.
Basralıların, bu terim karşılığında kullandıkları terim, zamîru’ş-şe’ndir. (124) Örneğin ez-Zemahşerî;
وهومحرّم عليكم إخراجهم “Onları çıkarmak size haram kılınmışken…” (125) âyetini açıklarken هو zamirini, zamîru’ş-şe’n olarak isimlendirmiştir. (126)
Cârî ve Gayru’l-cârî – الجارى و غيرالجارى
Bunlar, Kûfelilerin, el-munsarif ve el-memnû‘ mine’ssarf karşılığında kullandıkları terimlerdir. (127)
el-Ferrâ; اهبطوا مصراً “Şehre inin…” (128)
واوسطها ساكن مثل دعد وهند وأسماء النساء خفّ منها شيء جرى إذا كان على ثلاثة أحرف “Kadın isimleri harfleri az olup üç harften oluşuyorsa ve orta harfi sakin ise munsarif olur دعد ve هند gibi.. (129) ifadesini kullanmış ve انصرف yerine جرى fiilini kullanmıştır. Yine bu konu ile ilgili olarak aynı kelimeden türetilmiş olan
ما يُجْرى ومالايُجْرى terimleri ile المُجْرى وغيرالمُجْرى terimleri de kullanılmıştır ki bunların tümü Kûfelilerin ıstılâhlarındandır. Basralılar, bu terime karşılık yukarıda da ifade edildiği gibi el-munsarif, gayru’l-munsarif veya el-memnû‘ mine’s-sarf gibi terimleri kullanmışlardır.
Atfu’n-nesak – عطف النسق
Bu terim, Kûfeliler tarafından harflerle yapılan atıf anlamında kullanılmıştır. el-Ferrâ, bu terimi kullanan ilk kişidir130. Atıf, Basralıların ibarelerindendir. Meyletmek anlamına gelmekte, âmilin etki etmesinde ortaklık etmektedir. Nesak ise, Kûfelilerin ibarelerinden olup kendisine atıf yapılan kelime i‘râb açısından ma‘tûfla aynı olduğu için bu ismi almıştır. (131)
el-Ferrâ, قال فماخطبكم أيّهاالمرسلون “Ey elçiler, ne işiniz var? Dedi. (132) âyetinde ف atıf harfi için bu tabiri kullanmıştır.” (133) Bu terim, Kûfeliler tarafından ihdas edilip sonradan yaygınlaşmış olan az sayıdaki nahiv ıstılâhlarındandır. Kûfelilerin dışındaki dil âlimleri de bu ıstılâhı kullanmışlardır. (134)
Bedel – البدل
Basralıların kullandıkları bir nahiv terimidir. Ör. الذين أنعمت عليهم غير المغضوب عليهم صراط “Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğramışların yoluna değil” (135) ayetinin açıklamasında غير kelimesinin, عليهم kelimesinin zamirinden bedel olduğu söylemiştir. (136)
Kûfeliler ise, bedel terimi karşılığında birden fazla isim kullanmışlardır.
a) et-Tekrîr التكرير : el-Ferrâ, Fâtiha sûresinin yukarıdaki âyetini açıklarken; وتخفض غير على التكرير tekrîr olduğundan dolayı mecrûr olmuştur. (137) ifadesini kullanmıştır. غير tekrir olduğundan dolayı mecrûr olmuştur ifadesini kullanmıştır.
وهومحرم عليكم إخراجهم ayetini açıklarken de; الإخراج بالتكرير على هو فكان رفع – الإخراج – kelimesinin merfu olması, هو üzerine tekrir olmasındandır. (139) tabirini kullanmış, tekrir ile bedel terimini kastetmiştir.
et-Tefsir التّفسير :
el-Ferrâ وجعلوا لله شركاء الجنَّ “Allaha cinleri ortaklar koştular.” (10) âyetinin yorumunda; شئتَ جعلتَ الجنَّ تفسيراً للشركاء إنْ (Dilersen الجنَّ kelimesini شركاء kelimesine tefs3ir yaparsın. “Dilersen de جعلوا fiili için mef‘ûlun bih yaparsın.”( 140) diyerek bedel ıstılâhı yerine tefsîr ıstılâhını kullanmıştır.
et-Tercume الترجمة :
Kûfelilerin, bedel terimi karşılığında kullandıkları üçüncü terimdir. أهلى هارون أخىواجعل لى وزيراً من“Bana ailemden bir de yardımcı ver. Kardeşim Harun’u (141) âyetini açıklarken مترجماً عن الوزيروإن شئتَ جعلتَ
هارون أخى dilersen هارون أخى ifadesini الوزير kelimesi için tercüme kabul edersin. (142) demiştir. Burada da kastedilen bedel ıstılahıdır. Basralılar ise bu üç terimin karşılığında bedel terimi kullanılmıştır.
Na‘t – النّعْت
Kûfelilere ait olan ıstılâhlardan biri de na‘t ıstılâhıdır. Bu ıstılâh, Basralıların sıfat adını verdikleri terimin karşılığında kullanılmıştır. (143) Ör. el-Ferrâ ربَّنا إنّنا آمنّا الذين يقولون “Onlar ki, Rabbimiz biz inandık…” derler (144) ayetinin başındaki الذين يقولون için; خفضاً نعتاً للذين اتقوا إن شئت جعلته (Dilersen mecrur – yapıp bir önceki ayette geçen – الذين اتقوا için nât kabul edersin… (145) diyerek na‘t terimini sıfat anlamında kullanmıştır. Sîbeveyhi ve diğer Basralılar ise bu terimi sıfat olarak isimlendiriyorlardı. (146)
Na‘t terimi, Kûfeliler tarafından ihdas edilip kullanılan ıstılâhlar arasında en çok yaygınlaşan nahiv terimlerinden biridir. Basralılar da zaman zaman bu terimi kullanmışlardır. İbn Ya‘îş, Şerhu’l Mufassal’da konuya sıfat ismiyle yer vermiş, ancak sıfat ve na‘t terimlerinin aynı anlama geldiğini de ifade etmiştir. (147) Sîbeveyhi, tâbilerden söz ederken na‘t kelimesini de zikretmiştir. Bununla birlikte Basralıların, bu konuda esas olarak kullandıkları terimler, sıfat ve vasf terimleri olmuştur. (148)
Tefsîr ve Mufessir – التفْسير و المفسّر
Kûfeliler bu iki terimi, temyîz ıstılâhı karşılığında kullanmışlardır. (149).
el-Ferrâ,
إنَّ الذين كفروا وماتوا وهم كفّارٌ فلن يُقْبلَ مِن أحدهمْ مِلْءُ الأرضِ ذهباً ولوافتَدى به
“Muhakkak ki inkar edenler ve kâfir oldukları hâlde de ölenler, yeryüzü dolusu altın fidye verseler bile hiç birisinden asla kabul edilmeyecektir.” (150) âyetinin açıklamasında ذهباً kelimesinin مِلْءُ الأرضِ için müfessir olduğundan dolayı mansûb olduğunu ve böyle bir kelimenin ancak nekire olacağını söylemiştir. (151)
Kûfelilerin, tefsîr terimini temyîz hâricinde mef‘ûlun leh karşılığında da kullandıkları görülmektedir.
أصابعهم فى آذانهم مِنَ الصّواعِقِ حذرَ الموتِ يجعلون “Yıldırımlardan ölmek korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar.” (152) ayetinin yorumunda el-Ferra, حذرَ kelimesinin, herhangi bir fiilin etkisi olmadan mansub olduğunu söylemiştir. Konu ile ilgili şu örneği vermiştir: حذر kelimesinin bu âyetteki kullanımı, şu cümledeki gibidir: أعطيتك خوْفاً (Sana korku sebebiyle verdim.) Burada verilen nesne, korkunun kendisi değil, korku sebebiyle من أجل الخوْفِ bir başka şeydir. Dolayısıyla âyetteki حذر kelimesi, fiil sebebiyle değil, tefsîr üzere mansûb olmuştur. (153) el-Ferrâ’ın burada tefsîr ile kastettiği, mef‘ûlun lehdir.
Başka kaynaklarda aynı âyetin yorumunda حذر kelimesinin, mefûlun leh olduğundan dolayı, mansûb olduğu yapılan fiilin, ölüm korkusu sebebiyle gerçekleştirildiği ifade edilmiştir. (154)
Eşbâhu’l-mef‘ûl – أشْباه المفعول
Basralılar, mef‘ûlleri, mef‘ûlun bih, mef‘ûlun leh, mef‘ûlun fîh, mef‘ûlun ma‘ah, ve el-mef‘ûlu’l-mutlak şeklinde çeşitlere ayırmışlardır. Kûfelilere göre ise, tek bir mef‘ûl çeşidi vardır. O da mef‘ûlun bihdir. Diğerleri gerçek anlamda mef‘ûller olmayıp mef‘ûl benzerleridir. Bu terimle mef‘ûlun bih dışında kalan diğer mef‘ûlleri kastetmektedirler. (155)
Meknî ve Kinâye – المكنىُّ و الكناية
Kûfeliler bu iki terimle zamiri kastetmektedirler. (156) ez Zemahşerî’nin el-Mufassal’ının şarihi İbn Ya‘îş bu konuda “Kûfelilere göre zamir ve meknî arasında bir fark yoktur. Bunlar müteradif isimler kabilinden olup lafızları farklı olsa da manaları birdir. Basralılara göre ise, zamirler, meknîlerden bir çeşittir. Onlara göre her zamir, meknîdir ancak her meknî zamir değildir.” (157) Bu şekilde meknînin kapsamını biraz daha genişletmiş olmaktadırlar.
el-Ferrâ, Fâtiha sûresinin tefsirinde عليهم kelimesindeki zamirden söz ederken zamir yerine meknî terimini kullanmıştır. (158)
Basralıların kullandıkları terim ise yukarıda da işaret edildiği gibi yaygın bir şekilde kullanılan zamir terimidir.
Fi‘lu’d-Dâ’im – الفعل الدّائم
Kûfelilerin kullandığı terimlerden biri olan bu tabirin Basralılardaki karşılığı ism-i fâildir159. Basralıların ıstılâhında ise bu el-fi‘lu’d-dâ’im terimi, mazî, muzârî ve emir fiilini kapsayan müstakbel fiili ifade etmektedir. Kûfeliler fiil gibi amel ettiğinden dolayı bu terime el-fi‘lu’d-dâ’im adını vermişlerdir. Çünkü onlara göre el-fi‘lu’d-dâ’im adını verdikleri ism-i fâilin, amel etmesi için herhangi bir şart yoktur, her durumda amel eder. Basralıların çoğunluğu ise, ism-i fâilin amel etmesi için cümlede bir nefiy veya istifhâm edatının bulunması ya da amel edecek olan ism-i fâilin, sıfat, haber veya hâl durumunda olması gerektiği görüşündedirler. (160)
İbtidâ Lâm’ı – لام الإبتداء
Basralıların ıstılahlarındandır. Basralıların bu ismi verdikleri lâma Kûfeliler, kasem lâmı demektedirler.
لزيد أفضل من عمرو ) Zeyd, Amr>den daha faziletlidir) örneğinde bu cümlenin mukadder bir kasemin cevabı olduğunu söylemişlerdir. Buna göre cümlenin takdiri; والله لزيد أفضل من عمرو (Vallahi Zeyd Amr,den daha faziletlidir) şeklindedir. Burada lâm ile yetinilmiş, kasem gizli kalmıştır. Basralılar ise buradaki lâmın, ibtidâ lâmı olduğu görüşündedirler. (161)
Ref‘, Nasb Cer ve Cezim – والجزم الرّفع والنصب والجرّ
Kûfelilerce hem mebnî hem de mu‘rab kelimelerin sonlarındaki harekeler için kullanılan bu ıstılahlar, Basralılarca sadece mu‘rab kelimeler için kullanılmıştır. Basralıların, mebnî kelimeler için kullandıkları ıstılahlar ise zamme, fetha ve kesredir. (162)
SONUÇ
Çölde yaşayan bedevî Araplardan dil malzemeleri toplayarak bunları titizlikle inceleyen Basralı dilciler ile daha sonra onlardan ders alarak Kûfe’ye dönen ve bağımsız bir dil ekolü oluşturan Kûfeli dilcilerin yaptıkları çalışmalar sonucu Arap gramerinin kuralları belirlenmiştir. Birbirleriyle kıyasıya bir rekabete girişen bu iki ekol mensupları arasında çeşitli görüş ayrılıkları meydana gelmiştir. Nahiv terimleri alanında da ihtilâflar ortaya çıkmış, Basra, Arap grameri ile ilgili ilk çalışmaların yapıldığı yer olması dolayısıyla ilk nahiv terimleri Basralı dilciler tarafından belirlenmiştir. Önceleri başka ilim dallarına ağırlık veren Kûfeliler, dil çalışmalarına başladıklarında Basralıların tespit ettikleri ıstılâhlara alternatif teşkil edecek ve kendi ekollerini güçlendirecek yeni birtakım ıstılâhlar ortaya koyma gayreti içine girmişlerdir. Ancak bu yönde yaptıkları çalışmalar Basralıların çalışmalarının yerini tutamamış, ortaya konulan ıstılâhlar, birkaç istisna dışında yaygınlık kazanmamış, üstelik bir terim için birden fazla isim belirlenmesi okuyucu açısından birtakım sıkıntılara da sebep olmuştur. Bu nedenle Arap grameri alanında Basralı dilcilerin ortaya koydukları terimler yerleşmiş ve yayılmıştır. Günümüzde kullanılan nahiv terimlerinin büyük çoğunluğu da Basralı dilcilerin belirledikleri terimlerdir.
DOÇ. DR. MEHMET CEVAT ERGİN
Bu makaleyi okuyanlar için tavsiye yazı: “Arap Edebiyatı Tarihi ve Cahiliye Şiirleri”
- Taberi Tefsiri - 6 Ocak 2022
- et-Telhısü’l-Miftah - 4 Ocak 2022
- el-İhtiyar li-Ta’lili’l-Muhtar - 3 Ocak 2022