e-Medrese

Islahatçılık

Islahatçılık

Islahatçılık

Islahat, kurumda ya da devlet düzeninde eskimiş, bozulmuş yanları düzeltmek, iyileştirmek manalarına gelmektedir.

Bazen ihyâ ve yenilenme anlamındaki tecdid terimleri de ıslah yerine kullanılabilmektedir. Tecdid ile örneğin “bid’atlerden arınma” gibi inanç ve düşüncedeki soyut bir yenilenme kastedilirken, ıslah kavramında daha çok soyut iyileştirmelere çağrışım yapılmaktadır. Reform kelimesi ıslahın eşanlamlısı olarak yine sıkça karşımıza çıkmaktadır. Ancak reform kavramının içerdiği “yeniden şekil verme” manası ıslahat kavramındaki “orijinal hale döndürme” fikrine zıttır.

Islahatçılar bozulmayı İslamiyet’in kendisinde aramazlar. Bozulma Müslümanların din algısında, yaşantılarında, dini kurumlarda, eğitim müesseselerinde, devlet düzeninde, kısacası cemiyette, siyasette ve düşüncede oluşmuştur. Islahatçı akımlar bunları düzeltmeye, iyileştirmeye çalışırlar.

Islahatçı Akımın Özgün Karakteri ve Önemli Özellikleri

Kültürel ıslahatçılar ile siyasal ıslahatçılar arasında usûl ve yöntem açısından belirgin farklar bulunmasına rağmen her iki ıslah tarzının ortak özelliklerini şu şekilde sıralamak mümkündür:

Islahatın Hedefi

Problemi ortaya çıkartıp düzeltmeyi amaçlarlar. Islahatçılara göre Müslümanların içinde bulunduğu kötü durum İslamiyet kaynaklı değildir. Asıl nedeni Müslümanların yapmış oldukları yanlışlarda aramak gerekir. Bur durum İslamcılık metinlerinde “kabahat İslam’da değil Müslümanlardadır” mealinde ifade edilmektedir.

Dini Geleneğe Bakış

Bozulmada ve geri kalmışlıkta yanlış geleneklerin de rolü olduğu düşünüldüğü için, düzeltme ve inşa hareketinde geleneğe saygı duymaya, onu korumaya öncelik verilmez. Geleneği eleştirdikleri için kendilerinden uzaklaşacak insan kaynağı, eleştirel davranmakla elde edilecek faydadan daha gerçekçi ve önceliklidir. Bu pragmatik durum bize ıslahatçılığın, dini geleneğin eleştirisini gündemlerinin başına alan modernist yapılardan farkını göstermektedir.

Batılaşma ve Moderniteye Yaklaşım

-Seçmeci bir tavırla ve faydacı gayelerle Batı’dan ve modern dünyadan yararlanma yoluna gidilir.
-Temel kaynak ve referanslarda nakil-akıl dengesi gözetilmeye çalışılır.
-Islahatçı oluşumlarda sürekli bir faaliyet, dinamizm ve teşkilatçılık göze çarpar. Söz ve yazı yerine iş, eylem ve hareket ön plandadır.
-Faaliyetler ve gözetilen amaçlar, dini-ilmi meseleler ile alakalı olmaktan ziyade siyaset, ekonomi, eğitim-öğretim, basın-yayın odaklıdır.
-Faaliyet alanları itibariyle entelektüel bir birikime sahip olmak gerektiğinden, ıslahatçı teşkilat kadrolarının elit bir tabaka oluşturdukları görülür.
-Gelenekçi cemaatler ile kıyaslandığında ıslahatçı cemaatlerde daha sıkı disiplin, daha katı hiyerarşi ve daha resmi ilişkiler göze çarpar.
-Gelenekçi cemaatlere kıyasla ıslahatçı oluşumlarda kadınların faaliyetlere daha geniş katılımı gözlemlenir.
-Islahatçı teşkilatlarda liderliğe yükselmede bir kriter olarak dini tahsil çok önem arz etmez.

Kültürel Islahatçılık

Kültürel ıslahatçı oluşumlar daha çok insan unsuru üzerinde odaklanan ve toplumun sosyal tabanından başlayıp tavandaki yönetime ulaşan bir ıslahat programı öngören hareketlerdir. Haliyle ayrıntılı ve daha uzun bir ıslahat programına ihtiyaç duymaktadırlar.

Nurculuk

Hareketin kurucusu Said Nursi’dir (1878-1960). Tahsil gördüğü yerler arasında Halidiyye Nakşîliği’nin önemli merkezlerinden Tağ ve Norşin medreselerinin de bulunması, Nursî’nin daha genç yaştayken tasavvufi terbiye aldığını göstermektedir. İlmi çalışmalarını İstanbul’da da sürdürdü. Bu tecrübeleri onda geleneksel medrese eğitiminde yenilik yapma fikrini doğurdu. Dini ilimler ile sosyal ve fenni ilimlerin birlikte okutulacağı Medresetü’z-Zehrâ adını verdiği medrese projesi böyle bir düşüncenin ürünüydü.

Said Nursî, II. Abdülhamid (1842-1918) muhalifi İttihatçı çevrelerle yakın ilişkisinden dolayı yakın takibata uğradı, bu yüzden faaliyetleri kısıtlandı. II. Meşrutiyet (1908) sonrasında dini gayelerden uzaklaştıkları düşüncesiyle İttihatçılarla yolunu tamamıyla ayırdı.

Medresetü’z-Zehrâ’nın temelini Van Gölü kıyısında atsa da I. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle bu proje hayata geçmedi. Nursî, 1920’de Ankara’da toplanan birinci Millet Meclisi’ne davet edildi. Orada yaptığı konuşmada kurtuluş mücadelesinde dini duyguların oynadığı mühim role değindi. Bazı mebusların namazlarını ihmal ettiklerinden bahsetmesi meclis başkanı Mustafa Kemal’in (1881-1938) hoşuna gitmedi ve onu fitne çıkarmakla itham etti.

1923 yılında Ankara’dan ayrılıp Van’a giderek inzivaya çekilmiştir. Siyasetle iç içe olduğu o zamana kadarki hayatına Eski Said dönemi adını vermiş, kendisini tedris ve telife adadığı bundan sonraki dönemi ise Yeni Said dönemi olarak isimlendirmiştir.

“Zaman tarikat zamanı değil, zaman imanı kurtarma zamanıdır.” diyen Said Nursî, üstünlüğü Batılı devletlere geçen aklî ve fennî bilimler vasıtasıyla genç nesillerin dinden uzaklaştırılarak materyalizme yönlendirildiğini görmüş, bu nedenle de saptırıcı çağdaş hücumlara karşı yeni nesillerin imanını aklî delillerle tahkim etmek istemiş, imanları taklit seviyesinden tahkik seviyesine çıkaracak bir söylemi eserine yansıtmıştır.

Hüsrev Altınbaşak’ın (1899-1977) Risale-i Nur’ların Latin harfleriyle basımına karşı çıkması ve eskiden olduğu gibi Osmanlıca aslı üzerinden yazılıp çoğaltılmasını savunması Nurculuk bünyesindeki ilk ayrılık sayılır. Bu gruba Yazıcılar denilirken, risalelerin Latin harfleriyle basımına devam edenler Okuyucular olarak adlandırılmıştır.

Nurculuğun hangi ilke ve yöntemlerle sürdürülmesi gerektiği üzerindeki tartışmalar, bölünmelere sebebiyet vermiş ve yeni Nurcu cemaatlerin çıkmasına neden olmuştur. Bunlar arasında belki en büyük oluşum olan Fetullah Gülen (1941) grubudur. Davet ve faaliyetlerinde liderleri olan Gülen’in fikir ve yazılarını Said Nursî’nin önüne geçirdikleri için -kökenleri Nurculuk olmakla birlikte- “neo-Nurcu” olarak müstakil bir cemaat sayılmaları daha doğru bir değerlendirme olacaktır.

Süleymancılık

Kurucusu Süleyman Hilmi Tuna’dır (1988-1959). 1971’de çıkarılan biri yönetmelikle tüm Kur’an kursu binalarının kullanım haklarının Diyanet İşleri Başkanlığı’na devrinin istenmesi Süleymancı camia için bir krizin kaynağı olmuştur.

Cemaat bu fiili durumu bundan sonra öğrenci yurtları açarak aşmaya çalışmıştır. Orta ve yükseköğrenim öğrencilerine barınma imkânı sağlayan bu yurtlar aynı zamanda bir Kur’an kursu/medrese vazifesi görmektedir. Üst kadrosunu imam hatipli ve ilahiyatçılardan oluşturduğu Diyanet teşkilatı ile Süleymancılar arasındaki söz konusu gerginlik, camianın din diline Ehl-i Sünnet müdafaası olarak yansımıştır.

Bazı ilahiyatçıların “mezhepsiz modernistler” oldukları, Kur’an ve sünneti tam olarak bilmedikleri, hatta İslam’ı yaşamadıkları, buna rağmen hakları olamadığı halde “müçtehitlik” yapmaya kalkıştıkları yönünde 1970-1980’li yıllarda Necip Fazıl (1905-1983), Ahmet Davutoğlu (1912-1983) gibi ünlü şahsiyetlerin dillendirdikleri söylem, Süleymancı camia tarafından tüm Diyanet mensuplarına teşmil edilmiş, bu konuda cemaate yakın gazete ve dergilerde birçok yazı ve haber neşredilmiştir.

Nedvetü’l-Ulemâ ve Medresetü’l-Islah

Nedvetü’l-Ulemâ ve Medresetü’l-Islah, Diyobendiyye’ye benzer şekilde Hint alt kıtasının tipik medrese sistemini uygulayan köklü ve teşkilatlı eğitim kurumlarıdır.

Muhammed Ali Mongerî (1878-1931) önderliğinde Hint ulemasından önemli isimler Encümen-i Nedvetü’l-Ulema adındaki bir dernek vasıtasıyla 1892 yılında bir araya geldiler. Toplantının gayesi, alt kıtadaki çeşitli mezhep ve akımlar arasındaki ihtilafları ortadan kaldırmak suretiyle, Batılı eğitim sisteminin sonuçları olan dinsizlik ve diğer zararlı ideolojilere karşı bir birlik halinde mücadele etmek, bu sisteme gerçekten alternatif olacak bir eğitim-öğretim programını işler hale getirmek ve böylece bölge Müslümanlarının gerilemesini durdurarak ilerlemeye geçmekti. Bu amaçla Nedvetü’l-Ulemâ (Âlimler Kurulu) adıyla bir cemiyet teşkil edildi.

Ancak birlik ve beraberlik yolundaki hedef hiçbir zaman gerçekleşmedi. Nedve âlimleri, orta yollu bir eğitim programını hayata geçirmek için Leknev şehrinde Nedvetü’l-Ulemâ Dârululûmu adıyla yeni bir medrese kurdular. Dolayısıyla birlik gayesiyle başlatılan Nedve girişimi yepyeni bir ekolün doğuşunun zeminini hazırladı.

Nedve Dârululûmu kurulurken medrese müfredatının çağdaş ihtiyaçlara göre düzenlenmesi ilk hedefler olarak belirlendi. Arapçanın yanında İngilizcenin de zorunlu dersler arasına alınmasına karar verildi.

Bundaki amaç, Batı kaynaklı ideolojilere karşı kültürel bir savaş yürütecek âlimleri donanımlı hale getirmek ve İslam öğretilerini başka ülkelerde neşredecek dil becerisini mezunlara kazandırmaktır.

1905’te Nedve’ye katılan Şibli Nu’manî (1857-1914), klasik dârululûm müfredatının müspet ilimleri de kapsayacak şekilde yenilenmesine en büyük katkıyı sağlayan kişidir. Yine Nu’manî’nin Sünnilik dışındaki mezhebi oluşumları da kapsayan toleranslı yaklaşımı Hint ulemasının geleneksel dışlamacı tutumundan farklıydı. Onun tüm bu çabaları fazla modern bulunduğu için Nedve bünyesinde rahatsızlığa sebep olmuş, maruz kaldığı tenkit ve baskılar sonucunda Nu’manî 1913 yılında Dârululûm’dan istifa etmek zorunda kalmıştır.

Bugün Hint alt kıtasında yüzden fazla şubesi bulunan Nedvetü’l-Ulemâ Dârululûmu, öğrencilerin hâlâ yerde rahleler üzerinde geleneksel usulde ders dinlediği Diyobend medreselerinin aksine, Nedvetü’l-Ulemâ medreselerinde sıralar üzerinde, bilgisayar ve diğer teknik materyal yordamıyla dersler işlenmektedir. Nedve’ye bağlı Meclis-i Tahkîkât-u Neşriyyat-ı İslam birimi değişik dillerde kitaplar neşretmektedir. Meclis-i Tahkîkât-ı Şeriat birimi de İslam hukuku alanında araştırmalar yapmaktadır.

Şiblî Nu’manî’nin ardından Nedvetü’l-Ulemâ ekolünün en ünlü ismi şüphesiz Ebu’l-Hasan en-Nedvî’dir (1914-1999). Batıcılık, milliyetçilik ve ahlaki yozlaşma, Nedvî’nin tenkitlerinde odaklandığı başlıca konulardır. Davetçi vasfını daima ön planda tutmuş, bu nedenle Tebliğ Cemaati’ne her zaman yakın bir şahsiyet olmuştur.

Ebu’l-Hasan en-Nedvî ümmetin birliği meselesini sürekli gündeminde tutmuş, diğer dini oluşumlarda gördüğü yanlışlıkları tenkit etmekle beraber hiçbir zaman grup veya mezhep taassubuyla hareket ederek onlarla ilişkileri koparmamış, dışlayıcı bir tavır takınmamıştır.

Nakşibendiyye tarikatlarına mensubiyeti bulunmasına rağmen Arap ülkelerindeki Selefi organizasyonlarla yakın ilişkiler kurabilmiştir. Suudi Arabistan’ın öncülüğünde 1962’de kurulan Râbıtatü’l-Âlemi’l-İslamî’nin kurucuları arasında yer almıştır. Hatta bu yakın ilişkiler nedeniyle, tıpkı siyasal ıslahatçılığın alt kıtadaki en meşhur ismi olan Mevdudi (1903-1979) gibi o da Vehhabî olmakla suçlanmıştır.

Müslüman toplumu ıslah etmek ve onların dini ve sosyal sorumluluklarını çözmek, Medresetü’l-Islah’ın ana misyonu olarak belirlenmişti. Medresetü’l-Islah ekolünden Hint alt kıtasındaki birçok önemli isim arasında belki de ilk sırada olan kişi Emin Ahsen Islahî’dir (1904-1997). Nedve Dârululûmu hocalarının “Nedvî” lakabıyla anılması gibi, Emin Ahsen de mezun olduğu ve uzun yıllar hocalık yaptığı kuruma nispetin “Islahî” diye anılmaktaydı.

Aynı ekolden diğer bir ünlü isim 1925 doğumlu Mevlâna Vahîdüddin Han’dır (1925-2021). Hint İslam dünyasında Islahî ekolden yetişen diğer bir tanınmış şahsiyet 1951 doğumlu Câvid Ahmet Ğâmidî’dir. Ğâmidî’ye göre İslamiyet’in öncelikli istediği şey, siyasi bir İslamî düzen kurmak değildir. Bu dinin bağlılarına düşen birincil görev Allah’a hakkıyla kulluk etmektir. Ğâmidî zulmü ortadan kaldırmak için diğer tüm vasıtalar tükenmişse sıcak cihat faaliyetlerini gerekli görür. Cihat ancak bir devlet tarafından yürütülür. Bir grup veya cemaatin silahlı faaliyetleri cihat olarak nitelenemez.

Çıkış hedefleri ve ortaya koydukları misyon itibariyle aynı gayeleri taşımış olsalar da geldikleri konum itibariyle Nedvetü’l-Ulemâ’nın Diyobend gelenekçiliğine, Medresetü’l Islah’ın ise Aligarh modernizmine yaklaştığını söylemek mümkündür.

Muhammedîyye

Hacı Ahmet Dahlân (1868-1923) tarafından kurulmuştur. O sırada Hollanda sömürgesi altında olan Endonezya’daki yoğun misyoner faaliyetleri, Batı kültürünün özellikle tahsilli kesimlerindeki çürütücü etkisi, bunun yanında eğitimsiz geniş kitlelerde gözlemlendiği şekliyle yerel ilkel dinlerdeki gelenek ve ritüellerin daha çok tasavvufi kanallardan İslamî olanlarla birleşerek sahih olmayan dini düşünce ve davranış biçimlerini ortaya çıkması bir grup duyarlı âlimi harekete geçirmiş, bu bozulmaların önüne geçmek için ciddi ve sistemli bir eğitim hamlesinin gerekliliği fikriyle Muhammedîyye hareketinin temelleri atılmıştı.

Kur’an ve sünneti modern gelişmeler ışığında yeniden yoruma tabi tutarak çağdaş Müslüman bireylerin sorumluluklarının geliştirilmesi ve bu bireylerden oluşacak ideal İslam toplumunun oluşumu, cemaatin ulaşmak istediği ana hedefti. Bu doğrultuda çalışma sahaları, eğitim ve din hizmetleri olarak belirlendi.

Dini ilimler yanında tarih, coğrafya, matematik, fizik, biyoloji gibi dersler müfredata dahil edilerek öğrencilerin modern dünyadan haberdar olmaları amaçlandı. Kızlar için ayrı medreseler açıldı. Muhammedîyye, Nehdatü’l-Ulemâ’dan sonra Endonezya’nın ikinci büyük dini cemaatidir.

Sünniliğin dört fıkıh mezhebinden birini taklit etmeyi zaruri gören Nehdatü’l-Ulemâ’nın aksine Muhammedîyye, mezhepçiliği zayıflatmayı hedefleyen bir söylemi benimsemiştir. Mutaassıp bir taklitçiliği kınamakta, içtihadın yaygınlaşmasını savunmakta, tarikat şeyhlerinin dini otorite görülmesine karşı çıkmaktadır. Muhammediyye tarikatlara her zaman kuşkuyla yaklaşmıştır.

Siyasal Islahatçılık

Siyasal ıslahatçılıkta devlet nizamını ele geçirmek veya en azından iktidarı kuşatarak etkili bir pozisyonu elde etmek, böylelikle devletin eğitim, adalet, finans gibi organlarını kullanmak suretiyle toplumsal ıslahat hedeflerine ulaşmak asıl gayedir. Siyasi vasıtalar üzerinden dini gayelere erişilmeye çalışıldığı için, “dini siyasete alet etme” suçlaması siyasal ıslahatçı hareketlere dönük en yaygın tenkit noktasıdır. Yine bu akımın temsilcilerinin İslamiyet’i sırf bir siyasi ideoloji olarak takdim ettikleri ileri sürülür.

İhvan-ı Müslimîn

Hasan el-Bennâ (1906-1949) öncülüğünde Mısır’da kuruldu. Hasan el-Bennâ İhvan-ı Müslimîn’i Sünni, selefi, sûfî, siyasi ve sportif bir cemaat, ilmi ve kültürel bir cemiyet, ekonomik bir şirket ve sosyal bir fikir sistemi olarak tanıtmaktadır. Bu tarifte selefilik ve sûfîliğin bir arada yer alması ilginçtir.

Bennâ’nın selefiliğinin, dini metinleri literalist bir biçimde yorumlayan Vehhâbilik eğilimli Selefiyye gelenekçiliği ili bir ilişkisi bulunmamaktadır. Selefiliğin hemen ardından sûfîliğin zikredilmesi bunun kanıtıdır. Buradaki selefilik daha çok Abduh (1849-1905)-Reşid Rıza (1865-1935) ekolünün bir karakteri olarak öne çıkan ilk kaynaklara dönüşçü ama daha çok Kur’an merkezli bir metodolojiyi çağrıştırır.

1948’de Arap-İsrail savaşı başladığında İhvan’dan çok sayıda gönüllü İsrail’e karşı savaşmak üzere cephelere koşmuştur. İhvan’ın Mısır ve diğer Arap ülkelerindeki Yahudilere karşı da cihat çağrısında bulunması İngilizleri endişelendirmiş ve hükümete yaptıkları baskılar neticesinde 1948 Kasım’ında İhvan yasa dışı ilan edilmiştir.

Hasan el-Bennâ dini ve ahlaki değerlerin hayata geçirilmesi için İslami bir devletin kurulması, sonra da hilafetin yeniden tesisi yoluyla İslam birliğinin sağlanması gerekliydi. Kitlelere İslam’ın gerçek çehresiyle öğretilmesi ve bunu dinin hayatın tümünü kuşatan bir sistem olduğunun benimsetilmesi lazımdı.

Bennâ bu gayeye ulaşmak için üç prensibi esas aldı:

1-İslam’ın yegâne kaynağının Kur’an ve sahih hadisler olduğunu belirtmek.
2-İslam’ın modern hayatın ihtiyaçlarına cevap verebileceği fikriyle birleştirmek.
3-Bunun mümkün olduğunu göstermek için İslamî esasları, yani şeriatı hayata geçirme gayesiyle teşkilatlanmak ve bu siyasi hedefe doğru yürümek.

Bennâ’dan sonra İhvan’ın başına geçen Hasan el-Hudaybî (1891-1973) döneminde de bu ilkeler doğrultusunda faaliyetlere devam edildi. 1952 yılında Hür Subaylar Hareketi’nin bir darbeyle monarşiye son vermesi ve cumhuriyeti ilanı ilk başlarda İhvan tarafından desteklenmişti. Ancak darbenin liderlerinden Cemal Abdunnâsır’ın (1981-1970) Mısır’da tek adam haline gelmesi ve ülke yönetimini milliyetçi, sosyalist bir çizgiye getirmesi bir kez daha devlet ile İhvan’ı karşı karşıya getirdi.

İhvan Mısır’da İslami bir hükümet istiyordu. 1954’teAbdunnâsır’a yapılan bir suikast girişiminden İhvan sorumlu tutuldu, dört bin kişiyi bulan tutuklamalar vukuu buldu ve teşkilat bir kez daha yasaklanmış oldu. Hudaybî ile altı İhvan lideri ölüm cezasına çarptırıldı. Hudaybî’nin cezası müebbette çevrildi fakat diğer liderler idam edildi.

Bu süreçte teşkilat açısından belki de en önemli sorun, öncelikle cezaevindeki İhvan mensubu mahkumlar arasında çıkan İslami mücadele usulünün niteliği üzerindeki geniş boyutlu ihtilaftı. Özellikle Mısır zindanlarının ağır şartları ve uygulanan işkenceler, bazı mensupları Hudaybî liderliğindeki İhvan’ın orta yolcu ve uzlaşmacı mücadele yöntemini sorgulamaya itmiştir.

Seyyid Kutub ve Radikalleşme

Eğitim araştırmaları yapmak üzere 1948’de ABD’ye gönderilen bir heyette yer alan Seyyid Kutub’un (1906-1966) iki yıl süren seyahati, onun fikri ve siyasi dönüşümünün dönüm noktasının başlangıcı sayılır. Seyyid Kutub kesin bir Batı karşıtı olarak ABD’den dönmüştür.

Bu fikirleriyle birlikte sosyalist ve milliyetçi Hür Subaylar komitesi ile irtibata geçti, 1952 darbesini destekledi, Cemal Abdunnâsır’ın yakın çevresinde bulundu. Kutub eş zamanlı olarak İhvan ile de irtibata geçti. Abdunnâsır ve İhvan arasındaki sıkıntıları gidermek için arabuluculuk yaptı, fakat başarılı olamadı.

1954’te Mısır devlet başkanı Abdunnâsır’a karşı başarısız suikast girişiminden sorumlu tutulan İhvan yöneticileriyle birlikte tutuklandı ve on yıl kadar hapis yattı. Bu sürede meşhur eseri Fi Zılâli’l-Kur’an’ı yazmaya başladı. 1964’teki tahliyesinden sonra kaleme aldığı “Yoldaki işaretler” adlı radikal İslamcılığın rehber kitabı sayılan eserindeki fikirlerinden dolayı ve İhvan’ı canlandırma faaliyetlerinde bulunduğu suçlamasıyla 1965’te tekrar tutuklandı ve idam cezasına çarptırıldı.

Toplumlar Kutub’a göre Müslüman ve cahilî olmak üzere ikiye ayrılır. Müslüman toplum sadece Allah’a kul olup hayatını onun hükümlerine göre düzenleyen insanların oluşturduğu toplumdur. Cahiliyye toplumu ise İslam inancı, düşüncesi, hukuku ve ahlakının hâkim olmadığı toplumdur.

Bu toplumla mücadele, tebliğ ve cihat vasıtasıyla yapılır. Mücadeleyi yürütecek öncü bir cemaatin öncelikle oluşması gerekir. Bu cemaat, şirk ve küfrün tüm çeşitlerinden arınmış saf bir akide (tevhid) temelinde bir araya gelir ve mücadelesini “Rabbanî yöntem” adı verilen, tüm peygamberlerin Kur’an’da anlatılan mücadele yöntemini izleyerek gerçekleştirir.

Bu yöntem, fedakârca yürütülen, dünyevi beklentiler taşımayan, sadece Allah rızası gözeten, en önemlisi Cahiliyye sistemiyle asla uzlaşmaya girmeyen bir mücadeleyi gerektirir. Dinin kendisi ilahi kaynaklı olduğu gibi onun hareket metodu da ilahidir. Öncüler bu metodu izleyerek amaçlanan İslam hâkimiyetine, yani daru’l-İslam’a ulaşabilirler. Kutub, bu öncü gruba bu uzun ve zorlu yolculuğunda rehberlik etmesi için Yoldaki İşaretler’i yazdığını söyler.

Kaldıkları cezaevlerinde şiddetli baskı ve işkencelere maruz kalan İhvan mensubu bir kısım İslamcı mahkûm, psikolojik durumlarının da etkisiyle söz konusu radikal kavramlara sempati duydu. Şiddet yanlısı ve dışlamacı tutumlara sahip marjinal oluşumlara kaydı. Bazısı cahilî saydığı toplumdan kendisinin tamamıyla soyutladı. Camileri terk ettiler, okudukları okulları, çalıştıkları devlet memuriyetlerini bıraktılar. Bazıları bombalama, adam kaçırma ve suikast eylemleriyle gündeme geldi.

Seyyid Kutub’un cihadi selefiliğe katkısı belirgin şekilde büyüktür. Onun hem Fi Zilal tefsiri hem de Yoldaki İşaretler’inde İbn Teymiyye (ö.728/1328) ve İbn Kayyim el-Cevziyye (ö.751/1350) kaynaklı olarak cihat ve daru’l-İslam kavramları üzerinde yaptığı açıklama ve yorumlar söz konusu çevrede önemle değerlendirilmeye alınmıştır. Cahili toplum, Rabbani metot, tevhidi öncü cemaat terimleri de yine radikal selefi terminolojiye Kutub’un kazandırdığı kavramlardır.

Cahili toplum kavramı umumî tekfirin zeminini oluşturmuş, daru’l-İslam ve daru’l-küfür kavramları halktan soyutlanmanın bir mazereti olmuş, Rabbani metodu izlemedikleri için İhvan gibi ana akımlardan kopmuşlardır.

İhvan yönetimi, Seyyid Kutub’un fikirleri etrafında şekil alan söz konusu dışlamacı ve şiddet yanlısı olan oluşumlara karşı bir fikir savaşı başlattı. Teşkilatın Bennâ’dan sonraki ikinci lideri Hasan el-Hudaybî, zararlı bulduğu bu tür düşüncelere ve Bennâ’nın fikir ve düşüncesinden saptıklarını düşündüğü oluşumlara karşı Nahnü Du’ât Lâ Kudât adlı ünlü reddiyesini yazdı.

Hudaybî’nin bu kitabı özellikle Kutub’un Yoldaki İşaretler’indeki cahili toplum tezine ve Mevdudi’nin Kuran’a Göre Dört Terim adlı eserindeki benzer iddialarına bir cevap teşkil ediyordu. İhvan’ın üçüncü lideri Ömer Tilmisanî (1904-1986) ise, görevde olduğu 1972-1986 yılları arasında, şiddeti yöntem olarak kullanan İslamcı grupların tüm eylem ve düşüncelerini İhvan’ın kınadığını açıkça belirtti. Hatta Tanzimü’l-Cihad’ın üstlendiği Mısır devlet başkanı Enver Sedat’ın (1918-1981) ölümüyle suçlanan 1981 yılındaki suikast eylemini ağır bir dille eleştirdi.

1980 Sonrası İhvan

Ömer Tilmisanî’nin radikal gruplarla kendileri arasına mesafe koyma gayreti, Mısır devletinin İhvan karşısındaki geleneksel duruşunda bir yumuşama yaratmadı. Hatta Sedat’ın öldürülmesi bahane edilerek, aslında hiç ilgileri olmadığı halde çok sayıda İhvan üyesi tutuklanarak cezalandırıldı. Sedat’ın ölüm fetvasına gerekçe olan İsrail ile 1978’de imzalamış olduğu barış anlaşmasına İhvan da karşı çıkmıştı.

Sedat’ın ölümüyle iktidara gelen Hüsnü Mübarek (1928-2020) bu anlaşmaya sadık kalınca tabii olarak İhvan ile devlet arasındaki ilişkilerde bir ilerleme kaydedilemedi.

Devlet İhvan’ın yükselişe geçtiği her dönemde çeşitli bahanelerle hareketin üzerine gitmekten geri durmadı. İhvan özellikle 2000’li yıllarda üzerinde çok çalıştığı kendi bağımsız siyasi partisini kurma hedefi 2011 yılına kadar gerçekleşmemiştir. 25 Ocak 2011 devrimine müdahil olarak devrimin başarısında önemli bir payı olan İhvan, yaklaşık 60 yıldır elde edemediği yasal statüsünü devrimden sonra geri alarak kendi siyasi partisi olan Hürriyet ve Adalet Partisi’ni kurdu.

2011-2012 seçim maratonunda %46 oyla birinci çıkan bu parti Muhammed Mursî’yi (1951-2019) cumhurbaşkanı seçtirdi. Ancak Mursî, savunma bakanı olarak atadığı General Abdülfettah Sisî’nin (d. 1954) 3 Temmuz 2014 günü yaptığı darbeyle görevden alınıp tutuklandı.

Askeri darbeye haftalarca meydanlarda direnen İhvan mensupları ve destekçileri, düzenledikleri bu kitlesel eylemleriyle sonuç almaya çalışsalar da, asker ve polisin çok sert müdahalesiyle yüzlerde can kaybı vererek meydanlardan çekilmek zorunda kaldılar. İhvan ve partisi yeniden yasaklandı. Yüzlerce İhvan mensubu ülkede şiddet olayları çıkarmak suçlamasıyla idam ve ağır hapis cezalarına mahkûm edildi.

Diğer Ülkelerde İhvan

Arap âlemindeki İhvan yapılanmalarından en önemlisi belki de Suriye teşkilatıdır. Kurucu lider Ezher’de okurken Mısır İhvanı’nı yakından tanıyan ve bizzat örgüt faaliyetlerine dâhil olan Dr. Mustafa es-Sibâî’dir (1915-1964). Sosyalizmin İslam’a uygun olduğu tezini işleyen İştirakiyyetü’l-İslam adlı kitabını 1959’da yayımlayan Sibâî, işi ve köylü haklarını savunan bir politik çizgide siyaset yapmış, fakat din karşıtı laik sol çevrelerin her zaman karşısında yer almıştır.

Eserleriyle Türkiye’de tanınan İslam âlimi Said Havva el-Humeyyniyye (1935-1989) adlı kitabında İslam devriminin liderini küfürle suçlamıştır. Havva’ya göre devrimin İslamiliği tamamen bir aldatmacadır ve Sünniliği İslam âleminde gerileterek Şiiliği ikame etmekten başka bir amacı bulunmamaktadır. Arap devrimlerinin bir parçası olarak 2011’de Suriye’de başlayan isyan sürecinde İhvan liderliği tümüyle ülke dışındaydı ve uzun yıllar Suriye’den uzak kalması nedeniyle isyanın askeri boyutuna önemli bir katkıda bulunulamadı.

Irak İhvan’ının kurucusu Muhammed Mahmud es-Sevvâf’tır (1915-1992). es-Sevvâf da âlim ve mütefekkir bir şahsiyetti. Dava yoldaşı ve yakın arkadaşı Sibâî’nin aksine Savvâf, İslam ile sosyalizmin hiçbir ilişkisinin bulunmadığını savunmuştur. İşrakiyyetü’l-İslam adlı eseri bu görüşü desteklemektedir. 1960’taSavvâf’tan liderliği devralan ve bu görevini ülkeyi terk etmek zorunda kaldığı 1992’ye kadar sürdüren fıkıh profesörü Abdülkerim Zeydân (1921-2014), ilmi ve fikri üretimiyle İslam âleminde itibar kazanmış bir âlimdir.

Ürdün İhvanı, Ürdün’ün İsrail ile kurduğu yakın ilişkilere yaptığı antlaşmalara sert şekilde ve sürekli muhalefet göstermesi, boykot ve sokak gösterileri düzenlemesi, ayrıca Ürdün’de yasaklı olan Hamas örgütüne destek vermesi nedeniyle İhvan, zaman zaman kanuni takibatlara ve yasalara maruz kalmaktan kurtulamamıştır. Ürdün İhvanı’nın baş gündemini, Filistin sorunu oluşturmaktadır.

Filistin İhvanı’nda Şeyh Ahmet Yasin Gazze (1937-2004) önde gelen liderlerdendir. Birinci Filistin ayaklanması sırasında Siyonist işgale karşı İslamcı bir direniş örgütü olarak ortaya çıkan Hamas, Ahmet Yasin ve altı arkadaşı tarafından bu yapısal zemin üzerine inşa edildi. Hamas siyasi, sosyal, kültürel faaliyetleriyle kısa sürede geniş halk desteğini de arkasına alan kapsamlı bir teşkilat haline geldi.

1992’de Hamas’ın askeri kanadı olarak teşkil edilen İzzettin Kassam Tugayları, II. İndifada’da büyük yararlılıklar gösterdi. Bu süreçte sırasıyla liderleri Ahmed Yasin ile Abdülaziz Rastisi’yi (1947-2004) İsrail’in düzenlediği suikastlara kurban verdi. Tugaya ismini veren Şeyh İzzettin Kassam, Filistin’deki İngiliz sömürge yönetimine ve siyonist yayılmacılığına karşı silahlı mücadele yürütürken şehit olmuş Ezherli bir mücahitti.

Sıcak mücadelede önemli tecrübelere sahip Suriye ve Filistin İhvanı’na pek benzemeyen Sudan İhvanı, siyasi yönü baskın, belki de bir o kadar problemli siyasallaşma tecrübesi olan bir İhvan şubesi olarak dikkat çeker. 1986’da Dr. Hasan Turâbî’nin (1932-2016) kurduğu Milli İslamî Cephe de aynı şekilde İhvan’ı siyasi sahada temsil etmeyi sürdürüyor.

Sudan İhvanı’nın bundan sonraki tarihi aslında yakın dönem İslamcılığının en meşhur şahsiyetlerinden biri olan Hasan Turâbî’nin hayat hikâyesidir denebilir. Turâbî ve ekibi anayasanın İslamileşmesinde ve şeriat hükümlerinin uygulanmasında çok önemli roller üstlendiler. 1989’da ise General Ömer el-Beşir (d.1944) ile işbirliği halindeki Sadık el-Mehdi’nin (1935-2020) seçilmiş hükümetini bir askeri darbeyle devirerek hükümeti tümüyle ele geçirdiler. Turâbî 1999 yılına kadar Sudan Millet Meclisi’nin başkanlığını yürüttü.

Yemen İhvanı Ezher’de tahsil gören Yemenli öğrenciler tarafından 1960’lı yılların başında kuruldu. Körfez ülkelerinde İhvan’ın örgütlenişi daha geç tarihlere rastlar. Suudi Arabistan 1970’lerde, Katar ise 2000’li yıllarda İhvan mültecilerinin sığındıkları ülkeler oldular.

Bennâ’nın öğrencilerinden meşhur Mısırlı âlim Yusuf el-Kardâvî (d.1926), ülkesini 1961’de terk ettikten sonra uzun yıllarını Katar’da geçirdi. Mısır’a ancak 2011 devrimiyle dönebildi. İhvan’ın adayı olarak devlet başkanı seçilen Mursî’nin bir askeri darbeyle devrilmesinden sonra İhvan ülkede yasaklanınca tekrar Mısır’ı terk etmek zorunda kaldı. Mısır hükümeti gıyabında uluslararası yakalama kararı çıkarttı.

Suudi Arabistan ise 1970’lerden sonra hem Mısır’dan hem de Suriye ve Irak’tan muhacir olmuş İhvan’ın ileri gelen birçok mensubuna ev sahipliği yaptı. Abdülfettah Ebu Gudde (1917-1997) ile Seyyid Kutub’un kardeşi Muhammed Kutub (1919-2014) bunlar arasında en meşhurlarıdır. Suudi ülkenin çağdaş İslamcılıkla tanışması bu yolla olmuş, İhvan’ın siyasi düşünceleri bazı prensler ve Vehhabi âlimler dâhil önemli bir kesim üzerinde ciddi tesir bırakmıştır.

Şeriatın bir devlet hukuku olarak hayata geçirilmesinde bu kesimin öncülüğü gerçekten dikkate değer. Ayrıca kendilerine Sahve uleması (uyanış âlimleri) denilen İhvan eğilimli Selefi âlimlerden farklılaşarak yer yer Suudi rejimi de politikasından dolayı eleştiren bir ideolojik İslamcı duruşun temsilcileri oldular. Cihadi Selefi düşüncenin temellerinin atılmasında sahve âlimlerinin rolü yadsınamaz.

Bir dini ıslah ve davet olmanın ötesinde demokratik bir İslami devlet sistemini savunan İhvan, monarşik Körfez ülkelerinin asla kabul edemeyeceği bir siyaset ideali taşımaktadır. 2011 yılından itibaren İhvan yanlısı siyasi güçlerin iktidarı serbest biçimde devralmaya başlamaları, bu krallıklar tarafından varlıklarına karşı büyük bir tehdit olarak görülmüştür. Mısır’ın seçilmiş devlet başkanı Mursî’nin devrilişinde darbecilere en büyük destek Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden gelmiştir.

Kuzey Afrika ülkelerine İhvan fikriyatının taşınması, Mısır’da yaşayan İslamcı öğrencilerin ülkelerindeki dönüşleriyle ve haklarındaki kanuni tabiatlar nedeniyle bu ülkelere hicret eden Mısır ve Suriyeli İhvan mensuplarının öncülüğünde gerçekleşti. Libya’da 1940’ların sonunda başlayan İhvan örgütlenmesi 2011 devrimine kadar yeraltında kalmak zorunda kadı. Birçok İhvan mensubu uzun yıllar hapis yatmak zorunda kaldı. Teşkilat 2012’de Adalet ve İnşa Partisi’ni kurarak siyasi mücadeleye girdi. Beklentilerin çok altında kaldı.

Tunus’ta İhvan fikriyatı, felsefe mütehassısı akademisyen Raşid el-Ğannûşî (d.1941) ile hukukçu Abdülfettah Mûrûr’un1973’te kurduğu Cemaatü’l-İslamiyye ile temsil edilmeye başlandı. Parti yasaklanınca Ğannûşî ve arkadaşları 1989’dan itibaren Nehdâ (Uyanış) hareketiyle yollarını devam ettirdiler. Lider kadrosu 1980’li yıllarda çok ağır cezaevi koşullarını tecrübe etti, bir kısmı ülkelerini terk etti. Ğannûşî 22 yıllık sürgün hayatından sonra 2011’de ülkesine dönebildi.

Yasal statüsünü yeniden kazanan Nehdâ, bugün Tunus’ta özellikle laik ve liberal partiler karşısında yüzde 50’lik bir oy potansiyeline sahip güçlü bir alternatif politik olarak varlığını sürdürmektedir. Kendisini bir İhvan üyesi olarak hiçbir zaman göstermeyen Ğannûşî, çoğulcu İslami demokrasi, kamu hukuk ve hürriyetleri, eşit vatandaşlık, çoğunluğun iktidarı gibi kavramlar üzerindeki yorumlarıyla İhvan fikriyatına hayli özgürlükçü ve liberal bir ufuk açmıştır.

Cemaat-i İslamî

İngiliz Hindistanı’nda İslami uyanışı başlatmak isteyen Ebu’l-A’lâ Mevdudi tarafından kurulmuştur. Mevdudi ülkesinde daha çok bir gazeteci ve siyasetçi olarak tanınır. Mevdudi, sömürge sonrası bağımsızlıkta hangi yolun izleneceği huşunda bölünmemiş bir Hindistan projesi savunan Diyobendiyye uleması ile aynı görüşteydi.

Onun bu kanaatinin arkasında milliyetçi duygulardan daha çok birleşik ümmet ideali yatmaktaydı. Ancak bu mümkün olmamış, gelişen olaylar 1947 yılında Müslümanların çoğunlukta olduğu Pakistan devletini ortaya çıkarmıştır. Pakistan sınırlarında kalan Lahor’da Cemaat-i İslami’yi kuran Mevdudi ve arkadaşlarının bundan sonraki hedefleri, bu yeni ülkede İslam âlemine ve tüm dünyaya örnek olacak bir İslam devleti kurmak olacaktı.

Pakistan anayasasının söz konusu yapısı Cemaat-i İslami’nin bir siyasi parti olarak faaliyet göstermesine imkân vermekteydi. Bu yeni süreçte, Hz. Peygamber’in son nebi oluşu hususunda aykırı görüşlere sahip Kadıyaniyye/Ahmediyye mezhebine karşı büyük bir kampanya başlatması nedeniyle bölücülük suçlamasıyla yargılanan Mevdudi, ölüm cezasına çarptırılmış ama sonradan beraat etmişti.

Hayatında selefi bir itikat ve fıkhı benimsemiş ancak bu yönelim örgütün son yıllarına rastgelen İran İslam devriminin Şii liderlerine destek vermek hususunda Mevdudi’ye bir mâni teşkil etmemiştir. İslamcılığın ümmetçi idealleri mezhebi tercihlerin önüne geçmiştir.

Mevdudi’nin hacmi küçük fakat tesiri büyük olan eseri “Kur’an’a Göre Dört Terim” adlı eserinde, şehadetin Müslüman şahsiyet üzerindeki söz konusu tesiri çarpıcı biçimde irdelenir. Bir Müslüman ilah, rab, ibadet ve din kavramlarını hakiki manalarıyla bilip idrak ettiği için kelime-i tevhidini tekrarladığı halde Allah’tan başka birçok ilahlar türetir. Şüphesiz ki bu şahıs Allah’tan başkasına dua etmez. O’ndan başkasını ilah ve rab olarak çağırmaz. Lakin bunu dili ile yapar. Bunun yanında bu iki kelimenin kullanıldığı manalarda birçok ilahlar, çeşitli rabler edinir de haberi olmaz.

Kutub’un Cahiliyye toplumu fikri ile Mevdudi’nin bu tezi daha sonra bazı aşırı gruplar tarafından umumi tekfirciliğin bir gerekçesi olarak kullanılmıştır. İhvan-ı Müslimîn’in Bennâ’dan sonraki lideri Hudaybî’nin kitabına başlık yaptığı “davetçiyiz, yargılayıcı değiliz” vurgusu, insanların imanını sorgulayan ve onları mü’min, münafık, kafir kategorilerinde muhatap alan söz konusu radikal hareket metodunu Bennâ’nın İslam’a davet yöntemini referans alarak tenkit eden bir muhtevaya sahiptir.

Sömürgeciliğin üstü örtülü biçimde sürmesi, Mevdudi’nin mesele ettiği konuların en önemlilerindendir. Bu gidişatı cihat ederek durduracak öncü İslam toplumunun oluşması için, öncelikle Kur’an’a Göre Dört Terim’de açıklandığı şekliyle akidevi bir netlik gerekir. Daha sonra kişi tüm ibadet ve hükümleriyle İslamiyet’i hayatının her safhasında tatbik etmelidir. Allah’ın ilahlığı (ulûhiyet), O’nun sadece yaratıcılığı ile veya ibadette tek merci olması ile alakalı bir sıfat değildir. O koyduğu şeriatın dünyada hüküm sürmesini (hâkimiyet) de istemektedir. Tevhidin de ayrılmaz bir parçası olan bu husus, ancak İslami bir hükümetin kurulmasıyla tahakkuk eder.

Böyle bir devletin İslam tarihindeki saltanat tecrübesiyle bir ilgisi bulunmamaktadır. Bu hususta Mevdudi, demokrasi, anayasal düzen, ekonomik sistem gibi modern batılı değerleri İslam’a uyarlayarak bir devlet, hukuk ve ekonomi projesi ortaya koyar.

Batıcı ve pozitivist nesillerin yetişmesinin müsebbibi olan modern seküler eğitim kurumlarını eleştirirken, yeniliklere kapalı taklitçi geleneksel medrese sistemini de eleştirmiş, içtihat kurumunun yol göstericiliğinde yenilikçi bir eğitim anlayışı ve düşünce sisteminin geliştirilmesi gerektiğini söylemiştir.

Ona göre yenilikçi olmak bir ıslah ve tecdid gayretinden başka bir şey değildir ve bu asla tahrif boyutuna getirilmemelidir. Mevdudî, Kur’an merkezli bir tecdid anlayışını savunurken Hz. Peygamber’in (as) dindeki özel yeri ve konumuna zarar verecek tavır içine giren modernist kesimlere de sünnetin kâmil ve kusursuz bir İslamlaşma örneği olduğunu ifade ederek karşı çıkmıştır.

Mezhepler üstü duruşu, sahabilerin özellikle siyasi konularda bazı hatalar yaptıkları şeklindeki kanaati, bazı meşhur sufilere yönelik eleştirileri tenkit konusu yapılmış, gelenekçi çevrede dinde fitne çıkarmakla, kendine mahsus bir mezhep çıkarmakla suçlanmıştır. Tebliğ Cemaati’nin kurucularından Muhammed Zekeriyya Kandehlevî’nin (1898-1982)Mevdudîyye Fitnesi adlı kitabı ona yönelik eleştirel çalışmalardan bir tanesidir.

Hizbü’t-Tahrir

İslam Kurtuluş Partisi anlamındaki Hizbu’t-Tahriri’l-İslami kendisini “İdeolojisi İslam olan siyasi bir parti” olarak tanımlamaktadır. Parti 1953 yılında o sırada Ürdün idaresinde olan Kudüs’te kuruldu. Kurucu lideri Muhammed Takıyyüddin en-Nebhani’dir (1914-1977).

İslamcı hedefleri itibariyle İhvan-ı Müslim’e çok yakın olan Nebhani, İhvan’ın siyasi çalışmalarını bir Cemaat olarak yürütmeyi tercih edip partileşmeye gitmemesi nedeniyle Hizbu’t-Tahrir’i kurmaya karar vermiştir. Partinin resmi başvurusu yapılarak izin alınmasına rağmen 1954’te yasaklanmış, Nebhani Ürdün’ü terk etmek zorunda kalmış, gittiği Lübnan’da vefatına kadar sıkı denetim altında tutulmuştur.

Hizbu’t-Tahrir’in ana hedefi, dünya üzerinde tüm Müslümanları kuşatan ve İslam’ın şer’i hükümlerinin tatbik edildiği bir hilafet devleti kurmaktır. Hizb’e göre, başta İhvan olmak üzere diğer İslamî cemaatlerin metotları ve hedefleri net değildir. Allah mü’minlere peygamberin yolunu izlemeyi emretmiştir. Hizb bu bağlamda izlenilmesi gereken yolu üç aşamada açıklar.

Birinci aşamada bire bir devlet yoluyla teşkilat kadrosunu oluşturacak bireylere ulaşılarak bu kişiler üzerinde yoğun bir kültürlendirme faaliyeti yapılır. Bu aşama Hz. Peygamber’in Daru’l-Erkam’da ilk sahabeleri eğitmesine benzetilir.

İkinci aşama, yetişmiş kadronun inisiyatifinde Hizb’in davasını insanlara açıkça sunma, fikirleri kitlelere açıklama, kamuoyu oluşturma ve ümmetle kaynaşma safhasıdır.

Bu aşamada yöneticilerle çekişmek, idareyle çatışmak nebevi sünnetin bir gereğidir. Hz. Peygamber’in tecrübe ettiği bu zor dönemde, onun yaptığı gibi halktan yardım ve himaye istenerek büyük bir sabırla güçlükler aşılmaya çalışılır.

Bu mücadele ve mücahedenin ardından üçüncü aşamada yönetim devralınır, İslami devlet tesis edilir, halife seçilir, şer’i hükümler hayata geçirilir, İslam’ın evrensel mesajı tüm dünyaya ilan edilir. Tabii olarak dünya üzerindeki küfür blokları bu adalet davetine karşı çıkacaklardır. Dolayısıyla “medeniyetler çatışması” kaçınılmaz olarak vukuu bulacaktır.

Birleşmiş Milletler, NATO gibi gayrimüslimlerin denetimindeki uluslararası paktlara üye olmaya cevaz vermeyişi nedeniyle Hizbu’t-Tahrir, kendilerini İslam devleti olarak sunan Suudi Arabistan, İran, Pakistan, Sudan gibi devletlerin bu iddialarını bütünüyle reddetmektedir.

Hizb’e göre eğer İslami bir teşkilat faaliyete geçerse, “Bu cemai çalışmanın siyasi bir çalışma olması gerekir ve siyasi olamaması caiz değildir. Çünkü hilafeti ikame etmek siyasi bir iş olup ancak siyasi bir çalışmanın olması ile gerçekleşir. Ancak Hizb, Darü’l İslam-darü’l Küfür ayrımına ilkesel bir önem atfettiği için, şer’i olamayan bir sistemin koyduğu kurallar içerisinde resmi yoldan partileşerek veya bu sistemin yardımını talep ederek İslam’ı iktidara getirmenin kesinlikle doğru bir metot olmadığı kanaatini taşır.

Hizbullah

1979 İran Devrimi Şia medresesi tarafından yürütülmüş bir hareket olmasına rağmen, beslendiği düşünce damarları büyük ölçüde siyasal İslamcılığa uzanmaktaydı.

Lübnan Müslümanlarının oransal olarak yarısını teşkil eden Şii nüfusun yoğunlaştığı Güney Lübnan Hizbullah’ın doğum yeri ve kalesi olarak bilinir. Güney Lübnan’da doğan Hizbullah, ilk hedefini İsrail işgalini sona erdirmek olarak belirlemiş, bu işgalin resmen başladığı 1982’den resmen sona erdiği 2000’e kadar 18 yıl boyunca İsrail’le fiili mücadele eden en etkili Lübnanlı grup olarak belirmiştir.

Hizbullah’ın İsrail karşısındaki direnişini güçlendiren nedenlerin başında, düzenlediği önemli suikastlar, esir elde ettiği etkili operasyonlar ve en önemlisi Müslüman dünyada ilk defa kendisinin uyguladığı intihar saldırılarıdır.

Siyasi şartların değişmesiyle 1985 sonrasında intihar saldırılarını terk eden Hizbullah’taki bu tutum değişikliği Fadlallâh (1935-2010) tarafından bu sefer şu şekilde izah edildi: “İntihar saldırıları yöntemi, sadece ve sadece eğer bir insanı kendi vücudu üzerinde tahrip gücü yüksek bir bomba haline getirmeye sevk eden siyasi ve askeri değişimler meydana getirilebildiği taktirde uygulanabileceği inancındayız.”

Lübnanlı Şii grupların bıraktığı bu savaş biçimi, daha sonra küresel cihat fikrine sahip Sünni-Selefi gruplar tarafından yaygın olarak kullanılacaktır.

Hizbullah’ın İran’daki durumu “devlet içinde devlet” olarak tanımlanmaktadır. Çünkü İrancı bir örgüttür. Adalet ve müftülük birimleriyle, her seviyede eğitim kurumlarıyla, sendikalarıyla, bankacılık faaliyetleriyle, dış ilişkiler ofisiyle, insani yardım kuruluşlarıyla gerçekten Lübnan devletine paralel bir hükümet gücünü yürütmektedir.

2006 yılında Lübnan’a giren İsrail ordusunu şiddetli çatışmalarla çekilmeye mecbur etmesi, Hizbullah’ı çok popüler hale getiren bir zaferdi. İsrail karşısındaki beceri dolu fedakâr direnişi sadece Şiilerin değil Sünnilerin, hatta Lübnan vatandaşı Hristiyan ve Dürzilerin de yaygın desteğini kazanmıştı. Ancak 2011 yılından itibaren başlayan Suriye iç savaşında İran siyasetinin bir parçası haline gelmek suretiyle Baas Rejimi yanında savaşa müdahil olması, Hizbullah’ın İslam dünyasının genelinde sahip olduğu teveccüh ve saygınlığa büyük darbe indirdi.

Teşkilat Suriye’deki muhalif Sünni örgütler tarafından büyük düşman olarak ilan edildi. Bugün Hizbullah, başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin birçoğu ve Körfez’deki monarşik Arap rejimleri tarafından terörist bir örgüt olarak tanınmaktadır.

Avrupa Birliği’nin de içinde olduğu bazı ülkeler ise örgütün sadece askeri kanadını terör listesine almakta, siyasi kanadını ise meşru bir yapılanma olarak kabul etmektedir.

Ensârullah

Yemen’de bulunan ve mezhebi kökeni Şia’ya uzanan bir örgüttür. Zeydiyye mezhebine mensup bir tabana dayanmaktadır.

Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer’in yönetimini meşru saymaları, Zeydileri diğer Şiilerden ayıran en önemli husustur. Onlara göre Hz. Fatıma-Hz. Ali neslinden olmak şartıyla, ilim takva ve cesaret sahibi bir lider silahına sarılarak küfür ve zulme başkaldırırsa, yani hurûc ederse, o kişi Müslümanların imamı olmaya hak kazanır.

Bu imamın, Şia-İsnâşeriyye’nin öne sürdüğü gibi vehbî (bahşedilen) bir ilimle donatılmış ve günahlardan korunmuş (masum) olması gerekmez ve bir mehdi beklentisine girilmez. Söz konusu inançlarıyla Zeydiyye, tarihi süreç içinde Şii köklerinin mevcudiyetine rağmen Sünni kesimlerle iyi ilişkiler geliştirmekte zorlanmamıştır.

Genellikle Ensârullah’ın temeli, bir grup Zeydîaktivistin 1990’da kurdukları Hak Partisi’ne dayanır. Karşılaştıkları her türlü sorunu, mezhebi ayrımcılığı, sosyal ve ekonomik sıkıntıları gündeme taşıyarak siyasi arenada hak aramak ve taleplerde bulunmak, bu partinin ana hedefleriydi. Hizbü’l-Hak siyasi sahada beklediği başarıyı gösteremedi.

Bu makaleyi okuyanlar için yazı tavsiyesi: “Modernizm

Kaynaklar

TDV İslam Ansiklopedisi İslamcılık Maddesi.
Wikipedia, Siyasal İslamcılık Maddesi.
Çağdaş İslami Akımlar, Mehmet Ali Büyükkara, Klasik Yayınları, İstanbul, 2017.
Doğuşundan Günümüze İslamcılığın Türkiye Seyri: Bir Sınıflandırma Denemesi, Masum Aytepe, Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 4/1, 2016.
Çağdaş İslam Düşünürleri, ed. Cafer Karadaş, Ensar Yayınları, İstanbul, 2015.

BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

eMedrese bir İlmiye Vakfı projesidir.