Gelenekçilik
Gelenekçilik
İçindekiler
- Gelenekçilik
- İslami Gelenekçilik ve Temel Özellikleri
- Selefiyye Gelenekçiliği ve Temel Özellikleri
- Selefiyye’nin Aşırı Bir Tezahürü Olarak Vehhabilik Akımı
- Suudi Selefiyye ve Cihadi Selefiyye Ayrımı
- el-Kâide ve Küresel Cihat
- Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD)
- Suudilik ve Cihadilik Arasında Yeni Bir Duruş Olarak Siyasi Selefilik
- Medrese Gelenekçiliği
- Tarikat Gelenekçiliği
- Kaynaklar
Gelenekçilik
Gelenekçiliğin Özgün Karakteri ve Önemli Özellikleri
Gelenek kutsaldır ve saygıyı hak etmektedir. Mensupları arasında maddi, manevi bağları ve iç ahengi güçlendiren bir motivasyon sağlamaktadır. Ortak bir kimlik şuuru oluşturur. Değişim, gelişim, yenilik ve modernlik şüpheyle karşılanır. Sabit ve donuk görünseler de, yaşanan zamana intibak edebilen bir esnekliğe sahiptirler. Gelenekçi oluşumlarının süreklilikleri ve modern zamanlarda güçlü şekilde var olabilmeleri bundan dolayıdır. Gelenekçiler modern olana alternatif sunmalarıyla bir denge rolü oynamaktadırlar ve toplumsal değişimin hızlı olduğu süreçlerde bir fren vazifesi görmektedirler.
İslami Gelenekçilik ve Temel Özellikleri
Liderlik özellikleri
Gelenekçi grupların liderleri genellikle üstaz, allâme, mevlâna, hüccet, molla gibi lakaplarla anılırlar. Tamamına yakını geleneksel dini eğitim almış kimselerdir. Rahle-i tedrisât, yani bir âlimden veya şeyhten doğrudan alınan dersler önem arz ettiğinden, akademik kazanımlar liderlik kademelerinde çok belirleyici değildir.
Liderler genellikle geleneksel kıyafetler giyerler. Başta sarık, üstte cübbe bu kostümün temel parçalarıdır. Kıyafetin rengi, giyinme ve örtünme şekli sadece özgün gelenekleri sembolize etmekle kalmaz, yer yer hiyerarşik bir statüye de işaret eder.
Silsilenin Vazgeçilmezliği

İslamî gelenekçilikte silsile bugünü geçmişe bağlar. Silsilesiz gelenek bir hiçtir. Selefiyye gelenekçiliğinde silsile rivayet senetleriyle oluşur. İsnaddaki raviler hadis, eser veya haber denilen bu rivayetleri sözün ya da fiilin ilk sahibinden alarak birbirleri üzerinden nesilden nesile aktarırlar. Selefiyye geleneği özellikle İslam’ın ilk üç asrında bu şekildeki nakillerle aktarılan rivayetlerden oluşmuş ve Sünni hadis usulü tarafından sahih sayılmış kitapları dinin tartışmasız ana kaynakları olarak kabul eder. Kütüb-i Sitte denilen altı hadis kitabı söz konusu kaynakların en sahihleri addedilir.
Medrese gelenekçiliğinde silsile, mevcut ulemayı ilk fakih sayılan Hz. Muhammed’e bağlar. Mesela Hanefi mezhebinin kurucusu olan Ebu Hanife (ö.150/767), fıkıh hocası Hammad’dan (ö.120/738), o da hocası İbrahim en-Nehaî’den (ö.96/714), o da hocası Alkame’den (62/682), o da hocası sahabi İbn Mesud’dan (ö.32/652)-53, o da Resulullah’tan (as) almıştır. İlim silsilesi denilen bu zincir, nihayetinde o Resul’u gönderen ilahi varlığa bağlandığından, aynı zamanda kutsaldır.
Günümüz Hanefi medrese hocaları icazet denilen diğer bir silsile ile Ebu Hanife’ye bağlanarak bu kutsal zincirin son halkası olurlar. İcazet hocadan talebeye verilen öğretim izni beratıdır. Bizzat hocadan alındığı ve özel bir silsile ile geriye doğru mezhebin imamına, oradan da Hz. Resulullah’a bağlandığı için akademik bir diplomadan farklı ve çok daha değerli kabul edilir.
Tarikat gelenekçiliğinde ise silsile, mevcut şeyhleri ilk önce tarikatın pirine, oradan da ilk sufi şeyh sayılan Hz. Muhammed’e bağlar. Burada da ” İlahi Olan ” ile bir irtibat söz konusudur. Her tarikatın bir silsilenamesi bulunur. Örneğin Halidiyye Nakşiliğinin silsilesi, Hz. Peygamber’den İmam Rabbani‘ye (ö.1034/1624), sonra 15. sırada tarikat piri Şâh-ı Nakşibend’e (ö.791/1381), 29. sırada Halid-i Bağdadiye (ö.1242/1827) ulaşır.
Onun, artık irşad makamına ulaştıkları için manevi terbiyeye yetkilendirdiği yüzlerce müridi, halife vekil makamında silsileyi farklı kollardan devam ettirirler. Yetkilendirme bir nevi icazettir ve medrese geleneğinde olduğu gibi genellikle yazıyla kaydedilir. Fark şudur ki, medresenin icazeti ilmi bir aktarımı, tarikatın ki ise manevi bir aktarımı temsil eder.
Selefiyye Gelenekçiliği ve Temel Özellikleri
Bu gelenek içerisinde İmam-ı A’zam, şeyhü’l İslam, fahrü’l İslam, şemsü’l-eimme gibi lakaplar yüksek mertebelere işaret eden unvanlardır.
Metin Merkezcilik

Gelenekçi yapılar dini ve dünyevi meselelerde nakli bilgi ve teklifleri akli çözümlere tercih etme eğilimindedirler. Selefiyye geleneğinde hadis mecmuaları ve şerhleri, medrese gelenekçiliğinde fıkıh, tarikat gelenekçiliğinde tasavvuf klasikleri temel başvuru kaynakları olarak öne çıkarlar. Döneminde geçerli olan görüş ve çözümlemelerin günümüzde de uygulanabilir olduğu düşünülerek, bu bilgilerin yer aldığı eserler birinci el kaynak addedilir.
Ahmed b. Hanbel (ö.241/855), akli istidlallere, rey, kıyas ve içtihada ancak zaruret halinde başvurması örnek alınmaktadır. Aynı esaslarla, aklı esas alan kelam ve felsefe zararlı alanlar olarak değerlendirilmekte ve bunlarla meşgul olanlar kınanmaktadır. Fıkıh ve tasavvuf kaynakları da selef-i salihîn sonrası oluşan metinler oldukları, ilki içtihada, diğeri de keşfe dayandığı için Selefilerce itibar görmektedir.
Erkek Egemen yapı

İslami gelenekçilikte, kadın sosyal hayattan büyük ölçüde soyutlanmış olmakta, kadının görevi evinin işleri ve çocuklarıyla sınırlı kalmaktadır. Kadının tesettürüne diğer akımlara kıyasla daha fazla ihtimam gösterilir. Gelenekçi teşkilatlar baştan aşağı erkeklerin egemen olduğu yapılardır. Çalışma ve eğitim sahalarında iki cinsin yollarının zarureten kesiştiği durumlarda sıkı bir ayrıştırma uygulanır. Bölünmüş mekânlar, müstakil toplantılar, farklı sınıflar ve hocalarla bu ayrım gerçekleşir.
Kurtulmuş Fırka
Selefiyye ya da Ehl-i Hadis, ta başından beri kendisini Ehl-i Sünnet’in yegâne temsilcisi olarak görmüştür. El-fırkatü’n-nâciye, et-tâifetü’l-mansûra aynı sebeple kendisine uygun bulup kullanmıştır. Selefiyye’den olmayan Hanefiler, Eşariler, Şiiler, tarikat sâliki sufîler ve diğer Müslüman fırka ve akımların mensupları ise Ehl-i bidat dahilindedirler, tebliğ ve davete muhtaçtırlar.
İman-Amel Bütünlüğü
Selefiyye anlayışına göre iman; tasdik, ikrar ve amel üçlüsünün bütünleşmiş hâlidir. Doğrudan bir ilişki bulunduğundan dolayı amellere göre iman artar veya eksilir. Amelsizlik veya büyük günahta ısrar imanı tümüyle yok edip kişiyi küfre sürükleyebilir. O zaman iman gider; geriye sadece kişinin İslam’ı (Müslümanlığı) kalır. Yani imkansızlığı onu dinden etmez. Canın ve malın dokunulmazlığı devam eder. Bu bakımdan iman ile İslam ayrı şeylerdir.
Nasların Zahirini İtibara Alma
Selefiyye’ye göre Allah’ın zatına ve tüm sıfatlarına Kuran ve hadislerde haber verildiği üzere inanmak gerekir. Müteşabih ayetleri ve haberi sıfatları tevil caiz değildir. Yorum yapmaksızın bu tür nasları olduğu gibi kabul etmek lazımdır. Allah’ın istivası, eli, yüzü gibi sıfatları açıklarken yorumdan kaçınmaları nedeniyle, bir kısım selefi âlim, Allah’ı ve O’nun sıfatlarını mahlukata benzetme, onları sanki cisimleştirme anlamındaki teşbih ve tecsim durumuna düşmekten kurtulamamıştır. O’nun zatına asla uygun olmayan beşerî sıfatları “lüzumsuzca ve kabaca” Allah’a yakıştırdıkları için Mutezile’den ve Ehl-i Rey’den âlimler, karalayıcı bir sözcük olan Haşeviyye ismini Selefiyye için kullanmışlardır.
el-Vera ve’l-Bera Prensibi
El-Verâ, yani müminleri dost edinmek, ve el-berâ, yani imansızlardan uzaklaşmak ve onlara düşmanlık göstermek akidevi esasların en mühimleridir. Siyasi, kelami mezhepler, tarikatlar gibi bid’at odaklarından ve onların fesatlarından el-velâ ve’l-berâ prensibi icabı sakınmak gerekir.
Nasihat ve ikâzın yanı sıra onlarla her sahada mücadele etmek asli görevlerdendir. Dini deliller olan kitap, sünnet, sahabe sözü ve amelî, her hâlükârda, ancak mecburiyet durumunda başvurulacak aklı delillerden önce gelir. Şer’i delilleri idrak edemeyecek durumda olanların mezhebi yoktur. Yöneticilere mümin kaldıkları sürece itaat vaciptir. Fâsık kimseler olsalar dahi onların arkasında namaz kılmayı terk etmek caiz olmaz.
Rey Karşıtlığı
Kur’an ve hadis metinlerini esas aldıkları için rey ve kıyasa karşı çıkmakta, bu akli delilleri kullandıkları için Ehl-i Rey’i “Sünnet düşmanı” olmakla suçlamaktalar. Kendilerine “şeriatın koruyucuları ve bid’atların yıkıcıları” olarak özel bir misyon atfetmekteydiler.
Tüm bu yönleriyle Ehl-i Hadis-Selefiyye hattı, İslam düşüncesi içerisinde muhafazakâr bir kanadı temsil etti. Akıl karşıtı metinci literalizmi, dar kalıplar içinde kalan fikri yapısı ve dışlayıcı tavrı nedeniyle Ehl-i Rey’e kıyasla zaman içinde fazla bir ilerleme kaydeden edemedi, geniş kitlelere hitap edemedi.
Selefiyye İslam düşüncesinde yeniden parlayan isim kuşkusuz Takiyyüddîn İbn Teymiyye’dir (ö.728/1328). O donuklaşmış ekolü canlandırmış, girmiş olduğu polemikler ile Selefiyye’yi âlimlerin ve halkın gündemine yeniden sokmuş, popüler hale getirmiştir.
İbn Teymiyye Moğol işgali nedeniyle İslam dünyasında çok sıkıntılı bir dönemde yaşamıştır. O bu işgale direnenler arasındaydı ve işgalcilere karşı fiili olarak bizzat savaştı. Moğollar hâkimiyet kurdukları alanlarda süreç içinde İslam’ı kabul etmeye başladılar. Müslüman olmamalarına rağmen şer’i kanunlar yerine Cengiz Yasası’nı uygulamayı sürdürmeleri nedeniyle İbn Teymiyye bu durumun küfür olduğu neticesine vararak Moğollara karşı cihadın sürdürülmesi gerektiği fetvasını verdi.
Onun Tatar ve Mardin fetvaları olarak tarihe geçen bu türden görüşleri, günümüzdeki halkı Müslüman ülkelerdeki gayr-ı şer’i rejimlere karşı silahlı mücadele yürüten selefi örgütler için bir ilham kaynağı olmuştur.
Selefiyye’nin Aşırı Bir Tezahürü Olarak Vehhabilik Akımı

Selefiyye 12/18. yüzyılda Muhammed b. Abdülvehhab (ö.1206/1792)ile birlikte yeni bir dönemece girdi ve Arap Yarımadası’nın merkezindeki Necd bölgesinde Vehhâbiyye adı altında yeniden güçlü şekilde seslendirildi. İbn Abdülvehhab ile gelen yenilik, Selefiliğin siyasallaşması ve Suudi devleti nezdinde bir devlet mezhebine dönüşmesidir.
Vehhabiliği, Selefiyye bünyesindeki bir “uçlanma” olarak değerlendirebiliriz. Bu uçlanmanın tezahürleri ise, tekfir unsurunun aşırı kullanımı ve bu yolla dışlanmış Müslüman kesimlere yöneltilen şiddettir.
Neticede şunu söyleyebiliriz: Vehhabiliği ayrı ve bağımsız bir mezhep olarak taktim etmek yerine, Selefiliğin birtakım aşırılıklar eşliğinde Suudilerin siyasi himayesi altında yeniden sunumu olarak anlamak tarihi açıdan daha gerçekçi ve bilimsel olarak daha doğru bir değerlendirme olacaktır. Ayrıca şunu da biliyoruz ki Vehhabilik adı tamamen muhalifleri tarafından kullanılan bir isimdir. Tarihte ve günümüzde bu akımın mensupları daima kendilerini Selefiyye yahut Ehl-i Hadis olarak isimlendirirler.
Vehhabilik Düşüncesi
Tevhid inancı İbn Abdülvehhab’a göre mutlaka amellerde yansıtılmalıdır. İman ile amel bir bütündür. Gerçek tevhidin kalplere yerleşmesi, şirk ve bid’atın tüm çeşitleriyle gönüllerden ve cemiyetten izalesi için “iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama” prensibinin işletilmesini lüzumlu gören İbn Abdülvehhab, bunu âlim, adil, otorite ve güç sahibi bir yöneticinin Müslümanların başında olması şartına bağlar. Eğer insanlar hala şirk ve bid’atlerden vazgeçmiyorsa, imamın izni ve sağladığı kuvvetlerle, gerekirse savaşılarak kötülüğün giderilmesine çalışılır.
Söz konusu anlayış doğrultusunda Vehhabiler, cihat adı altında Osmanlı Devleti’ne, Hicaz Hükümetine, Şiilere ve diğer rakiplerine karşı silahlı mücadele yürüyüşlerdi. Müslümanları tekfir ederek canlarını ve mallarını helal saymaları nedeniyle Haricilik ile vasfedilmişler, türbe ve kabirleri tahrip etmeleri nedeniyle ‘mezar yıkıcılar’ olarak adlandırılmışlar, fıkıh mezheplerine bağlı medreseleri kapatmaları, tarikat faaliyetlerini yasaklamaları, kütüphanedeki birçok fıkıh ve tasavvuf kitaplarını yakmaları nedeniyle Müslüman kamuoyunun genel olarak öfkesini kazanmışlardır.
Vehhabilik Tarihi

Muhammed b. Abdülvehhab, yukarıdaki fikirleri doğrultusunda etrafında taraftar toplaması ve bazı aşırı faaliyetleri nedeniyle Uyeyne’den çıkarılınca bugünkü Riyad kentine bitişik Dir’iyye kasabasına gitti ve buranın reisi olan Muhammed b. Suud’un (ö.1179/1765) himayesine girdi. Bu iki insanın arasında 1744 yılında siyasi bir sözleşme yapıldı. Bu sözleşmeye göre İbn Abdülvehhab, siyasi lider olarak Muhammed b. Suud’a biat etmekte, İbnSuud da bunun karşılığında İbn Abdülvehhab’in dini daveti için gerekli siyasi, askeri ve lojistik destek sağlama görevini üstlenmekteydi. Anlaşma meyvelerini verdi ve İbn Abdülvehhab’ın öldüğü 1792 yılına kadar tüm Necid toprakları Vehhabiler taassubuyla devşirilen askeri güç sayesinde Suudilerin hâkimiyetine girdi.
1803-1805 arasında ise Osmanlı Devleti’nin elindeki Hicaz şehrini ele geçirdiler, Mekke ve Medine başta Bakî kabristanındakiler olmak üzere birçok türbe ve mezarı tahrip ettiler. Suudi-Vehhabi kuvvetleri, Necd İhvanı adı verilen Vehhabiler bir teşkilatın sağladığı askeri kuvvetle 1924-25 yıllarında Hicaz şehrini tekrar hâkimiyetlerine geçirdiler. Bu geniş sınırlar içinde 1932 yılında bugünkü Suudi Arabistan devleti kuruldu. Vehhabilik akımı da Suudi rejiminin bir nevi resmi mezhebi olarak statü kazandı.
Vehhabiliğin Etkisi
İslam aleminde Fas’tan Endonezya’ya kadar kuvvetli bir rüzgâr estiren Selefi-Vehhabi akım Türkiye’deki tesiri, diğer ülkelere kıyasla oldukça dar bir çerçevede kalmıştır. Söz konusu durumun sebeplerinden birisi, Osmanlı’nın son dönem resmi tarikatı sayabileceğimiz Nakşiliğin görmüş olduğu fonksiyondur. Daha çok Halid el-Bağdağdi’den gelen koluyla Anadolu’da, Balkanlarda ve Kafkasya’da yapılanan bu Halidiyye Nakşiliği’nin en belirgin özelliklerinden birisi, Tasavvufi terbiyenin yanı sıra medrese eğitimine verdiği önemdir. Bu medrese geleneği, etkin olduğu bölgeye göre Hanefî-Maturidi ya da Şafiî-Eş’ari bir eğitim-öğretim müfredatı üzerinden gitmiş, hem akaid hem fıkıh hem de tasavvuf zemininde Selefi fikir ve pratiklere yol vermeyen bir karakterde kendini göstermiştir. Türkiye’deki halk Müslümanlığın aşırı yorumlardan uzak, orta yollu, hoşgörülü, birlikte yaşama kültürüne ve tecrübesine sahip karakteri, söz konusu Selefi düşüncenin taban bulmasını zorlaştıran bir diğer faktör olarak kayda değer.
Suudi Selefiyye ve Cihadi Selefiyye Ayrımı
Suudi Selefiyye’nin günümüzdeki temsilcileri, Hey’etü Kibâri’l Ulemâ (Büyük Âlimler Heyeti), Râbıtatü’l-Âlemi’l-İslamî, İdâretü’l-Buhûs gibi Suudi resmi dini kurumlarıyla ya da ülkemizde dini tahsil veren fakültelerle bağlantılı olan âlimler ve onların çevreleridir. Bu eğilimin en şöhretli isimleri olan Medine İslam Üniversitesi kurucu rektörü ve eski baş müftü Abdülaziz b. Bâz (1912-1999), Nâsırüddin el-Elbanî (1914-1999), Muhammed İbnü’l Useymin (1929-2001), Abdülaziz Âlü’ş-Şeyh (1939), Salih el-Fevzan, Rebi’ el-Medhali, Ubeyd b. Cabiri gibi isimlerin fetvaları ve yazılı eserleri üzerinden bu akımın Cihadilerden farklılaşan belirgin yönlerini tesbit etmek mümkündür.
Cüheyman el-Uteybî (1936-1980) ve kendilerine İhvan ismini veren cemaatinin 1979 yılındaki kanlı Mescidi Haram baskını, mesihçi-mehdici unsurların eşlik ettiği ve Vehhabi-Selefi fikriyatı zemininde kendisini ifade eden rejim karşıtı bir protesto eylemi olarak kurgulanmıştır.
1744 âlim-emir ittifakının ruhunda Suudi rejiminin uzaklaştığını düşünen Cüheyman, Suudi yöneticilerini, kâfirlerle dostluk kurmakla, ülkenin servetini yabancılara peşkeş çekmekle, kutsal toprakları onların asker ve bürokratlarına açmakla, Arabistan’da müşrik ve kâfirlere karşı yürütülmesi gereken cihadı engellemekle suçlamaktaydı.
1970 ve 1980’li yıllar Selefilik’te derinden yaşanan gelişmelere tanık olmuştur. Bu süreçte beliren yeni bir dini söylemde geleneksel Vehhabiliğin ağırlığı azalacak, çağdaş İslami tonlar ise fazlalaşacaktır. Abdülaziz İbnBâz ve İbnü’l-Useymin tipi gelenekselci alimlerden farklı, Nâsr el-Ömer, Aziz el-Karnî, İbrahim ed-Deviş, Muhammed b. Said el-Kahtani gibi isimlerden oluşan ve kendilerine Şuyûhü’s-sahve (uyanış âlimleri) denilen yeni bir selefi ulema neslinin ortaya çıkışı bu süreci belirginleştirmektedir. Selman el-Avde ve Sefer el-Havâlî ise söz konusu yeni neslin en önde gelen simaları olarak hatırlanmaktadır.
1991 Körfez Savaşı’nda Suudi Arabistan’ın ABD’nin yanında duruşu ve Amerikalı askeri personelin ülkede konuşlanmasına ve üs açmasına kraliyet hükümetinin izin verişi yine bu çevrelerde büyük tepkiyle karşılanmıştır. Suudi yönetimi dini meşruiyetini yitiriyordu.
Avde ve Havâlî’nin 1991 ve 1992’ de biri Kral Fahd’a (1921-2005) diğeri baş müftü İbnBâz’a yazdıkları açık mektuplar bu durumu ortaya koymaktadır. 1991 Körfez Savaşı’nda Suudi Arabistan’ın ABD yanındaki duruşuna, savaş sonrasında da buna paralel geliştirilen iç ve dış politikalara yöneltilen sert tenkitler alışılmadık bir üslupla dile getirilmekteydi.
Daha fazla konuşma özgürlüğü ve yönetime katılım hakkını da içeren bir dizi reform talebinin seslendirildiği mektuplarda, Suudi yönetiminden hayatın tüm alanlarında şer’i kanunlara dönmesi, hükümetin icraatlarını ulemanın denetimine açması, eğitim kurumlarının müfredatlarını İslamileştirmesi, medyaya karşı dini bir sansür sisteminin geliştirilmesi, başta Yahudiler olmak üzere din düşmanlarıyla savaş ve mazlum Müslümanlara yardım için güçlü bir ordu tesis etmesini istemekteydi. İbn Bâz’ın başında olduğu Suudi Arabistan’ın en üst dini kurumu Büyük Âlimler Heyeti, Avde ve Havâlî’nin görüşlerini zararlı bulduğunu belirterek bu faaliyetleri fitne olarak değerlendirdi. Bu fetva neticesinde adı geçen âlimlerin görevlerine son verildi, kitapları toplatıldı. Eylül 1994’te tutuklandılar ve 1999’a kadar yaklaşık beş yıl hapis yattılar.
Başmüftü İbn Bâz’a birinci Körfez Savaşı sırasında Havâlî’nin yazdığı uzun mektup kitap olarak çıkmıştır. Havâlî kitabının sonunda iki farklı devlet biçimi sunarak Suudi Arabistan’ın bunlardan birini tercih etme durumunda olduğunu belirtir. Bunlardan birisi “inanç devleti”dir ki amacı cihat etmek, iyiliği emretmek, kötülüğü menetmektir.
Diğeri ise “refah devleti”dir. Dünyalık arzulara ulaşmak bu devletin gayesi, Batılılaşmak ise bu gayenin vasıtasıdır. Yine benzer tezleri tekrarlayarak, ülkede askeri üsler kuran yabancı güçlerin Suudi Arabistan’daki kutsal toprakları işgal ettiklerini söylemektedir.
Söz konusu “işgal” iddiası başta Usame bin Ladin (1957-1997) olmak üzere ülkedeki İslamcı muhalefetin kullandığı en geçerli argüman haline gelecektir. Ülke içinde yabancılara dönük eylemlerin fıkhi gerekçesi de daha sonra aynı argümana dayandırılacaktır. Suudiler diye adlandırdığımız resmi Selefi ulema ile muhalif Selefi Cihadi akım arasındaki görüş ve tutum farklılıkları şu şekildedir: Suudiyye: Meşru bir liderin izni ve emriyle yürütülmediği gerekçesiyle Filistin, Keşmir, Çeçenistan gibi alanlardaki sıcak müdahalelere soğuk dururlar. Ümmet silahlı cihada henüz hazır değildir. O halde yapılacak iş, şirki terk ederek tevhide sarılmaya Müslümanları davet etmek ve İslam aleminin Selef akidesi üzerinde buluşmasını sağlamaktır.
Suudiyye
Büyük günah işleyenler kafir saymaz, küfür ile imanın bir süre bir arada bulunabileceğini söylerler. İbn Teymiyye’de gördüğümüz küfrdûnküfr (küfrün aşağısındaki küfür), küfr lâ yenqul `ani’l-mille (dinden etmeyen küfür) gibi yumuşatıcı kavramlar kullanırlar.
Cihâdiyye
Tekfir noktasında daha rahat hareket ederler; yer yer kurumları, devletleri, hatta bütün üyeleriyle tüm toplumu tekfir etmeye götüren “kaybolan ümmet”, “cahilî toplum” gibi kavramları çokça kullanırlar.

el-Kâide ve Küresel Cihat
Arapçada “üs” anlamına gelen el-Kâide’nin bir teşkilat olarak kuruluşu, Afgan Cihadı’nın sona erdiği 1988 yılı ile tarihlenmektedir. Teşkilatın kuruluş tarihinde mutlaka ismi zikredilen Dr. Abdullah Azzam (1941-1989) Afganistan’a gelmiş gönüllü mücahitlere kalacak yer, maddi yardım ve silahlı eğitim sağlamaktaydı. Azzam, “cihat kervanına sen de katıl” çağrısı altında Arapları sıcak savaşla tanıştıran kişi olarak tanınmaktadır.
Cihadın başından itibaren Afganistan’da bulunan Suudi Arabistanlı genç iş adamı Usame bin Ladin, Dr. Azzam’ın vefatının ardından çoğunluğu Arap asıllı olan yabancı mücahitlerin sorumluluğunu üstlenen kişi olmuştur. SSCB’nin çekilmesiyle birlikte bu gönüllerin bir kısmı ülkelerine dönmüş, diğer bir kısmı Bosna, Çeçenistan, Kosova gibi yeni mücadele alanlarına geçmiştir. Önemli sayıda bir kesim ise Afganistan’da kalmıştır. Afgan Araplar diye anılacak olan bu topluluğun önemli bir bölümü Usame bin Ladin liderliğindeki el-Kaide yapılanmasının zeminini teşkil etmiştir. Cihattan sonraki iç savaş sırasında Afganistan’dan çıkma yolları arayan El-Kaide’nin bu girişimi başarılı olmamış, iç savaşı bitirmek gayesiyle ortaya çıkarak ülkenin büyük bir bölümünü 1994 yılında kontrolüne alan Taliban’la ittifak halinde hareket etmek suretiyle söz konusu fetret dönemi aşılmaya çalışılmıştır.
Taliban’ın 1996’da kurduğu Afganistan İslam Emirliği’nde güçlü bir korunak bulan el-Kaide, bundan sonra Mısır kaynaklı dışlayıcı ideolojinin de etkisiyle “küresel cihat” fikrine yönelecektir. Usame bin Ladin’in 1998 tarihli meşhur fetvasını göre, küresel cihadın asıl hedefi ABD, İsrail ve müttefikleri olmasına rağmen, İslam şeriatın tatbik etmeyen ve özellikle Birinci Körfez Savaşı’nda (1990-91) Batılı güçlerle işbirliğine giren ülkeler de cihat kapsamının hedefi olacaktır. 11 Eylül’den sonra ABD’nin Afganistan’ı işgali ve Taliban yönetiminin yıkılmasıyla beraber büyük darbe yiyen el-Kaide güçleri, Afganistan dışına çıkmak zorunda kalmıştır. Lider kadrosunun önemli bir kısmı çatışmalarda hayatını kaybetmiştir. Halen İslam dünyasının değişik yerlerinde kendisini örgüte nisbet eden, örgütün ideolojisini ve savaş yöntemini benimseyen büyüklü küçüklü örgütlenmelere rehberlik etmeyi sürdürmektedir.
Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD)

IŞİD’in kurucu lideri sayılan Ürdün vatandaşı Ebu Mus’ab Zerkabî’nin (1966-2004) bir el-Kaide komutanı olarak bulunduğu Afganistan’dan, 2003’teki ABD işgaline karşı direnişi örgütlemek için kadrosuyla beraber Irak’a intikal etmesi IŞİD teşkilatının başlangıcı kabul edilir. Irak el-Kâidesi adı altında özellikle Şiilere ve kendisiyle hareket etmeyen diğer Sünni direniş örgütlerine ve aşiretlere karşı kullandığı şiddet ve onların camii ve türbelerine düzenlediği saldırılar, bu tavrın doğru bir strateji olmadığını düşünen el-Kaide lideri Zevâhiri tarafından eleştirildi.
Yaşanan sorunlar, 2006 yılında öldürülmesinin hemen öncesinde Zerkabî’nin Irak İslam Devleti’ni kurduğunu ilan etmesiyle daha karmaşık hale gelmiştir. “Tam anlamıyla başarı elde etmeden önce bir devlet oluşturma konusu her ne kadar iyi bir yansıma olarak gözükse de, aslında bu, direnişin kırılması anlamına gelmektedir” mesajı veren Usame bin Ladin, sanki yaşanacak gelişmeleri ilk başında görür gibidir.
Suriye’de Esed rejimine karşı 2011’de başlatılan isyan nedeniyle Irak İslam Devleti bünyesindeki Suriyelilerin kendi ülkelerine geçerek Nusret Cephesi’ni kurmaları, konumuz açısından diğer önemli bir aşamadır. Irak İslam Devleti’nin komuta ve milliyet gücünün bir kısmını Suriye’ye kaydırması, önemli hacimde bir silahlı güce ulaşması ve ismini Suriye’yi de kapsayacak biçimde Irak Şam İslam Devleti’ne çevirmesi, Nusret cephesi ile IŞİD arasında ciddi bir ihtilafın çıkmasına yol açtı.
el-Kaide merkezinin halen kendisine bağlı bu iki yapıyı birisini Irak diğerini de Suriye sınırları içinde savaşmaya ve birbirine yardımcı olarak iki ayrı liderlik altında mücadeleyi sürdürmeye çağırması IŞİD (Irak) tarafından kabul edilmedi. 1. Dünya Savaşı’nın akabinde emperyalist güçlerin çizmiş oldukları sınırlara mahkûm olmadıklarını açıklayan IŞİD lideri Ebubekir el-Bağdağdi (1971-2019), böylece el-Kaide’den bağımsızlığını ilan etmiş oluyordu.
IŞİD’in,Esed kuvvetleriyle çarpışmak yerine Nusret Cephesi olmak üzere diğer muhalefet güçlerinin ellerindeki kurtarılmış sahaları devralarak hâkimiyet alanını genişletmesi dikkate değer bir stratejinin ürünüydü. Diğer İslamcı örgütler bu süreçte IŞİD’den büyük zarar gördüler. Hem Irak’ta hem de Suriye’de el-Kâideciler de dahil rakip İslamcı kuvvetlerin önemli isimlerini kaçırdı ve katletti.
IŞİD 29 Haziran 2014’te ismini İslam Devleti olarak değiştirdiğini ve bunun küresel anlamda İslam hilafetinin yeniden tesisi anlamına geldiğini dünyaya duyurdu. IŞİD’in lideri Bağdadi 2014 Ramazan’ının ilk cumasında Musul Ulu Camiinde“ Müslümanların halifesi” sıfatıyla okuduğu hutbesinde bu durumu bir kez daha ilan etti. Dünyadaki tüm İslami cemaat, grup, cihat teşkilatı ve hayır kuruluşlarının derhal hilafete biatlerini sunmalarını istedi.
Suudilik ve Cihadilik Arasında Yeni Bir Duruş Olarak Siyasi Selefilik
Şimdiye kadar izlenilmiş metodun yanlışlığı hususundaki özeleştiri ve itiraflar, Arap Baharı sürecinde gözlemlenen değişik selefi tavırlar, bu süreçte bilhassa Mısır’da bir kesim Selefiyye’nin siyasi parti şeklinde örgütlenmesi ve serbest seçimlerde ciddi oy desteği elde etmesi türünden gelişmeler, “cihadın” yasal ortamlarda sivil siyasetin çeşitli vasıtalarıyla mı yoksa illegal ya da milliyetçi yöntemlerle mi yürütüleceği hususunda ilkesel bir ayrışmanın Cihadı Selefiyye bünyesine artık çok bariz hale geldiğini bize gösterdi.
Siyasal Selefiliği, Suudi ve Cihadi eğilimlerden bağımsız olarak ele almak sağlıklı bir değerlendirme olmayacaktır. Zira her iki eğilim de kendi içerisinden kendi siyasalını üretmiştir.
Sahve Kökenli Siyasallaşma
Yazı ve konuşmalarıyla selefileri ilk defa yüreklendiren şahıs Mısır asıllı Selefi şeyh Abdurrahman Abdülhâlık’tır. Suudi çevrelerce şiddetli eleştirilmiş, bidatçi olmakla suçlanmıştır.
Cihadi Kökenli Siyasallaşma
Muasır Selefiyye içindeki ikinci politik çizgi, geçmişte tedhişçi cihadi faaliyetler yürüten fakat 2000’li yılların başından itibaren geçirdiği ideolojik değişimlerle ılımlı bir noktaya gelen çevreler tarafından temsil edilmektedir.
Partileşmeden önceki ilk aşama terör yöntemlerinin bırakılması ve terörün dini-siyasi gerekçelerle kullanımının kınanmasıdır. Bir sonraki aşama 2011 Ocak devriminin hemen sonrasına adı geçen teşkilatların hızla partileşmeye giderek seçimlere katılmalarıdır.
Suudi Kökenli Siyasallaşma
Üçüncü ve asıl önemli siyasallaşma hareketi, Mısır’da Suudi Selefi fikriyata yakın İskenderiye merkezli Selefi Davet cemaati bünyesinde çıkmış ve Mısır siyasetinde önemli bir aktör haline gelmiştir. Geleneksel prensipleri uyarınca Ocak Devriminin ilk başında protesto hareketlerinden özenle uzak duran Selefi Davet ve özellikle Kahire’deki ona yakın çevreler ani bir kararla sokaklara inerek devrimciler arasında yerlerini almışlardır.
Devrim başarıya ulaştıktan sonra bu cemaat tarafından en-Nûr Partisi kuruldu ve ilk genel seçimlerde yüzde yirmi dörtlük ciddi bir oy oranı elde etti. Arap baharı sürecinde Mısır’daki gelişmelere benze şekilde Yemen’de, Tunus’ta ve Libya’da selefi partiler ortaya çıktı. Bunlar kendi ülkelerinde bir hayli güçlü olan İhvan-ı Müslimin çizgisindeki siyasi oluşumların dini-politik sahada alternatifleri ve rakipleri olarak boy göstermektedir.
Mısır ve Pakistan’daki Diğer Büyük Selefi Organizasyonlar
Mısır’daki Ensârü’s-Sünneti’l-Muhammediyye cemaati de 2011 Ocak devrimi sırasında sokak gösterilerinde yer alarak ve bunun sonrasında demokratik seçimlere katılarak malum Selefi tavrı esnetmiş ve Mısır selefiliğinin siyasileşmesinde dar çerçevede de olsa katkı sağlamıştır.
Selefiyyeler Ayrışmasının Belirgin Sonuçları
2011 başından itibaren yaşanan Arap devrimleri süreci, Selefiyye adına tarihi bir dönüşüme tanıklık etmiştir. Demokratik siyasi hak arama vasıtalarının kullanmayı meşru kabul etmeyen Suudi çizgideki Selefi yapılar bile devrim süreçlerinde aktif rol oynamışlar, diğer İslamcı gruplarla birlikte sokak gösterilerine bizzat katılmışlardır. Bir sonraki adımda ise bir süreliğine diktatoryal yönetimlerden kurtularak demokratik sisteme geçen Mısır, Tunus, Libya, Yemen gibi ülkelerde aynı Selefi gruplar kendi siyasi partilerin kurmuşlar ve serbest seçimlere katılmışlardır.
Medrese Gelenekçiliği
Medrese geleneğine yaklaşan oluşumların en tipik örneği Hint alt kıtasının Diyobendiyye Cemaatidir. Köklü bir organizasyon oluşu ve örgütlülüğü nedeniyle bu cemaat İslam alemindeki medrese oluşumlarının ideal bir modeli haline gelmiştir
Diyobendiyye

1857’deki Sipahi Ayaklanmasıyla İngiliz sömürge yönetimine başkaldıran ancak ağır ve maliyetli bir mağlubiyetle karşı karşıya kalan Müslüman toplumun yeniden ayağa kalkması âlimlere göre ancak geniş çaplı bir eğitim seferberliği ile mümkündü. Diyobend’deki adı geçen eğitim kurumu etrafında oluşan bu hizmet hareketi, kısa sürede örnek alınan bir cemaati doğurmuştur.
Hint alt kıtasının diğer köklü cemaatlerinin benzer şekilde, Diyobendiyye’nin düşünce kökenlerine inildiğinde meşhur ıslahatçı alim Şah Veliyyullah Dihlevi’nin (ö.1176/1762) belirgin izleri göze çarpar. Şah Veliyyullah, bir yandan sahih akaid ve fıkıh kontrolünde aşırılıklardan uzak bir tasavvuf anlayışını savunan ve diğer yandan da hadis-i şerifler temelinde ama mezhep birikimine sahip bir fıkıh sistemine dayanan Diyobendiyye cemaatinin esinlendiği en önemli kaynak olmuştur.
Hanefi mezhebine sıkı sıkıya bağlı olan bu cemaat, bu karakterini medrese müfredatına yoğun olarak yansıtmıştır. Hadis disiplini bu programda en önemli ve itibarlı alan haline getirilmiş, hadis dersi müfredatı ise Kütüb-i Sitte’yi de içine alacak şekilde genişletilmiştir. Şeyhu’l-hadis unvanın taşıyan hadis müderrisi, medresenin en üst düzeydeki öğretim görevlisi sayılmaktadır. Hadisten sonra gelen uzmanlık alanı ise fıkıhtır. Selefi eğitim müesseselerinde tamamıyla hadisler üzerinden işlenen fıkıh, Diyobendiyye medreselerinde Hanefi mezhebi esas alınarak işlenir. Diyobendiyye, en başından itibaren mezhep taklidini esas alan fıkıh anlayışıyla Hint İslam dünyasında Ehl-i Hadis cemaatinden ve Ehl-i Kur’an gibi modernist hareketlerden farklı bir kulvarda kendini geliştirmiştir.
Diyobendiyye medreselerinde kelam düşüncesinde Eşariyye mezhebinin ön plana çıktığı görülmektedir. Bu tercih Selçuklular dönemindeki nizamiye medresesine kadar geriye giden medrese geleneğinin kökleriyle alakalı bir durumdur ve geleneksel ders müfredatının bel kemiğini oluşturan Gazali (ö.505/1111), Seyyid Şerif Cürcani (ö.816/1413) ve Taftazani (ö.792/1390) gibi Eş’ariyye âlimlerinin ders kitaplarının ürettiği bir sonuçtur.
Sülûkta genellikle Nakşibendi yolunun tercih edildiği Diyobend medreselerinde hocalarla talebeler arasında aynı zamanda mürşid-mürid ilişkisi söz konusudur. Bu açıdan alim aynı zamanda şeyh makamındadır. Mürşidin asıl görevi müridlerinin manevi gelişimini sağlamaktır, yoksa Allah ile kul arasında aracılık (tevellüs) değildir. Diyobendilik manevi yolda ilerleyen Müslüman için en ideal örneğin Hz. Peygamber (as) olduğu gerçeğinden hareketle onun sireti ve sünnetinin rehberliğini öne çıkarmış, tarikat gelenekçiliğinde görülen şeyhe odaklı taklit anlayışını göz ardı etmiştir. Diyobend medreseleri İslam alemindeki diğer benzeri oluşumlar gibi kurumun ihtiyaçlarını vakıflar yoluyla halkın bağışlarından karşılamaktadır.
Bugün Pakistan, Hindistan, Bangladeş ve Afganistan’da Diyobend medreselerinin sayısının on binlere ulaştığı tahmin edilmektedir. Diyobendiyye cemaati siyasal faaliyetlerden geri kalmamıştır. Osmanlı hilafetinin tanımış, Osmanlı Devleti’nin ayakta kalma davasını her alanda savunmuştur. Bağımsızlık hareketi sırasında Gandi (1869-1948) ve Mehdi’nin desteklediği “birleşik Hindistan” idealine sadık kalan cemiyet, Pakistan’ın ayrı bir devlet olarak kuruluşuna muhalefet etmiştir.
Pakistan’ın ayırılmasından sonra bu ülkede kalan Diyobendi ulema, 1945 yılında İslam Ulema Cemiyeti’ni kurmuştur. Günümüzde Pakistan siyasetinde çok aktif olan bu hareket, bazı iç ihtilaflardan dolayı farklı kollar halinde faaliyet göstermektedir. Bunların en büyükleri olan Mevlâna Fazlurrahman’ın gurubu ile Mevlâna Semiu’l-hakk’ın gurubu Diyobendiyye kökenli olmakla birlikte zaman içinde bağımsız hale gelmiş fakat medrese geleneğini büyük ölçüde devam ettiren diğer önemli hareket ve teşkilatlara burada ayrıca değinmemiz gerekir.
Meclis-i Tahaffuz-i Hatm-i Nübüvvet
Son Peygamber İnancını Koruma Meclisi. Hareketin ismine de yansıyan asıl ana hedef ise, Hz. Muhammed’in son peygamber oluşu inancını muğlak hale getirerek Mirza Gulam Ahmet’in (1835-1908) mehdi, mesih ve nebiliğini iddia eden Ahmediyye (Kâdıyâniyye) mezhebine karşı mücadele yürütmektir.
Sipâh-i Sahâbe (Sahabe Muhafızları)
1985 yılında bir gurup Diyobendi molla tarafından Pakistan’da kurulan Sipâh-i Sahâbe[143], İran İslam Devleti’nin[144] akabinde Hint-İslam dünyasında yaygınlığı ve gücü gittikçe artan Şii faaliyetlere tepki olarak doğdu. Şiilerin başta ilk üç halife ile Hz. Aişe ve Muaviye olmak üzere birçok sahabiye itikadi zemindeki karşılıkları, Sipâh-i Sahâbe isminin arkasındaki belirleyici motiftir.
Teşkilatın ana hedefi Pakistan’ın bir Sünni devlet olarak anayasal statüye kavuşmasıdır. Şiilerin gayrimüslim olarak tanıyan Sipâh-i Sahâbe, kültürel ve siyasi faaliyetlerini tümüyle Şia mezhebi karşıtlığına odaklanmıştır.
Taliban Hareketi

Talebe, öğrenci anlamındaki talib kelimesinin çoğulu olan tâlibân, Afganistan ve Pakistan’daki geleneksel Diyobendiyye medreselerinde kendilerine molla ya da Mevlevi diyen hocalar nezaretinde ilimler okuyan öğrencilere verilen bir isimdir. Molla ve talebelerden oluşan medrese, Afganistan’da 1839-42 ve 1878-80 yılları arasındaki İngilizlere karşı yürütülen istikbal mücadelesinde önemli roller oynamıştır. 1979 Sovyet işgaline karşı başlatılan cihat sürecinde de aynı rol tekrarlanmış, hocası ve talebesiyle medreseliler çeşitli mücahid organizasyonların bünyesinde büyük yararlılık göstermişlerdir.
Tipik bir Taliban, Kemiz denilen bölgeye özgü bir gömlek ile şalvar giyer; başına siyah sarık, ayağında sandalet vardır; genellikle askeri bir rütbesi bulunmaz. İşgalci Sovyet kuvvetlerini 1988’ de geri çekilmeye mecbur bırakan Afgan mücahid teşkilatları, artık hür olan Afganistan’ın yönetimini ele geçirmek için kendi aralarında savaşa giriştiler. Tarafların birbirine üstünlük sağlayamaması ve daha başka harici sebepler sonucunda ülke, işgal yıllarından çok daha kötü durumlara düştü.
Taliban’ın çıkışı hakkında çok sayıda destansı rivayet dolaşmaktadır. Bunlar arasında en muteber rivayete göre 1994 baharında Kandehar yakınlarındaki bir kasabadan iki genç kızın bir komutan tarafından kaçırılmasının akabinde mağdurların şikâyeti üzerine oradaki küçük bir Diyobend medresesinin hocası olan molla Muhammed Ömer’in (1960-1913) otuz kadar talebesiyle harekete geçmesi, Taliban’ın doğuşunu sağlayan olay olmuştur.
Taliban’a yüklü silah yardımında bulunan Pakistan’ın yanı sıra, ilk başlarda ABD’nin de, İran’ın Afganistan üzerine gittikçe artan gücünü Şia muhalifi Taliban üzerinden dengelemek ve Orta Asya’dan Hint Okyanusuna petrolün aktarılmasında İran alternatifini hükümsüz bırakacak güvenli bir Afganistan-Pakistan hattını ivedilikle gerçekleştirmek amacıyla Taliban’ın arkasında durduğunu burada belirtmek gerekir. İlk başta ülkeye barış, emniyet ve huzur getirmek için yola çıkan Taliban hareketinin, söz konusu dış ilişkilerin de zorlamasıyla kısa sürede siyasi bir harekete dönüştüğü görülmektedir. Taliban, 1996 yılında, Afganistan İslam Emirliği adını verdiği bir devlet kurduğunu ilan etti.
Taliban lideri Molla Ömer, komünistlere karşı savaşmış, dört kez yaralanmış ve gözlerinden birini kaybetmiştir. Aslında medrese öğretiminin üst seviyelerinden mezun olmak suretiyle molla unvanını tam manasıyla hak edecek ilmi seviyeye henüz ulaşamamıştır. Ancak küçük bir taşra Medresesindeki talebeleriyle birlikte gittikleri bu macera onu Müminlerin Emiri unvanıyla yeni devletin en tepesine çıkarmıştı. Molla Ömer Emiru’l-Mü’minin seçilmesi vesilesiyle yüzlerce din adamının onun da Hz. Muhammed’e ait olduğu söylenen ve Afganistan’a 259 yıl önce getirilerek gümüş bir sandık içinde muhafaza edilen hırkayı giyerek, makamının manevi gücünü tescillenmiş oldu.
Taliban, Afgan halkının yüzde 90’ı gibi Hanefi mezhebindendir ve birçoğu Kâdiriyye veya Nakşibendiyye tarikatlarına müntesiptir. Okudukları medreseler Diyobendiyye kökenli eğitim kurumlarıdır. Geleneksel Hanefi fıkıh formülasyonuna sıkı sıkıya bağlı olan bu yapı, modern sorunların çözümünde bile katı kurallar içinde ve literal tarzda bu eski mezhepsel formülasyonları esas almakta, yeni metotları ve bunların neticesinde doğan yorumları bid’atyada dalalet olarak değerlendirmektedir. Taliban’ın zihinde Hanefiliğin Diyobendiyye yorumu, kendine özgü ve yer yer daha katı bir forma evrilmiştir.
Kız okullarını kapatan Taliban, şehirdeki 70 bin civarındaki kız öğrenciyi okulsuz bıraktı. Kadınların çalışmasını yasakladı. Özellikle başkentte değişik işlerde çalışarak ailelerinin geçimlerini sağlayan ve savaşta kocalarını kaybetmiş olan 25 bin kadar dul kadın bu yasak nedeniyle büyük mağduriyetler yaşadı. Hastanelerde çalışan kadın doktor ve hemşirelerin de işlerini bırakması nedeniyle sağlık hizmetleri ciddi şekilde aksadı. Yanlarında mahremleri olmaksızın sokağa çıkmaları yasaklanan kadınlara, ayrıca yüzlerini bütünüyle örten burka adlı bölgeye mahsus bir çarşaf türünü giyme mecburiyeti getirildi.
Erkeklere ise sakallarını kesmeleri veya kısaltmaları, saçlarını uzatmaları yasaklandı. Devlet memuruna sarık sarma mecburiyeti getirildi. Tüm sinemalar kapatıldı. Radyo Şeriat adını alan eski Kabil Radyosu’nda müzik yayınları durduruldu. Televizyona, video kasetlerine yasak geldi. Yasağın işlevsel olması için evlerin tepelerindeki televizyon ve uydu antenleri toplatıldı. İçerisinde TV izlendiği tespit edilen evleri elektriği kolluk kuvvetleri tarafından kesildi. Vitrindeki mankenler, mağaza ve dükkân camlarındaki reklam amaçlı fotoğraf ve posterler kaldırıldı. Eski Kur’an sayfalarından geriye dönüşle kazanılmış kağıtlardan elde edilmiş şüphesiyle tuvalet kâğıdı ve kâğıttan mamul çanta türü eşyanın satışı durduruldu.
Taliban’la birlikte anılan diğer bir konu uyuşturucu üretimi ve trafiği sorunudur. Dünya haşhaş üretiminin yüzde 80’i Afganistan’da yapılmaktadır. Taliban bu üretimin dinen meşru olmadığını kabul etmekle beraber, şiddetli fakirliğin yaşandığı ülkede nüfusun önemli bir kesimini ekonomik olarak ayakta tutan haşhaş ekimi ve bunun trafiğini tam olarak engellemek de istememiştir. Bu bitkinin ekiminin caiz, ondan uyuşturucu yapımının ve kullanımının ise haram olduğunu, kendilerinin haşhaşı ektiğini, uyuşturucu üretimi ve kullanımında ise gayrimüslimlerin devreye girdiği mazeretine sığınan Taliban, gerçekte bu işten büyük gelir elde etmektedir.
Taliban ve Selefiler
Taliban’ın kendine mahsus zihin dünyasında Şiilerin ve İslamcıların saygıdeğer bir yeri bulunmamaktadır. el-Kâide’nin hiç beklenmedik bir şekilde Taliban’ın himayesine girmesi Batılı güçleri oldukça şaşırttı. Bin Ladin’in 1996’da ABD’ye, 1998’de Yahudi ve Hristiyanlara karşı cihat ilan ettiğini açıkladığı fetvaları ve bunun arkasından düzenlenen Afrika’daki terör saldırıları akabinde ABD, Taliban’dan Bin Ladin ve arkadaşlarını teslim etmesini istedi. Taliban bu talebi karşılıksız bıraktı. Bin Ladin bu tarihten, öldürüldüğü 21 Mayıs 2011 gününe kadar Taliban’ın yardımıyla Afganistan ve Pakistan da gizlenerek örgütünü idare etmiştir.
Pakistan Talibanı
11 Eylül saldırılarından sorumlu tutulan el-Kaide’ye ona koruma sağlayan Taliban’a karşı ABD ve müttefiklerince başlatılan askeri harekatla bölge yeni bir döneme girdi. Sadece Pakistan, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin resmen tanıdığı Taliban devleti yıkıldı. Hâkim olduğu şehirlerden tamamen çekilen Taliban, halk desteği bulduğu kırsallarda varlığını devam ettirdi.
Cemaat-i Tebliğ

Tebliğ Cemaati kökleri Diyobendiyye’ye dayanan ve bugün küresel çapta faaliyetleri olan büyük bir cemaattir. Cemaatin kurucusu sayılan Diyobend Darulûmu mezunu Mevlâna Muhammed İlyas Kandehlevi’dir (1885-1944).
Cemaat tebliğ edilecek esasları altı prensip altında toplamıştır:
1-Kelime-i tevhid
2-Namaz
3-İlim ve zikir
4-İkram ve ihtiram-ı müslimin
5-İhlas-ı niyet ve samimiyet
6-Tefrîğ-i vakti (tebliğ için vakit ayırmak)
Tebliğ genellikle camilerde öğlen ve akşam namazlarının hemen akabinde cami cemaatine yapılır. 15-20 dakikalık sohbetlerle yapılır. Altı prensipten biri etrafında konuşma şekillenir. Kur’an ayetleri ile Hz. Peygamber ve ashabın söz ve davranışlarıyla örneklendirilen ve nasihatvâri tavsiye ve telkinleri içeren bu konuşmaların hemen akabinde hazır olan cemaate kendileriyle birlikte tebliğ faaliyetine katılma çağrısı yapılır.
Tebliğ mahiyetindeki ve grup içi okumalarda esas alınan kaynaklar Muhammed Yusuf Kandehlevi’nin Hayatu’s-Sahabe’si ile Muhammed Zekeriyya Kandehlevi’nin (1898-1982) Fezail-i A’mal adlı kitaplarıdır. Yine meşhur hadis derlemesi Riyâzü’s-Sâlihin başvurulan eserler arasındadır. Cemaati tebliği medrese kökenli diğer gelenekçi oluşumlardan ayıran temel nokta, cemaatin belli bir mezhep yönetiminin olmamasıdır.
Dünyanın dört bir yanından faaliyet gösteren bir cemaatin belli bir fıkıh mezhebinin takipçisi olmaması doğal ve makul bir tutum olarak görülmelidir; herkes kendi mezhebini izlemekte serbesttir.
Şii Medrese Geleneği ve İran İslam Cumhuriyeti
Bugünkü İran İslam Cumhuriyeti, Şii medresenin önderlik ettiği 1979 İslam devrimi ile kurulmuş bir devlettir. Devrimin lideri Ayetullah Humeynî (1902-1989) aslında bir medrese müderrisidir ve kendisi gibi düşünen mollalarla birlikte 1969’lardan itibaren devrim sürecini yönetmişledir.
Dini ve mezhebi geleneğin modern ve rasyonel yorumu ve otoritelerle bulandırılmaması hususunda medresenin gayet muhafazakâr olduğu bilinmektedir. Örneğin bilhassa üniversite gençliğindeki İslamcı ve devrimci bilinçlenmeye kitap ve konferanslarıyla çok önemli katkı sağlayan Şii fikir adamı Ali Şeriati’nin (1933-1977) modernist izahları medresenin tepkisiyle karşılaşmış ve bastırılmaya çalışılmıştır. Seyyid Hüseyin Nasr (1933), Abdülkerim Suruş (1945), Muhammed Müçtehit Şebüsteri gibi aydınlar da medrese gelenekçiliğinin asla onaylamayacağı modernist düşünceleri nedeniyle dışlanmışlardır.
Tarikat Gelenekçiliği

Tasavvuf ve tarikatlar, İslamiyet’in en kuvvetli geleneklerinden birisini teşkil etmektedirler. Medrese geleneğinde nasıl âlimler-hocalar silsilesi varsa tarikatlarda da geriye doğru Hz. Peygamber’e kadar ulaşan şeyhler-mürşitler silsilesi bulunmaktadır.
Tarikat geleneğine yaslanan oluşumlara, Hint alt kıtasının en büyük teşkilatlarında biri olan Barelviyye özgün bir örnek olabilir. Barelviyye cemaati hem Ehl-i Hadis’in hem de Diyobendiyye’nin bölgedeki alternatifi ve rakibi durumundadır.
Barelviyye
Cemaatin kurucusu Ahmet Rıza Han Barelvi (1856-1921) bir mürşid olmaktan çok bir alim olarak tebarüz etmiştir. Tıpkı Diyobendiyye’de olduğu gibi Barelviyye’de de medrese-tarikat birlikteliği mevcuttur. Farklılık şu ki Diyobendiyye’de medrese geleneği baskı iken Barelviyye’de tarikat geleneği baskındır.
Allah’a yakınlaşmanın aracısız mümkün olmayacağı kanaatindeki Barelviyye’ye göre Hz. Muhammed (as) ile yapılan tevessül Allah yolunda şüphesiz önemli bir adımdır. Fakat yeterli değildir. Zira Hz. Peygamber’e yakınlaşmak için de onun vekilleri olan pirlere ve şeyhlere müracaat etmek gerekmektedir. Bu nedenle bir mürşide intisap vaciptir.
Mürşidin ölümünden sonra da devam eden manevi irşattan nasiplenmek ve bereketi celb etmek için gerekli bağlantı kabir üzerinden kurulur. Dolayısıyla mezarlar, yatırlar ve türbeler hem dini hem de dünyevi kazanımlar açısından çok önemli mekanlardır.
Diyobendiyye’nin sömürgecilik karşıtı siyasi duruşunun Barelviyye tarafından gösterilmediği görülmektedir. Müslüman Hint aydınlarının önemli bir kısmının desteklediği Osmanlı hilafetinin ayakta kalama mücadelesine yine Barelviyye ilgisiz kalmıştır. Ahmet Rızaya göre “hilafetin Kureyş’ten olması” rivayeti gereğince haddi zatında Osmanlı sultanları zaten halife sıfatına haiz olamazlar. Barelviyye’nin sömürgecilik ve hilafet karşısındaki tavırları İngilizleri hoşnut eden bir çerçevede neticelenmiştir.
Türkiye’de Halidiyye Nakşiliği
Günümüz Türkiye’si faal tarikatlarının çoğu Nakşibendiyye kökenlidir. Nakşiliğin Anadolu’da güç kazanması, bu tarikatın Halidiyye kolunun Osmanlı topraklarında teşkilatlanmasıyla başlar. Halidiyye’nin kurucusu Mevlâna Halid el-Bağdadi’dir (1779-1827). Halidiyye Nakşiliği’nin kendine özgü karakterlerinde belli başlı motifler şöyledir:
Şeriata Riayet
Tasavvuf düşüncesinin batınî tonu, bu tarikata görece hayli zayıftır. Mevlâna Halid’invahdet-i vücudun zirve eserlerinde Muhyiddinİbnü’l Arabi’ye (ö.638/1240) ait Fütûhat ve Fusûs gibi kitapları okumayı dervişlerin yasakladığı bilinmektedir. Bunun yerine zahiri ilimlere önem verilmiştir. Tefsir-Hadis geleneğine, Hanefi ve Şafii fıkhına bağlılık bu tarikatın medrese ile içliliğini sağlamıştır.
1826’ da yeniçerilerin lağvedilmesinin sonuçlarından birisi bu askeri ocağın bağlı olduğu tarikat olan Bektaşiliğin yasaklanmasıdır. Bektaşi tekkelerinin kapatılmasıyla eş zamanlı olarak Anadolu’ya gelmeye başlayan Halidi halifeleri, Bektaşiliğin bıraktığı boşluğu doldurdu. Şeriata uygun bir dini düşünceyi ve davranış biçimini devlet adamlarına telkin etme gayreti, Halidiliğe İmam Rabbani’den tevarüs eden bir hususiyettir.
Hadis, Zikir ve Sohbet
Halidiyye tarikatı cehri zikre karşıdır. Bu nedenle coşkusal ayinsel gösteriler ve müzik eşliğinde semâ hoş görülmemektedir.
Osmanlıya Sadakat
Halidiyye Osmanlıyı İslam’ın muhafızı olan bir hilafet devleti olarak görmüştür. Kurtuluş Savaşı’nda da aynı tavır sergilenerek devletin ve hilafetin yaşaması için Ankara yönetimine destek verilmiştir.
Şia Karşıtlığı
Osmanlı-İran mücadelesinde arada kalmış bir coğrafya olan Kuzey Irak’ta gelişen Halidilik, bu gergin siyasi ortamda desteğini Osmanlı’dan esirgememiştir.
Türkiye’de Nakşi tarikatların çoğu Halidi bir silsileye sahiptir. Doğrudan İmam Rabbani’ye dayanan ve Mevlâna Halid’den daha erken dönemlerde Osmanlı topraklarına ulaşmış olan Müceddidi silsile yaygın olamamakla birlikte, Türkiye’den büyük ıslahatçı dini hareketlerden biri olan Süleymancılık cemaati, kurucusu olan Süleyman Hilmi Efendi (1888-1959) kanalıyla cemaatin “altın silsile” adı verdiği müceddidekadar bir silsileye sahiptir.
Diğer bir büyük ıslahatçı hareket olan Nurculuğun kurucusu Bediüzzaman Said Nursi (1878-1960) ise Norşin Medresesinin talebesidir. Bilindiği gibi Norşin Medreseleleri aynı zamanda Halidiyye şeyhlerinin himayesinde faaliyet gösteren kurumlardır.
İstanbul’un üç büyük dergâhı dışında Türkiye çapında oldukça yaygın ve etkin bir diğer Tasavvufi oluşum Adıyaman Menzil tarikatıdır.
Türkiye’deki sufiyye tabanlı yapılar, benzerlerinin Pakistan da yaptığı gibi bizzat siyasi parti olarak örgütlenmemekle beraber, çeşitli siyasi hareketlere açık veya kapalı destek vererek toplumsal katmanlarda ve devlet nezdinde etkin ve görünür olmaya çalışmaktadırlar. Buna karşılık, oy çekebilecekleri bu yapılarla özellikle sağ partilerin sürekli dirsek temasında oldukları bilinen bir gerçektir.
Bu makaleyi okuyanlar için tavsiye yazılar:
“Islahatçılık“
“Siyasal İslam Yükselişi ve Düşüşü: İslamcılık ve İslamofobi Konusunda Bir Değerlendirme“
“Gelenekçilik ve İslam Düşüncesinde Gelenek“
Kaynaklar
TDV İslam Ansiklopedisi, İslamcılık Maddesi.
TDV İslam Ansiklopedisi, Batılılaşma Maddesi.
Çağdaş İslam Akımları, Mehmet Ali Büyükkara, Klasik Yayınları, İstanbul, 2016.
Ana Hatlarıyla İslam Mezhepleri Tarihi, Mustafa Öz, Ensar Yayınları, İstanbul, 2013.
Çağdaş Fikir Akımları, Muhammed Kutup, Beka Yayınları, İstanbul, 2013.