İnsan Üzerine Felsefenin Başlangıcı
İçindekiler
İnsan Üzerine Felsefenin Başlangıcı
Bu dönemde felsefenin merkezine insan geçer. Artık filozoflar dikkatlerini daha ziyade etik ve siyaset felsefesine çevirirken, felsefeye tam bir hümanizm hâkim olur. Peki doğa felsefesinden insan felsefesine geçişin sebepleri neydi?
Doğa felsefesi iflas etti. Söylenebilecek her şey söylendi. Filozoflar bile kendi görüşlerinin aksine şeyler söylemeye, kendileriyle çelişmeye başladılar. Kısacası üzerinde konuşulacak konu, üretilecek teori ve serdedilecek fikir kalmamıştı. 5. yüzyılın ortalarından itibaren Yunan demokrasisinin yapı değiştirmesiyle birlikte, aristokratlar iktidardaki ağırlıklarını yitirdiler. Yeni yükselen ticaret erbabı sınıf, iktidardaki meşruiyetlerini temin edecek yeni bir bakış açısı ya da felsefeye ve bunu aktaracak bir felsefeci zümresine ihtiyaç duydu. İşte bu ihtiyacın bir sonucu olarak sofistler sahneyi devralmaya başladılar. Siyasi iktidarın yeni sahiplerinin sözcülüğüne soyunan bu gezgin felsefe öğretmenleri, onlara ihtiyaç duydukları politik bilgi ve stratejileri öğrettiler.

Sofistler
En önemli ve en ünlü temsilcileri Protagoras, Gorgias ve Hippias’tır. Bunların oluşturduğu bir okul yoktu. Sofistler, ihtiyaca binaen doğmuş, para karşılığında ders veren gezgin öğretmenler olmuşlardır. İnsanlara yönetim sanatı olan siyaseti öğretmeye ve insanları iyi yurttaşlar olarak yetiştirmeye çalıştılar. Ortaya koydukları eğitim, eşitlikçi bir akıl anlayışı üzerinde farklı bakış ve çıkarlara sahip insanları bir araya getirecek değerleri aktarma çabasına dayanıyordu.
Sofistliğin en önemli boyutu, onların eğitimcilikleridir. Bunun yanında da erdemin öğretilebilir olduğuna duydukları inançlarıdır. Yönetimin belli bir soydan gelenlerin elinde bulunduğu bir zamanda siyaseti öğretmek, onlara bazı beceriler kazandırmak, belli bir eğitimden geçirmek Atina için çok da fazlaydı bile.
İyi yurttaş olma ve yönetme sanatı Yunanlıların atalarından alıp çocuklarına aktardıkları değerler olduğu için onları öğretmek karşılığında para almaları, sofistlerin eleştirilmelerine neden olmuştur.
Pythagorasçı geleneğin felsefe anlayışına göre bilgelik, birbirini sevenler ve dostlar arasında paylaşılacak bir şeydir. Bu bilgelik ki, insanı arındırır. Oysa Sofistler para alarak kendilerini özgürlükten mahrum bırakıyorlar. Onlar diledikleri zaman diledikleri yerde geçip gönüllerince felsefe yapıp konuşmak yerine parasını verenle konuşmak zorunda kalıyorlar.
Sofistler, tanrıların gerçek bir varoluşa sahip olmadıklarını, onların birer insan yaratımı olduklarını söylemişlerdir. Doğası gereği toplu yaşayan insanlar arasında oluşan hukuk da tanrısal değil, insan elinden çıkma bir ürün olduğunu ifade etmişlerdir. En belirgin özelliklerinden birisi de her şeye karşı geliştirmiş oldukları eleştirici tavırdır. Yine aynı şekilde kesin ve mutlak bir bilgiye şüpheyle yaklaşırlar. Varlığın nesnel ve genel geçer bilgisine ulaşmanın imkânsız olduğunu ileri sürerler. Görünenlerden bağımsız bir varlık olmadığını savunarak, var olan her şeyin fenomenlerden ibaret olduğunu söylerler. Öznellik söz konusudur. Mesela Protagoras’a göre birisine tatlı gelen şarap başkasına acı gelebilir. Söz konusu şarap duyusal deneyimden başka bir şey değildir. İnsanın her şeyin ölçüsü olduğu görüşü burada kendini gösterir. Dolayısıyla mutlak ve değişmez bilgi yoktur onlara göre. Neden? Çünkü bilgi görecelidir. Zira hakikat, kişiden kişiye, toplumdan topluma değişiklik arz edebilir.
Sokrates (MÖ. 469-399)

Diyalog ve felsefi tartışmalarıyla insanlara, ruhlarına özen göstermeleri gerektiğini anlatmıştır. İnsanlara adalet, erdem, bilgelik gibi en iyi bilmeleri gereken konularda cehalet içinde olduklarını göstermiştir. Kimsenin onu idam etmek gibi bir niyeti yoktu. İktidar, eleştirilerinden bunaldıkları yaşlı ve çirkin adamı susturmak istiyordu. Ondan herkesin yaptığı gibi hayatını kurtarmak için aman dilemesini beklediler. Basit bir para cezasıyla kurtulması mümkündü. Çünkü kendisine verilecek ölüm cezasına alternatif bir ceza önermesi suçunu kabul ettiği anlamına gelirdi. Dik durdu Sokrates, kabul etmedi. Ölüm cezasına çarptırıldı. Fakat birtakım nedenlerden dolayı idamı bir ay kadar gecikti. O süre zarfında kaçabilirdi ama kaçmadı. Tam bir ruh dinginliğinde ölümü bekledi. (MÖ. 399)
Siyaset Felsefesi
Sokrates’in siyaset felsefesi onun büyük ölçüde demokrasiye yönelik eleştirileriyle, en iyi yönetim biçiminin ne olduğuna dair fikirlerinden oluşur. Devletin varlık nedeni sadece yurttaşların hayatını güvenceye almak değil aynı zamanda onları mutlu kılmak, ahlaken iyi bir hayat yaşamalarını sağlamak ve iyi bir hayat temin etmektir. Sokrates, demokrasiyi şiddetle eleştirmiştir. Siyaset ona göre kaptanlık ya da mimarlık gibi bir sanattır. Dolayısıyla bilgiden yoksun çoğunluğun kararıyla harekete geçirilecek demokratik bir yönetim, bir sanat olan siyasetin özüne ve ruhuna uygun değildir. Bir hastayı ameliyat etmek gerektiğinde, onu herhangi bir kimseye bırakmaz, cerrahı da kura ile seçmiyorsak aynı hassasiyet de siyaset için geçerli olmalıdır. Ona göre aristokrasi ya da anayasal monarşi uygun bir yönetim biçimidir.
Ahlâk Felsefesi
Sokrates’e göre sadece bedeni var olarak gören ve insanı insan yapanın ruh olduğunu görmezden gelenler mutluluğu bedensel tatminlerde arayan, haz, maddi zenginlik, şan ya da şeref peşinde koşanlardır. Sokrates, ruhu akılla özdeşleştirir. Aklın en önemli fonksiyonu, bireyin hayatını yönetmesi, yönlendirmesi ve düzenlemesidir. Bilgi bu süreçte sadece rol oynar. Ona göre, bir insanın en önemli faaliyeti ruhuna özen göstermesidir. Bir kimse neden yaşadığını sorgulamıyorsa yaşamı değersizdir.
“Sorgulanmayan bir hayat, yaşanmaya değer değildir.”
Sokrates açısından insanlar, üyesi oldukları topluma ve bağlı bulundukları kültüre göre yaşarlar. İşte akıl tarafından düzenlenmemiş böyle bir hayat, Sokrates’in “Sorgulanmamış” dediği bir hayattır. Böyle insanların hayatları kendi ellerinde değildir. Onların denetimi dışarıdan gelmektedir. Bu da ancak kişiyi felakete sürükler. Ona göre erdem, bilgidir. Bilgiyi eylemin önüne koymuştur. Fakat her bilginin erdem olmadığı da açıktır. İnsanın gerçek amacına ulaşmasını sağlayan tek bilgi, neyin gerçekten iyi ve neyin gerçekten kötü olduğuna ilişkin bilgidir.
Yöntem Anlayışı
Onun çürütme metodu meşhurdur. İnsanlara sürekli sorular sorarak verdikleri cevabı çürütüp aslında hiçbir şey bilmediklerini gösterirdi. Bu yöntemin çürütücü boyutu, çoğu zaman bu metodun alaycı yönüyle tamamlanırdı. Diğer yöntemi kullanmaya pek imkân bulamamıştır.
Sokrates ve Platon’a Yakın Bakış: PHAİDON
–Phaidon Eserinin Kritiği–
Platon, M.Ö 427 yılında soylu ve aristokrat bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Asıl adı Aristokles’tir. Fakat göğsünün geniş olmasından dolayı “Platon” lakabını almıştır.
Hayatının akışını iki olay değiştirmiştir:
1-Sokrates ile tanışması.
2-Sokrates’in başına gelenler.
Atina’nın yönetiminde problem vardır. Cuntacılar yönetimi ele geçirmiş, ucuz ve etkisiz politikalarla berbat olan vaziyet daha da kötüye gitmiştir. İlk başlardaki söylemlerinden dolayı umutlanan Platon, Sokrates için infaz emri verilmesinin ardından iyice umudunu kaybetmiştir. İnfazın ardından Platon, güvenlik nedeniyle diğer Sokratesçilerle birlikte başka bir yere gider. Daha sonra bazı seyahatlere çıkar.
Gittiği ilk yer, matematik bilgisini geliştirmesine imkân sağlayan Mısır’dır. Ardından İtalya’ya geçerek Pythagorasçılarla tanışır. Sicilya seyahati dönüşünde, Atina ile savaş halinde olan Aigina’da karaya çıkar. Esir alınır ve köle pazarında satışa çıkarılır. Bazı kaynakların belirttiğine göre Phaidon, Platon’un fidyesini öder ve onu kurtarır. Platon daha sonra bu parayı geri ödemek istediğinde Phaidon parayı geri almaz. Platon da bu parayla bir bahçe satın alarak ’yi kurar. Burası Avrupa’nın ilk büyük eğitim ve araştırma merkezi olmuştur.
Okulda felsefeye yaklaşım tarzı geometri yoluyla gerçekleşen matematiksel bir yaklaşımdı. Denildiğine göre okulun giriş kapısında “Geometri bilmeyen buraya giremez.” yazıyordu. Platon’un amacı, iyi eğitilmiş aklıyla yönetecek filozof-kralı eğitmekti. Akademi, devlet adamları ve yasa koyucular yetiştirip, bilim ve felsefe temelli politika eğitimi veren bir kurum olmayı hedefliyordu.
Platon, ilkçağdan günümüze tüm yapıtları elimize ulaşmış olan ilk filozoftur. Akademi’deki dersler biraz yüksek perdeden olduğu için Platon, halk için de birtakım popüler eserler yazmıştır. Eserlerinin geneli diyalog şeklindedir. Bu diyalogları üç dönemde incelemek mümkündür:
1. Gençlik Dönemi (Sokrates’in Savunması gibi.)
2. Olgunluk Dönemi (Devlet, Şölen gibi.)
3. Yaşlılık Dönemi (Parmenides, Timaios gibi.)
Menon ve Phaidon adlı eserleri Gençlik dönemi ile Olgunluk dönemi arasında bir köprüdür.
Platon’un gençlik döneminde kaleme aldığı eserler “Sokratik Diyaloglar” diye adlandırılır. Çünkü Platon’un bu yapıtlarda gözettiği amaç, tanıdığı ve bildiği kadarıyla Sokrates’in karakterini, kişiliğini ve felsefesini tanıtıp ölümsüzleştirmektir. Ayrıca “bilmediğini bilmek” dışında aktaracak pozitif hiçbir öğretisi bulunmayan Sokrates’in, insanlara bilgisizliklerini göstermeyi amaçlayan çürütücü ve dolayısıyla negatif diyaloglar olduğu söylenebilir.
Olgunluk dönemi diyalogları daha az dramatiktir. Birtakım pozitif öğretiler öne sürülür. Felsefi içerik, genellikle Sokrates ya da güçlü bir otoritesi olan başka bir uzman tarafından ortaya konur. Gençlik dönemi ile olgunluk dönemi arasındaki eşiğin Platon’un Sicilya’dan dönmesi kabul edilir. O sıralarda 40 yaşında olan Platon, Akademi’yi kurmuş, bundan sonra da kendi öğretilerini ortaya koyduğu diyaloglarını yazmaya başlamıştır. Yaşlılık dönemi diyaloglarında Sokrates’in rolü azalmış, diyalogların dramatik karakteri tümden kaybolmuştur. Son dönem diyaloglarında deneme formu ağır basar.
Esere Giriş
Bu kitapta Platon’un iki yönlü bir amacı olduğu söylenebilir: Bunlardan birincisi Sokrates’in “İnsanın en temel işinin ruhuna özen göstermek olduğu” görüşünü meşrulaştırmaktır. Bu aynı zaman da Platon için de mutluluğa gidişin tek yoludur. İnsan ruhu ancak böylesi bir felsefi hayat içinde teselli bulup benliğinin gerçek amacına erişebilir. İkincisi de ruhun ölümsüzlüğünü öne sürüp idealar kuramını ortaya atmaktır. Platon, ruhun ölümsüzlüğü kuramını Pythagorasçılardan öğrenmiştir. Onlara duyduğu minneti Menon adlı eserinde dile getirmiştir.
Platon tıpkı Sokrates gibi ruhu akıl ya da zihinle özdeşleştirir. Kısacası Phaidon adlı eser iki ana öğretiyi ortaya koyar: “Ruhun ölümsüzlüğü” ve “İdealar öğretisi”
Karakter Tahlili
Phaidon adlı eserin başkahramanı Sokrates’tir. Bununla birlikte Phaidon’daki Sokrates sorgulayıcı, tartışmacı, insanlara ahlaki konulardaki bilgisizliklerini gösteren Sokrates değildir. Sokrates artık, Platon’un görüşlerinin sözcülüğünü yapacaktır. Bu sonucu onun “ruhun ölümsüzlüğü” ile ilgili görüşlerinden çıkartabiliriz.
Sokrates, Platon’un gençlik diyaloglarında ruhun ölümsüzlüğü konusunda agnostik bir tutum takınır. Oysa Phaidon’da ruhun ölümsüzlüğü temellendirmek için üst üste birtakım argümanlar ileri sürer. Phaidon, Sokrates’in son anında yanında bulunan bir dostudur. Phaidon ile konuşan Ekhekrates Pythagorasçı filozoftur. Ayrıca ana diyalogda Sokrates ile bulunan Simmias ve Kebes de Pythagorasçı filozoflardır.
Pythagorasçılar, ünlü matematik âlimi ve filozof Pythgoras’ın önderliğinde sadece bir felsefe okulu değil, aynı zamanda dini bir cemaat ve politik bir örgüt meydana getirecek şekilde bir araya gelen topluluktur. Felsefeye Batı Anadolu kıyılarında başlamış fakat politik nedenlerden dolayı sürgün edilmiş, Güney İtalya’ya sığınmışlardır.
Kriton, Sokrates’in yaşıtı ve kadim dostudur.
Ksanthippe, Sokrates’in eşi olup antik kaynaklarda huysuz bir kadın olarak gösterilir.
Eserin Özeti
Yaşamı boyunca insanların doğru yolu bulması için çabalayan Sokrates, 70 yaşında iken Meletos adında biri tarafından “Dinsizlik” ve “Atina gençlerinin ahlâkını bozma” gerekçesiyle dava edilir. Mahkemeye çıkan Sokrates, bu suçlamalar karşısında hâkimleri ikna etmek yerine, kendisine itham edilen suçlar üzerinden sorgulama yoluna gidip bunları çürütmeye çalışmıştır. Daha sonra kendi yaşamının savunusunu yapmıştır. Ona göre önemli olan, kişinin işini doğru düzgün yapması, kendisine saygısı olduktan sonra ölümü bile göze almasıdır. O, yüreksiz olmaktansa ölmeyi tercih etmenin daha doğru olduğunu ifade etmiştir.
Felsefe yapmaktan vazgeçmediği takdirde ölüme mahkûm edileceği söylenmesine rağmen Sokrates, bundan vazgeçmeyeceğini ifade etmiş, insanların ruhlarını arındırmaları için gerekeni yapacağını söylemiştir. Mahkemede yapılan oylar sonucu az bir farkla Sokrates için ölüm hükmü çıkmıştır. Hükmün verildiği zaman Atinalıların Apollon’u kutlamak için bir gemiyi Delos’a gönderdikleri döneme denk gelmiştir. Bu gemi dönünceye denk kentte idam yapılması yasak olduğundan Sokrates, kendisine verilen ölüm cezasının onaylanmasının ardından 30 gün geçtikten sonra idam edilmiştir. Bu süre zarfında Sokrates kaçmayı değil, ölümü beklemeyi tercih etmiş, dostlarıyla felsefi sohbetler ederek “yargıçlar huzurunda savunduğu yaşamını” sürdürmeye devam etmiştir.
Phaidon adlı eser, Sokrates’in dostlarıyla yaptığı son felsefi diyalogdur. Kitabın içerisinde birkaç diyalogu örnek olarak verelim:
Sokrates: Ölümden korkmuyorum, çünkü ölümden sonra yaşamın olduğuna inanıyorum. Ayrıca eski inançlara göre bu durum kötülerden daha çok iyilere yarayacaktır.
Sokrates: İnsanlar gerçekten felsefeyle ilgilenenlerin ölmek için çalıştıklarını fark etmezler.
Sokrates: Ölüm hem ruhun bedenden ayrılması hem de ruhun kendi başına varlığını devam ettirmesi değil midir?
Sokrates: Ruh, bedenden uzak durdukça hakikati anlamaya çalışır.
Sokrates: Belki de ölüm sayesinde amacımıza ulaşabiliriz. Çünkü beden ve akıl bir arada, ruhumuz da kötü şeylerle beraber oldukça hakikate ulaşamayacağız. Bedenimiz, onu beslemek zorunda olduğumuz için bize çok fazla sorun çıkarır. Ayrıca beklenmedik zamanlarda gelen hastalıklar da hakikatin peşinden gitmemize engel olur.
Sokrates: Çoğu kişi kendilerinden önce ölen sevdiklerini görmek umuduyla Hades’e[30] gidiyor. Bilgeliği seven ve ona Hades’te ulaşacağına inanan insan öldüğü için kızar mı? Oraya gönülsüz mü gider? Açıkçası öleceği için öfkelenen birini görürsen bil ki o, bilgeliği değil bedenini seviyordur.
Sokrates: Ölümden yaşama bir dönüş var ve yaşayanlar ölülerden doğuyorlar. Ayrıca iyi ruhları mutlu kötü ruhları da üzüntülü bir son bekliyor.
Kebes: İnsanlar sorgulandıkları zaman hakikati kendiliklerinden bulurlar.
Sokrates: Ruhlarımız biz doğmadan önce bedenden ayrı bir varoluşa ve bilgilere sahip oldu.
Sokrates: Eğer ruhumuz biz doğmadan önce varsa yeniden doğabilmesi, yeniden doğabilmesi sadece ölümden sonra gerçekleşebiliyorsa, onun ölümden sonra da var olması gerekmez mi?
Sokrates: Ruh bir şeyi kendi başına incelerse, o zaman sonsuz ve asla değişmeyen şeylere doğru yönelir.
Sokrates: Ruh tanrısal olana, ölümsüze, düşünene, sade olana, dağılmayana, sabit olana benzer. Beden ise insana, ölümlüye, düşünmeyene, sade olmayana, dağılana ve aynı kalmayana benzer.
Sokrates: Her mutluluk ya da acı ruhu bedene çiviler. Yani ruhu bedene benzetirler. Ruh bedene benzediğinde bedenin hoşlandığı şeylerden hoşlanacak ve onunla eylemlerde bulunmak zorunda kalacaktır. Böyle olunca da Hades’e varamayacaktır.
Sokrates: İnsanlardan nefret etme, bir insana aşırı derecede güvenip onun ikiyüzlü olduğu anlaşılınca başlar. Bu durum çok yakınımız olarak gördüklerimizde olunca herkesten nefret etmeye başlarız. Ve artık hiç kimsenin doğru olmadığına inanırız.
Sokrates: Dilde yapılacak yanlışlık, sadece dile değil aynı zamanda ruha da kötü etki yapar.
Genel Değerlendirme
Sokrates, hakkında verilen idam kararına itiraz etmemişti. İtiraz edip aman dilemek varken, iyi ve âdil yaşamış bir filozofun başına hiçbir kötülük gelmeyeceğine inanan Sokrates’e Kebes adlı filozof sorar:
– Madem filozoflar ölmeye bu kadar can atıyorlar, neden intihar etmezler?
– Çünkü can tanrıların armağanıdır. Onların izni olmadan yapılacak bu davranış onları kızdırır.
Sokrates, gerçekten felsefe yapan bir kimsenin temel amacının ölüme ve ölmeye hazırlık yapmak olduğunu dile getirir. Bu çerçevede ölümü, ruh ile bedenin ayrılması olarak tanımlar.
Filozof olarak bilinen kişi hazlara uzak ve yabancı biri olup kendisini bedenden mümkün mertebe kurtarmaya çalışan biridir. Zira, filozof bu tip hazlardan uzak durur. Çünkü onun işi beden değildir, ruha yönelmektir. Bedensel duyular, insanı çoğu zaman yanıltırlar. Filozofun gerçek bilgiye ulaşması, ancak ruh kendi başına kaldığı, duyulardan yardım almadığı zaman söz konusu olur. Bu da ideaları bilmekle olur. Adalet, iyilik, güzellik gibi idealar duyu yoluyla değil, saf düşünme yoluyla bilinebilir.
Sokrates’in ölümle ilgili düşüncelerini özetleyecek olursak;
1. Gerçek bir filozof varlıkların özünü kavramak ister.
2. Bu kavrayışın olması için ruhun tek başına kalması gerekir. Çünkü bedensel hazlar ve duyular onu yanıltır. Bu durumda ruhun bedenden kurtulması gerekir.
3. Ruhun bedenden kurtulması ölümle meydana gelir. Çünkü ölüm, “ruhun bedenden ayrılmasını” sağlayan bir araçtır.
4. Filozofların salt bilgeliğe kavuşacakları yer olan Hades’e giderken korkmaları mantıklı değildir. Çünkü, ölüm bir kurtuluş ve ölümsüzlüğe giden yolda bir basamaktır.
Sokrates’e göre arınma, ruhun bedenden ayrılması değildir. Ruhun bedenden ayrılmasından önce filozofun kendini bedensel hazlarından kurtarmış olmasıdır. Zira filozoflara özgü olan erdem, cesaret, ölçülülük, adalet ve bilgelik bir tür “arınma” yoludur. Bunlar arınma yolu oldukları için yalnızca arınmış kişiler filozof olabilirler.
Arınmış olarak Hades’e gidenler tanrılarla birlikte olacağından ölüm “arzulanabilir” bir şeydir. Bundan sonraki adımlarda “Ruhun Ölümsüzlüğü” meselesi tartışmaya açılır;
Kebes, ölümden sonra ruhun var olmaya devam ettiğine inanmayan kimselerin olduğunu söyler. Sokrates, Kebes’in bu ifadesine karşılık 3 argüman ileri sürer:
1. Karşıtlık Argümanı
2. Anımsama Argümanı
3. Benzerlik Argümanı
1. Karşıtlık Argümanı:
Var olan her şey karşıtından çıkar. Büyüyen bir şey daha öncesinde küçüktür. (Büyük-Küçük)
Her karşıt durum arasında iki karşıt süreç vardır. (Büyüklük artarken, küçüklük azalır.)
Bu iki karşıt sürecin birbirini dengelemesi gerekir. Aksi takdirde her şey aynı kalır. (Hayat-Ölüm) Hayat olunca ölüm onu dengeler. Ölüm olunca da hayatın olması kaçınılmazdır.
2. Anımsama (anemnesis) Argümanı:
Bilginin ilk kez ruh dünyaya gelmeden önce “ideyi” görmüş olmakla kazanıldığını, fakat beden içine girdikten sonra unuttuğunu, anımsamak suretiyle yeniden ele geçirildiğini ifade eden argümandır. Söz konusu apriori, (deneyim olmaksızın elde edilen kesin bilgi) ruhun ölümsüz olmasını gerektirir.
3-Benzerlik Argümanı:
Platon, iki dünyalı metafiziğini ilk kez olarak ortaya koyduğu Phaidon’da varlık alanını “İdealar Evreni” ve “Fenomen (oluş-görünüş) Evren” şeklinde ikiye ayırır.
Fenomen evren, sürekli bir değişim ve oluş içerisindedir. Somut ve göreli bireysel nesnelerden ya da tikellerden meydana gelir. İdealar evreni ise, basit ve değişmez olan, her daim ne ise o olarak kalan tümellerden oluşur. Dolayısıyla insanın bedeni duyular yoluyla algılanan “fenomen” dünyasıyla, ruhu da akıl yoluyla kavranabilen “idealar” dünyasıyla benzerlik gösterir. İdeaların ezeli ebedi olmasına benzer şekilde bu da ruhun ölümsüz olmasını gerektirir.
Bir sonraki adımda Simmias öne çıkar ve üçüncü argümana itiraz eder. “Ruhun ölümsüzlüğü” konusunda hakikate ya da kesin bir kanaate erişemediklerine işaret eder. Ona göre ruh, bir harmonidir. Yani uyumdur. Ruh, sazın ahenkli sesidir. Beden de sazın kendisidir. Saz parçalandığında nasıl ki ahenkli ses kaybolup gidiyorsa aynı şekilde bedenin ölümünden sonra ruhun gitmesi muhtemeldir. Kebes ise bu konuda biraz şüphecidir.
Sokrates, görüşleri bir kez daha toplarlar ve onlara son bir argüman geliştirerek cevap verir:
•Hiçbir şey kendisi olmaya devam ederek karşıtına dönüşemez. (Kar-Ateş örneği) Ateş, ateş olmaya devam ettiği sürece soğuk olmaz. Kar da kar olmaya devam ettiği sürece sıcak olmaz.
•Ruh, kendisiyle birlikte hayatı getirir. Ruh, ruh olmaya devam ettiği sürece hayatın karşıtını alamaz. Dolayısıyla ölümü hiçbir şekilde kabul edilemez.
Kitabın sonlarına doğru sözlerini tamamlayan Sokrates’in veda vakti gelir…
Yıkanmak için yan odaya geçer. Kadınların ve çocukların gitmelerini ister. Kriton’dan zehrin getirilmesini ister. Sokrates, tereddüt etmeden zehri içer. Bu tablo karşısında gözyaşlarını tutamazlar. Kriton kendini dışarı atar. Sokrates olanları gördüğü zaman biraz sitem eder.
Bu sitem karşısında utanırlar ve susarlar. Bacakları ağırlaşıncaya kadar biraz yürür ve daha sonra uzanır. Son olarak “Asklepios’a bir horoz adadığını ve kesilmesini istediğini” söyler. Zehir etkisini iyice gösterince de Sokrates bu dünyadan göçmüş olur.
Simmias ve Kebes “ruhun ölümsüzlüğü” konusunda ileri sürdükleri görüşlerle Sokrates’i ilk etapta hayli zorlamışlardı. Belki de deyim yerindeyse onun tezini çürütmüşlerdi.
Bu olayı Ekhekrates’e anlatan Phaidon, Sokrates’i “hakikatin temsili” olarak görüyordu. Eleştirileriler Sokrates’e olan yegâne bağlılığını zayıflatmış onu etkilemiş ve kafasını karıştırmıştı. Bu durumun Sokrates’in son argümanını oluşturuncaya dek sürdüğünü görüyoruz. Ayrıca Phaidon’un olduğu diyalogda Sokrates şunu söyler: “Sizler Sokrates ile değil, hakikatle ilgilenin.”
Ölüm sonrası “hakikattir.” Ölümle hakikat arasında bir engel var. O engel Hidra’dır. Herkül olup o Hidrayı öldürmeden hakikate ulaşmak mümkün değildir. Phaidon, Sokrates olmadan bunu yapamaz. Çünkü hakikati Sokrates’e bağlamıştır. Platon bize bunları sunarken “hakikatin kimsenin tekelinde olmadığını” Phaidon’un tavrında resmetmeye çalışmıştır. Aksi taktirde Sokrates’in gidişiyle hakikat ortada kalakalırdı.
Platon (MÖ. 428/427-348/347)
Phaidon adlı kitabın özet kısmında hayatı hakkında genel bir değerlendirme ile bilgi verildiği için buraya tekrar yazmayalım. Platon’un doğrudan fikir dünyasına yolculuğa çıkalım.
Bilgi Felsefesi

Mağara Alegorisi
Bilgi teorisinin anahtar unsurlarını veren bu benzetmede, Platon insanın dünyadaki halini, insanın genel beşerî durumunu anlatır. Yine, insanları yanılsamalara mahkûm olacak şekilde yetiştiren kötü toplumları eleştirir.
Felsefi bilgiye, derinliğine kavrayışa götüren soyut düşünmeyi özgürleştirici bir şey olarak tanımlayan Platon, düşünmeye başlayan kişiyi, gündelik deneyime bağlanmanın, kabul görmüş kanaatleri benimsemenin yarattığı zincirleri kıran biri, aydınlanma sürecini de karanlıktan aydınlığa doğru zahmetli bir yolculuk olarak gösterir.
Felsefenin insanı özgürleştirme gücüyle ilgili bu aydınlık ve iyimser resmin tam karşısında, Platon söz konusu benzetmesinde, felsefe tarafından aydınlatılmamış insanın durumuyla ilgili oldukça karanlık ve kötümser bir resim bulunur. Onlar başkaları tarafından manipüle edilen biçare ve pasif insanlardır. Çok daha kötüsü, onlar kendi durumlarına alışmış olup, bundan çok hoşnutturlar. Bu yüzden de kendilerini kurtarmaya yönelik çabalara karşı koyarlar. Onların söz konusu kendilerinden ve durumlarından hoşnut olma halleri, Platon açısından, bir yönüyle de bu insanların kendileriyle ilgili yanlış bir bilince dayanır.
Platon’a göre, insanların çok büyük bir çoğunluğu veya Sokrates’in yanlış değerlerin peşinden sürüklendiklerine inandığı için eleştirdiği Atinalıların çok büyük bir bölümü böyle karanlık bir mağaranın dibinde yaşamaktadırlar.
İdealar Teorisi
Platon’un felsefeye en önemli katkısı, epistemolojisinden de anlaşılacağı üzere, geliştirmiş olduğu ünlü İdealar Kuramıdır. İdealar, gözle görülür nesnelerin kendilerinin soluk kopya ya da suretleri olduğu değişmez, maddi olmayan, ezeli ve ebedi özler veya örüntülerdir. Buna göre çok çeşitli büyüklükteki çemberlerin kendisinin kopyaları olduğu bir “Çember” ideası vardır.
Fenomenin İdeaya ontolojik ve epistemolojik bağımlılığına vurgu yapan olgunluk dönemi diyaloglarında ima edilen “varlığa ulaşmadan hakikate ulaşılamayacağı” tezi üzerinde durmak gerekir. Platon fenomenler dünyası olmadan, bir İdealar dünyasının varoluşunu düşünmenin mümkün ama bunun tersinin imkânsız olduğunu düşünür. Platon İdealar kuramını işte bu temel üzerinde, yani bilgi, varlık ve değer problemine bir çözüm getirmek amacıyla ilk kez Phaidon’da “idea” terimini kullanarak ortaya koyar. İdea, bir şeyin özü, mahiyetidir. Gerçek bir varoluşa sahiptir. Maddi olmayan bir gerçeklik oldukları için bir mekân işgal etmezler.
Ahlâk Felsefesi
Platon’un söz konusu ruh görüşü, ilk kez ve açık olarak Devlet’in ruh ile devlet arasındaki benzerlik üzerinde yoğunlaşan dördüncü kitabında ele alınır. Platon’un siyaset felsefesinde bu konuya kısmen değinilecek.
Erdem Anlayışı
Erdem anlayışının belirleyici unsuru “Sokratik işlev” düşüncesidir. Bu anlayışa göre, dünyadaki bütün varlıklar gibi, ruhun söz konusu parçalarının da kendilerine özgü birtakım işlevleri vardır. Erdem için ikinci ve çok daha belirleyici unsur, bütünsel ruhun gerçek çıkarlarını gözetme, ruhun birliğini ve bütünlüğünü hesaba katma olgusudur.
Siyaset Felsefesi

Platon’un felsefesini özgün kılan “insan merkezli siyaset anlayışının doğal bir sonucu olarak” devlet, ancak insan ruhunun parçalanmaz birlik ve bütünlüğüne ulaşıldıktan sonra inşa edilebilir. Devlet diyaloğu devletin kaynağı, nasıl meydana geldiği, çeşitli siyasal rejimler ve bunlar arasındaki ilişkiler, yöneticilerin özellikleri vb. konuları içerir. Dar anlamda yasal, hukuki ya da anayasal meseleler bu diyalogda yer almamaktadır. Özellikle ilk iki kitapta diyaloğun ana konusunu ahlaki bir kavram olarak “adalet” meselesi oluşturmaktadır. Adalet, erdemin bilgi olduğu şeklindeki diğer Sokratik diyaloglar da dikkate alındığında “Herkesin kendi işini yapması ve diğerinin işine karışmaması” savı ile desteklenmektedir.
Platon’a göre, toplumu meydana getiren şey öncelikle insanın kendi kendine yetmemesi ve başkalarına ihtiyaç duymasıdır. Bununla birlikte, insanlar sahip olunan şeylerle yetinmeyecek, daha çok istedikçe ihtiyaçlar artacak ve bunun sonucunda da gerek toplum içerisinde gerekse dışarıdan gelebilecek tehditler noktasında toplumun düzene sokulması gereksinimi doğacaktır. Söz konusu bu düzen gereksinimi de devleti meydana getirir.
Platon, adalet ilkesinden hareketle devlette her bir bireyin kendine uygun işi yapması ve diğerinin işine karışmaması gerektiğini düşünür. Buna göre devlet esas olarak, tıpkı ruhun üçlü yapısı (akıl yanı, yürek yanı ve istekler yanı) gibi yöneticiler, koruyucular ve işçiler olarak bölümlenmektedir.
Bunların ideal devletin zorunlu işlevleri olduğunu öne süren Platon, söz konusu işlevleri birer meslek haline getirir. Buna göre o, ideal devlette adaletin bir uzmanlaşma ilkesinin varlığını ve korunmasını, tek tek her tip insanın kendi uygun sınıfında yer alması ve ilgili sınıfın gerçek fonksiyonunu gerçekleştirmek için çalışması gerektiğini söyler. Ona göre, her sınıf kendi yeri veya sınıfsal sınırları içinde durup, sadece kendi işi üzerinde yoğunlaşırsa, hiçbir sınıf bir başka sınıfla çatışmaz.
Ruhun akıl yanı, sadece kendisiyle nesneleri bildiğimiz ya da bilgeliği sevdiğimiz değil, aynı zamanda onları yönettiğimiz yandır. Aklın diğer iki yanı yönetmesi ise iki sebeple açıklanabilir:
1. Sadece akıl yanı kendisi için değil, ruhun bütünü için düşünür ve yönetir.
2. Akıldaki yargı gücünün sağlamlığı sebebiyle diğer iki yanın zaaflarını biliyor olması ve hakikatin peşinden yalnızca kendisinin koşuyor olmasıdır.
Dolayısıyla adalet, bu üç bölümün aralarındaki iş bölümü, eğrilik ise onların uyuşmazlığıdır.
Buna göre “Filozoflar bu devlette kral olmadıkça ya da kral dediklerimiz gerçekten filozof olmadıkça, böylece aynı insanda devlet gücü ile akıl gücü birleşmedikçe, bunun yanında kesin bir yasayla herkese kendi yapacağı iş verilmedikçe devletin başı dertten kurtulmaz.”
Adaleti içeren ideal devlet, felsefenin gösterdiği gerçekler ışığında felsefi bilgiye göre kurulan ve bu bilgiyle yönetilen devlettir. Ancak bu bilgiye herkes sahip olabilir mi? Ya da tersten sorduğumuzda ideal devlette yaşayan bir kunduracı ya da çiftçi filozof olup devleti yönetebilir mi? Platon’un, özellikle Devlet’i[ göz önüne alındığında, bu konuda çok da iyimser olmadığını itiraf etmek durumundayız.
Ayrıca ideal devletin bir ide olarak varlığından söz edilebilir. Platon bu durumu şu sözlerle ifade eder: “Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir devlet olduğunu sanmıyorum. Ama isteyen için gökte bir örneği bulunabilir, ona bakar ve kendini ona göre düzene sokar. Böyle bir devlet ister bir yere kurulmuş ister daha kurulmamış olsun, onun yapacağı yalnız bu devletin kanunlarına uymaktır, başkalarının kanunlarına değil.”
Görüldüğü gibi Platon’da idelerin ediniminde filozofun sadece epistemolojik olarak değil, belki daha da önemlisi ahlaki ve siyasal bir rolü bulunmaktadır. Bu bakımdan toplumsal ve siyasal sorunların çözüme kavuşturulabilmesi için felsefeye, bilime ve akla güvenmek gereklidir. Bu sebeple Platon’da siyaset felsefesi ile ideler öğretisi arasında kopmaz bir bağ gözlerden kaçmamalıdır.
Platoncu idelere ya da gerçeğe ulaşılmadıkça ne bireysel mutluluk ne de toplumsal huzur ve sükûn mümkündür. Bu bakımdan hem ruh hem de devlet yönetimi, değişken ve bireysel arzular üzerine değil, değişmez değerlere ve idelere bağlanmalıdır.
Platon, karanlıktan aydınlığa çıkan ve nesnelere ışığını veren “İyi” ideasını idrak eden filozofun mağaranın dışında kalamayacağını ve mağaradaki diğer mahkûmları da dışarı çıkarmakla görevli olduğunu bizlere hatırlatmaktadır. Ancak onu bekleyen zorlu görev, mağaranın dışına çıkarken katlandığı o meşakkatli ve sarp yokuştan daha zordur.
Karanlığa ve kukla nesnelerle yaşamaya alışmış olan mağaradaki mahkûmlar, ruhunu bir anlamda özgür kılan ve artık mahkûm olmayan o insanı (filozofu) kolayca kabullenecek değildirler. Platon bu durumu “Bu adam onları çözmeye, yukarıya götürmeye kalkışınca, ellerinden gelse öldürmezler mi onu?” diyerek bir anlamda hocası Sokrates’in Atina demokratları tarafından idam edilmesine gönderme dahi yapar.
Bu sebeple bilgi arayışının salt entelektüel bir uğraş olmayıp, siyasal, toplumsal ve bütün site halkının doğruya, iyiye ve güzele yöneltilmesi bakımından eğitsel bir yönü de bulunmaktadır. Zira ideal devletin gerçek iyiliği, ancak düşünceler dünyasına yükselip mağaranın (Sofistlerin ve Atina demokrasisinin) gölge hakikatlerinden kendini kurtararak mutlak, sonsuz ve değişmez ilkelerin uygulamaya konmasıyla mümkündür.
Platon’da eğitim, sadece ideal devletin azınlık yöneticileri olan filozoflara özgü değil, vatandaşların bütününe yönelik olmalıdır.
Sokrates yaş, cinsiyet, siyasal konum ya da asalet unsurları gözetilmeksizin herkese yönelik “Ortak bir erdem” kavramında ısrar ederek Menon’un erdem tanımını çürütür ve bir köle dahi olsa erdemin eşit olarak herkes tarafından edinilebileceğini düşünür. Platon erdemin öğretilebilirliğine karşı değildir. Hocasının ve kendisinin karşı olduğu şey, halkı ahlaki belirsizlik ve değerler karmaşasına sürükleyen sözde demokrasi sözcülerinin (Sofistler) yanlış yöntem ve uygulamalarıdır.
Platoncu ruh-devlet analojisi, onun bozuk yönetim şekilleri analizine de yansımaktadır. Gerek ruhsal gerekse siyasal anlamda idealden aşamalı olarak sapma ya da çöküş, sırasıyla timokrasi, oligarşi, demokrasi ve zorbalık aslında, Platon’un gerek siyaset gerekse eğitim idealinden de aşamalı sapma anlamına gelmektedir.
Devlet Sınıflandırması
Timokrasi: Aristokrasinin bozulmuş şekli olup yine de diğer yönetim şekilleri arasında en iyi olanıdır. Devletin önem verdiği değerler, şan ve şereftir. Timokratik yönetimde savaş, cesaret-yiğitlik vb. dürtülerle yönetilir. Bu rejimin tarihsel ve somut örneği ise Girit ve Sparta devletidir.
Felsefeden ve akıldan kopuş, bu devletin yöneticileri olan timokratların ve oğullarının daha fazla mal elde etme ve yükselme tutkusuna sebep olmaktadır. Çünkü timokrasi, zenginlik hırsı olan bozulma tohumlarını kendi içinde taşımaktadır. Zenginlik ve zenginler baş tacı edilince de onurun yerini para almakta, timokratik devlet de yerini oligarşik yönetime bırakmaktadır.
Oligarşi: Hâkim olan temel unsur, arzu ve isteklerdir. Platon’a göre istek ve arzuların yönetimi altındaki devlet şekillerinde doğruluk ve gerçeklik üzerinde “akli bir faaliyet” söz konusu değildir. Çünkü onların hayat kaygısı değişken ve farklı isteklerin peşinden koşmaktan ibarettir.
Oligarşik devlet, belirli bir amaca ulaşmak için aklı araç olarak kullanır. “Yönetimlerin dönüşümü ilkesi” olarak nitelendirebileceğimiz bu durumun temel sebebi ise bilgisizlik, kötü eğitim ve kötü yönetimdir.
Demokrasi: Demokratik ruhun askeri ya da siyasi güç istemi, aklı araç olarak kullanan ruhun istekler yanının tezahürüdür. Bu yüzden demokratik ruhun zihin yapısı, aslında, “içsel bir çatışmayı” yansıtır. Çünkü Platon’a göre istek yanında başa geçme ve yönetme yetkisi yoktur. Başa geçerlerse, bütün hayatın düzenini alt üst ederler
Bu sebeple kötü eğitimin etkisiyle bozulan ruhun bütün isteklere yönelik eşitlikçi yaklaşım ve tutumu, bozuk demokratik yönetimin temel karakteristiğidir. Oligarşiden demokrasiye geçiş bu sebeple akli olmayan bir süreçtir. Çünkü zorunlu ve zorunlu olmayan istekler, doğası gereği, bağımsız ve ortak bir kavram olan “iyiyi” merkeze almaz. Bu yüzden demokrasi, Platon için, bir düzen olmaktan çok kargaşa (kaos) ortamıdır.
Bu yönetim şeklinde herkesin politika yapmasına izin verilmekte, ideal devlette akıl yanına denk düşen “yönetim liyakati” ilkesi böylelikle yok sayılmaktadır. Atina demokrasisinde aynı zamanda devlet yönetiminde söz sahibi olan Sofistler, Platon’un diyaloglarından anladığımız kadarıyla, kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmemekte ve iktidarı da bu doğrultuda ele geçirme ya da ellerinde tutma çabası içerisindedirler.
Ayrıca Platon “Gorgias” diyaloğunda, demokratik yönetimin başındakilerin kenti limanlarla, tersanelerle, sularla, vergilerle ve daha başka şeylerle doldurduklarını, ancak doğruluk ve ölçülülük için hiçbir şey yapmadıklarını vurgulamaktadır. Buna göre bilgisiz ve eğitimsiz halkın seçtiği yeteneksiz politikacılar tarafından yönetilen demokraside, hiçbir erdeme, doğruluğa, adalete ve ölçülülüğe yer yoktur.
Tiranlık: Oligarşiden demokrasiye geçiş nasıl gerçekleştiyse, demokrasiden tiranlığa (zorbalığa) geçiş de aynı şekilde olmuştur. Demokrasiyi yıkan şey halkın aşırı istek ve arzuların dizginlenememesi ile eşitlik ve özgürlük isteğidir. Doymak bilmeyen ve başka her türlü değeri küçümseyen özgürlük talebi, demokrasinin çökmesine ve zorbalık yönetimine doğru dönüşümüne sebep olmuştur.
“Her aşırılığın ardından her zaman sert bir tepki gelir.” anlayışından hareketle, aşırı özgürlüğün ve eşitliliğin sonucunda gerek siyasal gerekse ahlaki anlamda toplumda aşırı bir zorbalık ortaya çıkmaktadır. Zorba yönetici, halkı boyunduruk altında tutmak için sürekli karmaşa ve savaş yaratır. Tam anlamıyla şiddet üzerine kurulu bu yönetim şeklinde de diğer bozuk yönetimler gibi akla ve ölçülülüğe yer yoktur.
Eğitimsiz ve bilgisiz halkı doğruya, iyiye ve güzele yönlendirmekten çok, onların sürekli değişen istekleri doğrultusunda belirlenen özgürlük ve eşitlik söylemleri üzerinden politika üreten demokrasi sözcülerinin (Sofistler) bilimsel olmayan uygulamaları dikkate alındığında, ideal devletin ilkesel olarak “anti-demokratik” bir yönetim olduğu açıktır.
Platon’un ideal devletinin “anti-demokratik” yapısı ile Devlet’teki bazı pasajlarda demokrasiye olan dolaylı, Devlet Adamı ve Yasalar’da ise doğrudan onayı arasındaki karşıtlığın çözümüne geçebiliriz.
Platon’un Devlet Adamı ve Yasalar’da demokrasiye olan eleştirisini yumuşatması ve bu yöndeki düşüncelerini değiştirmesi de aslında onun bir demokrasi düşmanı değil, sadece Atina demokrasisinin yanlış ve bozuk yönetimine karşı olduğunu göstermektedir.
Platoncu ideal devlet bir yerlerde kurulsun ya da kurulmasın, önemli olan asıl husus, ruhların doğruya, iyiye, adalete ve güzele doğru yönlendirilmesi ve bu yönde eğitilmesidir.
Platon’da eğitim sadece ideal devletin azınlık yöneticilerine özgü değil, çoğunluğun bütününe yönelik olmalıdır. Ayrıca Menon, Protagoras, Gorgias vb. diyaloglarında ispatlandığı üzere, erdemin herkes tarafından erişilebilirliği ilkesi uyarınca da bir köle dahi olsa bütüne yönelik bir eğitim projesi üzerinde durulmaktadır.
Eğer demokratik yönetimin sürekliliği ve demokratik çoğunluğun korunması arzu ediliyorsa, yönetim aklın meşru zemini üzerine inşa edilmelidir. Eğitim bu yönüyle, demokrasinin zorbalığa dönüşmesini önlemek için toplumsal bir araç, kendi kendini kontrol eden ölçülü bireylerden oluşan yönetimi ile de sürekliliğin ön şartıdır.
Devlet Adamı (Platon’un başka bir eseri)
Devlet’ten farklı olarak bu diyalog, yasa ve yasa koyucu konularını ele alır. Platon’un “ideal yönetim” ile ilgili varsayımları dikkate alındığında, yasa koyucuyu (filozof-kral) yasanın üzerinde konumlandırdığı görülmektedir. Bu seçim, Platon’un sistemi açısından tutarlıdır. Çünkü doğru yasanın varlık sebebi, kaynağı ve faili iyiliği ve adaleti temsil eden yasa koyucunun, yani filozof kralın kendisidir.
Devlet diyaloğunda Platon, yasalardan çok halkın eğitim yoluyla ahlaki değişimi üzerinde durmaktadır. Çünkü bir bakıma ahlâk ve kültür değişimi gerçekleştirilmedikçe bu yasalar yaşayamaz, uygulanamaz ve kısa sürede hükümsüz kalacaktır.
Platon daha önce “ruh-devlet” arasındaki benzerlik üzerinden izah ettiği siyaset düşüncelerini, Devlet Adamı diyaloğuyla birlikte “aile-devlet” benzerliği ile açıklar. Böylece bu diyalog halk çoğunluğunu, “kendi kendini yönetemeyen ve kesinlikle babaya bağımlı çocuklar” gibi yansıtmakta, böylelikle filozof-krala mutlak bir erk tanımaktadır. Ayrıca kral, bir çoban gibi çoğunluğu yönetmekte ve onların yetiştirilmesi, gözetilmesi rolünü üstlenmektedir
Devlet diyaloğundan farklı olarak, “yasaya bağlı olan” ve “yasaya bağlı olmayan rejimler” şeklinde ikili ayrıma gider.
Bu anlayışa göre, yönetimin başında tek kişi varsa ve bu kişi toplumu yasalara göre idare ediyorsa, bu yönetim şekli “Monarşidir” (Krallık). Eğer yine başta bir tek kişi varsa ve devleti yasalara göre yönetmiyorsa, bu yönetim şeklinin de adı “Tiranlıktır.” (Zorbalık) Yönetimin başında tek değil, azınlık bir grup bulunduğunda bu devlet, yasalara uygun yönetiliyorsa “Aristokrasi” Yasalara uygun yönetilmiyorsa da “Oligarşi” olacaktır. Çoğunluk yönetiminin adı ise, her iki durumda da (yasalı ya da yasasız) “Demokrasidir.” Buna göre devletleri yasaya bağlı olanlar şeklinde sıraladığımızda; En iyi yönetim şekli monarşi, en kötüsü demokrasi.
Yasaya bağlı olmayanlar şeklinde sıraladığımızda ise en kötüsü tiranlık, en iyisi (yine) demokrasidir. Diğer bir ifade ile söyleyecek olursak, bütün yönetim şekillerinin yasasız olduğu bir ortamda içinde yaşanılacak en iyi devlet şekli demokrasidir.
Menon, Protagoras, Gorgias gibi bazı diyaloglarında onun katı bir demokrasi düşmanı olmadığı ve gerçek, hakiki ve ideal bir demokrasi peşinde olduğu yönündeki iddialarımızı da güçlendirmektedir.
Farabi’ye göre Platon, hocasından farklı bir yöntem izleyerek, demokrasiyi düzeltmek ve erdemli hale dönüştürmek için “hayatı” “ölüme” tercih etmiştir. Bu yönüyle hocasının aksine Platon, “alternatif bir model” üzerinde durmuş, demokratik bir rejimde yaşayan filozof her ne kadar “tehlike” altında ise de o, “bu şehirde” yaşayarak insanları doğruya, iyiye ve güzel olana yönlendirmiş ve gerek ahlâkî gerekse siyasal yaşamda hakikati ve erdemli olanı aramıştır.
Yasalar (Platon’un başka bir eseri)
Platon Devlet Adamı’nda ileri sürdüğü “tanrısal kralın yasalara üstünlük” fikrini değiştirir ve Yasalar’da yasayı kralın üzerine yerleştirir. Böylece Devlet’te erdem, üçlü ruh yapısı dikkate alındığında herkesin doğası gereği üzerine düşen işi yapmasıyken, Yasalar ile birlikte en üstün erdem, yasalara karşı uygun ve saygılı olmak şeklinde vazedilmektedir.
Platon, “ideler düzeyinde” temellendirdiği Devlet’indeki demokrasiye yönelik olumsuz yaklaşımlarını Devlet Adamı’nda yeniden gözden geçirmiş ve bu yönetim şekline karşı daha ılımlı ve kısmen onaylayıcı bir değerlendirmede bulunmuştur. Platon’un hayatının sonlarına doğru kaleme aldığı “Yasalar” ile birlikte bu yöndeki düşüncelerinin devam ettiği görülmektedir.
Platon’un olgunluk dönemine ait diyaloglarında sadece devleti değil, aynı zamanda bir bütün olarak kozmosu da yöneten gücün “Tanrı” olduğu ve yalnızca ruhların değil aynı zamanda devletin de Tanrı’yı taklit etmesi gerektiği özellikle vurgulanmaktadır. Özellikle Sofistlerin “Her şeyin ölçüsü insandır.” şeklindeki iddialarına karşı Platon, “Bizim için her şeyin ölçüsü insan değil, daha çok Tanrı’dır.” der. Ayrıca din de devletin denetimi altında olduğundan, Yasalar ile belirlenen ikinci en iyi devlette otoritenin belirlediği dini törenler dışında özel ayinler de yasaklanmaktadır.
Tapınmalar, yine yetkili din adamlarının yönetim ve gözetiminde yapılmalıdır. Platon’un bu türden bir yaptırıma gitme sebebi, bir taraftan ikinci en iyi devletinde hurafelerin ve boş inançların yayılmasını önlemek, diğer taraftan da devlet dininin haricindeki inançların vatandaşların devlete olan bağlılığını azaltacağına ve ahlâk alanında farklılıklara ve göreceliliğe yol açacağına olan inancıdır.
Bu sebeple Platon, ikinci “en iyi devletin” vatandaşlarının;
1. Tanrı’nın varlığına inanmalarını,
2. Tanrı ile insanlar arasındaki ilişkilerin gelişmesi,
3. Tanrı’nın adak ve kurbanlarla kandırılamayacağı konusunda inançlı olmalarını şart koşmuştur.
Bunlardan birinin ya da tamamının ihlâli durumunda, o kişinin devletten kovulması gerektiğini düşünecek kadar dine ve Tanrı inancına önem vermektedir. Böylece dinsizlik ve tanrıtanımazlık sadece ahlaki ya da dinî bir suç değil, aynı zamanda devlete karşı işlenmiş yasal bir suçtur.
Platon bu bakımdan ikinci en iyi devletinde toplumsal birliğin iman (din) ortaklığı sayesinde temellendirilebileceğini düşünür. Üstelik devletin en üstünde yer alan ve bir anlamda danışma kurulu olarak vazife gören Gece Konseyi’nin üyelerinin de sadece filozof değil, aynı zamanda din adamı oldukları göz önüne alındığında, ikinci en iyi devletin teokratik bir devlet olduğu gözlerden kaçmamaktadır. Ayrıca devletin varlığını koruyacak olan bu üyelerin, Tanrı’nın varlığı ve gücünü gösteren kanıtları bilmesi ve dinsel konularda vatandaşları aydınlatacak derin bilgilere sahip olması gerekmektedir.
Aristo (MÖ. 384-322)

Doğa Felsefesi
Aristo’ya göre doğa, kendi ilkeleriyle açıklanmalı ve hiçbir fiziki indirgemeye uğratılmamalıdır. Aristoteles, çevremizde gördüğümüz şeylerin sürekli olarak değiştiklerini, değişmenin dış dünyaya ilişkin deneyimimizin en temel olgularından biri olduğunu kabul edip, ona ilişkin belli bir açıklama modeli geliştirir. Söz konusu açıklamayı tamamlamak için meşhur “dört neden” öğretisini öne sürer.
Ona göre, var olan şeylerdeki oluşum ve değişimi açıklayabilmek için dört nedene ihtiyaç duyarız. Böylece nesnelerin bilgisine ulaşmış oluruz.
1. Madde → (Ağaç)
2. Form → (Masa)
3. Gaye → (Üzerinde Ders Çalışmak)
4. Fail Neden → (Marangoz)
Aristoteles, söz konusu dört nedenin doğada her yerde iş başında olduğunu düşünür.
Metafiziği
Her şeyden önce unutulmamalıdır ki, onun metafiziği bir teolojidir. Yani arayış, ezeli-ebedi ve hareketsiz olan “şey”dir.
Metafizik, var olan her şeyin ilk ilke ve nedenlerini araştıran, var olmanın ne anlama geldiğini göstermeye çalışan en genel ve temel bilimdir. Diğer bir deyişle: “Varlık olarak, varlığın ilmidir.” Metafizik saf formu inceler. Fizik ise sadece formun incelenmesi değil, aynı zamanda şekilsiz maddedeki formun da incelenmesidir.
Metafiziğinde, Aristoteles öncelikle “neyin gerçekten var olduğu” sorusunu ele alır. Onun metafiziği çok büyük ölçüde mantık konusundaki görüşlerine ve biyoloji alanındaki çalışmalarına dayanır. Buna göre, mantıksal bakış açısından, “var olmak” onun gözünde, hakkında konuşulabilecek ve tam olarak tanımlanabilecek bir şey olmaktır.
Gerçekten var olan bireysel tözlerdir. Yani tek tek insanlar, bitkiler, hayvanlar… Bu varlıklar bileşiktir. Yani madde-form iç içedir. Mesela masa örneğini ele alalım. Aslı nedir bunun? Ağaçtır. O zaman ağaç, kendi içerisinde masa olma potansiyelini, imkânını taşıdığı için şöyle deriz: Ağaç, bil kuvve masadır. Yani ağaç, içinde masa olma eğilimini taşıyan bir varlıktır. Mesela tohum, bil kuvve ağaçtır. Tohum, içindeki ağaç olma potansiyelini kazanıp ağaç oluyor. (Kuvve=Potansiyel)
Dolayısıyla maddeden yoksun bir formla da formdan yoksun bir maddeyle de karşılaşmadığımızı belirtmeye özen gösterir. (Madde: Ağaç, Form: Masa)
Aristo maddeyi belirsiz olarak vasıflandırmakla onun kuvve (gizli güç) halinde bir varlık olduğunu kabul etmekte ve buradan da maddenin ezelî olduğuna hükmetmektedir.
Aristo, form olmadığı takdirde maddenin tek başına bir şey olamayacağını, gerçek varlığı tarife yarayan bir halin bulunmayacağını söyler. Formun esas sebep olması, pasif olan maddenin bir etkene ihtiyacı olmasından ileri gelmektedir. Dolayısıyla madde forma muhtaçtır. Bu bakımdan bir oluşun ve bir varlığın meydana gelmesi için kuvve halindeki maddede formun gerçekleşmesi gereklidir. (İki üstteki maddeyi teyit eden başka bir pasaj. Dolayısıyla maddeden…)
Her değişme, başka bir form ya da hale ulaşma yönündeki bir çabadır. Değişme, değişen nesne başka bir form alabilme potansiyeline sahip olduğu sürece devam eder. Yani nesneler, bundan böyle yeni bir form kazanmanın mümkün olmayacağı bir hale ulaşıncaya dek sürecektir. Dolayısıyla, her nesnenin en yüksek ve ortak amacı, mutlak bir sükûnet, kalıcılık ve değişmezlik haline ulaşmaktır. Ona göre, mutlak bir değişmezlik haline ulaşabilen nesne, maddeden yoksun olan bir varlık olacaktır.
Aristo maddî cevherin yanında bir de manevî cevher kabul eder. O bu cevheri, “Kendinde ve kendiliğinden var olan gerçek varlık olarak gördüğü için, o varlık olarak varlıktır, birdir ve bölünmez. Bu bakımdan o, hiçbir nitelik ve nicelik kazanmamıştır ama varlığın diğer şekillerine temel teşkil eder.”
Her şeyin zıttı olduğu halde, Aristo’ya göre bu cevherin zıttı yoktur. Aristo bu anlayışıyla İlk Muharrik’i yani Tanrı’yı işaret etmektedir. Aristo, üç çeşit cevher sıralar:
1. Duyulur cevher
Bu oluş ve yok oluşa tabi olup herkesçe bilinen ve kabul edilen bir cevherdir. Mesela bitkiler ve hayvanlar bu cevher türüne dahildir. Bu cevher Ateş, Hava, Su, Toprak gibi basit unsurlarla bunların bileşimlerinin teşkil ettiği bileşik cevherler olup Ay-altı âlemine aittirler. Ay-altı âleminde hareket doğrusal, ay-üstü âlemde döngüseldir. Ay-altı âlemde fertler oluşa tabidir. Yani doğar ve ölüler. Aristo oluşun seyrini şöyle açıklar: “Var olan yokluktan çıkmayacağına ve zıtlar birbirlerini yok ettiklerine göre, birinin oluşu diğerinin yok oluşu demektir.”
2. Duyulur ve ezelî olan cevherler
Bunlar gök cisimleri olup Ay-üstü âleminin cevherleridir. Aristo bu iki çeşit duyulur cevherin, hareketi içine aldıkları için, Fizik’in sahasına ait olduklarına ve bu yüzden değişmeye maruz kaldıklarına inanır.
3. Hareketsiz olan cevher
Diğer cevherlerle ortak bir yanı olmayan bu cevheri Aristo, metafiziğin ve teolojinin konusu olarak kabul eder. “Hareket etmeyen, hareket ettirici…”
En yüksek varlık, ruh ve beden gibi iki unsurdan meydana gelmez. Çünkü o, Aristo felsefesinde saf formdur. Maddesizdir. Onda kuvve diye bir şey kalmamıştır. Yani başka bir şey olma potansiyeli yok. Dolayısıyla onda madde olmadığı için değişime de uğramayacaktır.
Şimdi kuvve terimine bir daha değinelim. Burası Aristo’da önemli. Kuvveye güç dedik. İmkân dedik. Potansiyel dedik… Güç olarak ifade ettiğimizde önümüze iki şey çıkıyor.
Aktif Güç: İnşaat örneği. Ortada henüz inşaat yoktur. Mimar gelir o inşaatı yapar. Dolayısıyla inşaat aktif bir güç tarafından yapılır. Yani mimar tarafından.
Pasif Güç: Başka bir varlık tarafından değiştirilmedir. Mesela bir ateşin odunu yakıp yok etmesi. Birbirlerine benzer anlamdalar. Temel fark bakış açısı. Birisi eserde diğeri failde bulunur
Aristo’ya göre Tanrı, saf form ve sırf fiil olduğundan, bütün varlıkların hem etken hem de formel sebebidir. Aynı zamanda o “İlk sebeptir”. Bunun yanında bütün varlıkların kendisine yöneldiği “tek gaye” olduğu için O, varlıkların “gaye” sebebidir de.
Aristo’ya göre dört sebeple meydana gelen varlıklar, Tanrı’nın câzibesi karşısında O’na ulaşmayı gaye edinirler. Aristo, “Tabiatın ve Tanrı’nın manasız bir iş yapmayacağına” kani idi. Onun için Aristo, âlemde her şeyin bir gayeye göre düzenlenmiş olduğunu kabul etmektedir. Tabiattaki bir gayeye göre çalışmayı bir sanatkârın çalışmasına benzetir. Ona göre sanattaki görelilik tabiatta da aynen vardır. Âlemdeki organik kuvvetler de bir sanatkâr gibi belli bir gayeye uygun olarak çalışır.
Kozmolojisi (Evren Tasavvuru)
Aristo’ya göre kâinat hiçbir mekânda değildir. Çünkü onun nazarında göğün dışında hiçbir şey yoktur. Daha doğrusu birinci göğün dışında İlk Muharrik’ten başka bir şey yoktur. O da uzanımsız (yer işgal etmediğinden) olduğundan birinci göğün hareket edebilmesi için sınırından, yani kendine has mekândan kurtulması gerekir. Halbuki Ay-üstü âlemde yer değiştirme hareketi değil, devrî hareket vardır. Birinci gök âlemin mutlak sınırıdır. İşte esas güçlük birinci gökteki bu sınırın neye, nereye ait olduğudur!
Ahlâk Felsefesi
Aristoteles’in etiği, ahlakı “insan olmanın anlamı ve amaçları” yoluyla tanımlanır. İnsanların nihai ve doğal amaçları vardır. Aristoteles, tıpkı Sokrates ve Platon gibi, bu amacın mutluluk olduğunu öne sürer.
Aristoteles’e göre, insanın kendini gerçekleştirmesinin sonucu olan mutluluk, bütün insanların her şeyden çok peşine düştükleri bir hedef olmak durumundadır. Zira mutluluğu, “akla uygun erdemli faaliyetin belirlediği bir hayat” olarak tanımlar. Aristoteles’in dikkatini çeken daha çok genel erdemlerdir. Bu erdemler cesaret, basiret, ölçülülük, adalet, dürüstlük, cömertlik ve dostluk gibi erdemlerdir.
Akıl, elbette erdemleri tanımlayabilir. Fakat erdemleri öğrenmenin veya kazanmanın ya da bir şekilde hayata geçirmenin yolu kesinlikle ve sadece akıl yürütme değildir. Aristoteles, insanın erdemli olabilmesi için öncelikle iyi yetiştirilmesi gerektiğini söyler. Dahası, faziletli bir insan, erdemli eylemleri üzerinde enine boyuna düşünerek vakit kaybetmez. Aristoteles’te, aklın biri pratik diğeri kuramsal olmak üzere iki boyutu olup, bunlardan her ikisi de önemli olmakla birlikte o, insanı insan yapan, hatta onu Tanrıya yaklaştıran şeyin kuramsal aklın etkinliği olduğunu düşünüyordu.
Aristoteles, insan için gerçek mutluluğun temaşa hayatı olduğunu, onu gerçek mutluluğa götüren şeyin bu tür bir hayatın sonucunda kazanılan fikri ya da entelektüel erdemler olduğunu dile getirir. İnsan için en iyi ve en yüksek mutluluk en iyi ve en yüksek etkinlikte, yani insanın insan olarak doğasını en eksiksiz şekilde ifade eden ve gerçekleştiren etkinlik türünde söz konusu olur. Bu etkinlik de “tefekkür” ve “temaşadır.”
Yukarı ifade ettiklerimiz Aristo’nun erdem anlayışının “fikrî boyutunu” resmeden. Bir de bu erdemin “ahlakî boyutu” vardır: Bu erdemler pratik aklın, ruhun hayvani düzeyini kontrol altına almasına ve ona yol göstermesine bağlıdır. Eğer insan, bu kısmı gereği gibi eğitip düzene sokmazsa, akli fonksiyonları kilitlenir ve insanlıktan çıkar.
Dolayısıyla Aristoteles’te ahlaki erdem, ifratla tefrite düşmemekten ve iki aşırı uç arasındaki altın ortayı bulmaktan meydana gelir.
Siyaset Felsefesi
İnsanlar doğaları gereği politik hayvanlardır. Çünkü boşuna ya da amaçsız bir şey yapmayan insanlara konuşma yeteneği verilmiş olup onlar bu yetenek sayesinde birbirlerine, aile ve devlet benzeri kurum ya da topluluklarda çok önemli bir rol oynayan adalet benzeri kavramları aktarma imkânı bulmuşlardır.
Yine, onun politik doğalcılığına göre, bireyler kendilerine yeter olmamaları nedeniyle devlet kurulur. Bireyler hiçbir şekilde kendine yetemeyecekleri için onlar politik düzene veya cemaate sadece “maddi zorunluluklar ve ihtiyaçları açısından değil” fakat eğitim ve ahlaki gelişim açısından da ihtiyaç duyarlar.
Aristoteles’e göre politik düzen ve devletin hukuki sistemi, insanları adil ve erdemli kimseler haline getirirken, onları ahlaken çok daha yüksek bir düzeye taşır. Ayrıca, bu sistemin varoluşu ve iyi işleyişinin “yönetici bir öğe ya da gücün varlığına” ihtiyaç duyduğunu söyler.
Kent-Devletini Ortaya Çıkaran Dört Neden
1. Kent-devletini oluşturan, ailelerin veya sınıfların politik topluluğu. (Maddi Neden)
2. Devletin anayasası. (Formel Neden)
3. Devleti yöneten kimseler. (Fail Neden)
4. Kent-devletinin oluşu “iyi bir hayat tarzı.” (Gaye)
Tek kişinin doğru ve adil yönetimine “monarşi” ya da krallık, Buna mukabil onun adaletsiz ve kötü yönetimine “tiranlık”, birkaç kişinin iyi ya da ideal yönetimine “aristokrasi”, onların kötü ya da adaletsiz yönetimine “oligarşi”, çoğunluğun yönetimi söz konusu olduğunda, doğru ve adil yönetim biçimine “cumhuriyet”, aynı çoğunluğun kötü ve ideal olandan sapmış yönetimine “demokrasi” adını verir. Burada yönetim şeklinin doğru olması yöneticinin, “halkının çıkarını, kötü olanda ise kendi çıkarını” gözetmesidir.
O, doğru politik adaletin aristokratik olması gerektiğini, politik hakları veya yönetme hakkını politik topluma en fazla katkıda bulunan insanlara, yani erdem bakımından da zengin olan seçkinlere veren bir yönetim biçiminin en iyi yönetim biçimi olduğunu ileri sürer. Aristo her ne kadar aristokrasiye meyletse de bunu icra edecek olan erdemli insanların az olması ve bunun bir ütopyaya dönüşmesi endişesiyle bundan sakınır.
Uygulamada en iyi yönetim tarzının cumhuriyet olduğunu ilan eder. Çünkü cumhuriyet, çoğunluğun egemenliği ile azınlığın hâkimiyeti, zenginlerin egemenliği ile yoksulların hâkimiyeti arasında bir dengenin hayata geçirildiği bir politik yapıdır. Cumhuriyet, onun gözünde, güç dengesini elinde tutanın orta sınıf olduğu bir devlettir.
Aristo’nun Platon’dan Ayrıldığı Bazı Noktalar
1. Platon’a göre hakiki ve değişmez bilgiler idelerdir. Bu âlemde olan her şey idelerin bir gölgesidir.
2. Aristo’ya göre, maddeden bağımsız bir varlık yoktur. Varlık madde-formdur. Bunlar da bitişiktir. -Platon daha idealist bir tavır takınır. Diğeri âlemcidir.
3. Aristo daha realisttir. Bu dünyadan hareket eder.
4. Platon’da ruh ölümsüzdür. Bedenden önce de sonra da vardır.
5. Aristo’da ruh, bedene dahildir. Dolayısıyla beden ölünce ruh da ölür.
Fakat burada şöyle bir detay var: Ruhu üç parçaya ayırmıştı. (İlahi, Hayvani, Nebati) İlahi kısım Tanrının idrakine varır ve onu temaşa edebilirse ölümsüz olur.
Bu makaleyi okuyanlar için tavsiye yazı: “Helenistik Felsefe“
Kaynaklar
Felsefe Tarihi, Ahmet Cevizci, Say Yayınları, 2017.
Felsefeye Giriş, Ahmet Arslan, Adres Yayınları, Ankara, 2015.
Felsefenin Kısa Tarihi, Nigel Warburton, Alfa Yayınları, İstanbul, 2016.
Devlet, Platon, ter. Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cimcoz, Türkiye İş Bankası, İstanbul, 2016.
Sokrates’in Savunması, Platon, ter. Ari Çokona, Türkiye İş Bankası, İstanbul, 2017.
Devlet Adamı, Platon, ter. Furkan Akderin, Say Yayınları, İstanbul, 2014.
Felsefe Tarihi, Alfred Weber, Kabalcı Yayınları, İstanbul, 2015.