e-Medrese

Nasıl Bir Medrese İstiyoruz?

11.01.2021

NASIL BİR MEDRESE İSTİYORUZ?

Baştan şu noktayı açıklığa kavuşturalım: Geleneksel medreselerin bugüne nasıl taşınacağı ve daha umumî manada İslamî eğitim kurumlarının ne tür teçhizata sahip olması gerektiği, bu yazının boyutlarını aşıyor. Konunun eğitim materyallerinden bilgi felsefesine, devlet-ideoloji ilişkisinden İslamî ilimlerdeki köklü revizyona kadar birçok linki bulunuyor. Farklı alanlardaki uzmanların bir araya gelip ana okuldan yükseköğretime öğrencilerin nasıl eğitileceği meselesini ortak bir sonuca bağlamaları ve bu sivil iradenin ideal eğitim kurumunun inşası aşamasında baskın rol oynaması gerekiyor. Bunları göz önünde bulundurmakla birlikte, klasik medrese müfredatını uzun yıllar tahsil etmiş ve bu tecrübeyi farklı saha okumalarıyla beslemeye çalışan biri olarak beş kriz alanını ve çözümünü dikkatlere sunmak isterim.

BAĞIMSIZLIK KRİZİ:
Siyasî İradenin ve Cemaat Taassubunun Gölgesinden Uzak Bir Eğitim Kurumu

Uygarlıklar tarihinde bilimsel ve kültürel ilerleme hamlelerine baktığımızda, bunların sivil inisiyatife sahip özgür araştırma ve düşünme ortamlarında gerçekleştiğini görüyoruz. Aksi halde iktidar söyleminin ve hâkim cemaat yapılarının yönlendirmesine maruz kalan eğitim kurumları, ancak müstakil ilmî ve fikrî duruşu olmayan statükocu ezberciler yetiştirmişlerdir. Aynı durum, bugünün İslam dünyası için de geçerlidir. Elbette finansal desteğinden toplumsal duruşuna çeşitli suflör güçlerin parantezinde oluşup gelişen öğretim merkezleri, ilmî içeriğe geçmeden daha baştan özgürlük ve özgünlüklerini teslim etmişlerdir.

Yegâne amacı, hakikati bilmek ve bildirmek olan ilim adamlarının yetişecekleri yerler, kuşkusuz hiçbir odağın arka bahçesi gibi görülmeyen özgür eğitim hanelerdir. Buralarda tahsil görenler tarafsız araştırma ruhundan ve çıkarsız ifade gücünden başka bir saikla hareket etmeyeceklerdir. Onlar bu mükellefiyete riayet ettikleri sürece, siyasetçisinden sanatçısına herkese düşen, farklı kanaatte de olsalar, onlara saygı duymak, hür iradelerinin önünü tıkayıcı ayak oyunlarına başvurmamaktır. Bu gerçekten sarf-ı nazar edildiği müddetçe, maalesef ortada medreselerin, kursların ve ilmî merkezlerin sade nostaljik prestijlerinden başka bir şey kalmamıştır.

METOT KRİZİ:
Ezberci Eğitime Karşı Anlama ve Sorgulama Merkezli Yaklaşım

Önceki başlık ideal İslamî eğitim kurumunun dış donanımını teşkil ediyorsa, bu kısım genel tedrisat mantığına ilişkin iç gerekleri oluşturuyor. Medrese ve ilahiyatı dış otorite baskısından kurtardıktan sonra içerde ezber değil anlama odaklı; metin kadar maksada, yani sade söylenene değil, söylenmek istenene de yoğunlaşan bir yaklaşım tarzını hâkim kılmamız gerekiyor. Şer’î ilimler geleneği olanca velüdlüğüne ve satvetine rağmen, gerek vahyin nas boyutuna takılıp maksat boyutunu ihmal etmenin, gerekse bu nassın önceki yorumlarını ezberleyip yeni açılımlar getirmemenin acı sonuçlarıyla doludur. Ciddi ilmî inkıbaza ve fikrî donukluğa yol açan bu tutum, dış cepheleri ve tabelaları değişik olmasına rağmen günümüz eğitim-öğretim yerlerinin de temel krizlerinden biridir.

O halde talebelere ezberlemeyi değil anlamayı, cevapları değil soruları belletmeliyiz. En temel mantıkî ve ahlakî ilkeler dışında hükümlerin zamana ve zemine göre değişebileceğini, önemli olanın meselelerin literatür bilgisine değil, kritik yapabilme nosyonuna sahip olmak olduğunu anlatmalıyız. Ezber ve nas odaklı tedrisatın diğer trajikomik yönü, dinî diye bildiğimiz hükümlerin canlı hayatla uyuşmadığı ve fakat makul ölçüde bir çözüm yolunun elzem olduğu durumlarda, garip tevillere başvurmak ve sathî izahlarla durumu kotarmaya çalışmaktır. Sonuçta olan, bizim önceden soğukkanlı ve ilkesel biçimde çıkış yolunu göstermediğimiz mevzularda, dışarıda akan hayatın bizi uğrattığı yeni bir yenilgidir.

TARİH KRİZİ:
Gelenek Ne Kutsallar Bütünü Ne Hurafeler Yığınıdır

Bugün tarihî mirasımızla girilen ilişkide en büyük çatışma noktalarından biri, gelenek yorumlarıdır. Bazı kesimler geleneği kusursuz bir miras olarak değerlendirirken, bazılarımız onu sahih İslam yorumunun önüne çekilen hurafe çitleri olarak görmektedir. Bunu kabaca ilahiyat fakülteleri gibi modern kurumlarla medrese ve kurslar gibi geleneksel yapılar üzerinden pratize edecek olursak, ilkinin genel olarak ilim mirasına karşı cüretkâr, diğerlerinin ise sorgusuz teslimiyet halinde konumlandıklarını söyleyebiliriz. Meseleyi ana hatlarıyla somutlaştırmaya dönük bu saptama, haliyle modern İslamî eğitim kurumlarında sloganlar ve ağırlıklı olarak istişrakî yorumlar üzerinden geleneği silikleştirmeye, klasik tedrisat merkezlerinde ise mutlak doğru addedilen metinler ve müellifler üzerinden geleneği idealize etme sonucuna evrilmektedir.

Dikkat edilirse, iki yaklaşım tarzının ortak noktası, geleneği emanet akılla ve ötekiler üzerinden okumak, yani ezbercilik ve taklittir. Dolayısıyla dinin ve akl-ı selimin evrensel sabiteleri üzerinden, her tür tarafgirlikten uzak biçimde kadim muhassalaya eğildiğimizde ifrat ve tefritten kurtulmuş olacağız. Bu durumda kutsallık ya da hurafe yaftası nedeniyle sağlıklı ilişki kuramadığımız gelenekle gerçekçi ve dinamik bir ilişki sürecine adım atacağız. Evet, İslamî ilimlerden tasavvufî yeküne, yerleşik örf ve adetlerden bilgi felsefesi ve yorum usulüne kadar dinî geleneğimiz, durağan ve tertemiz bir kaynak değildir. Vahiy membaının insan zihnine akarken -kaçınılmaz olarak yer yer- çer çöpe bulaştığı mümbit bir güzergâhtır.

Kaldı ki Peygamberimiz (s.a.v) sonrası sahabe tavrında da gördüğümüz üzere, bir şeye değer verip sahip çıkmak, onu her koşulda olduğu gibi değil, sağlıklı devamını sağlayacak düzenlemeyle birlikte yaşatmaktır. Aksi halde gelecek nesillere ruhu olan canlı organizma değil, göz alıcı görüntüsü olan içi boş bir yapı bırakmaktan kurtulamayacağız.

EPİSTEMOLOJİ KRİZİ:
Dinî ve Bilimsel Bütün Bilgiye Sahip Çıkan Bir Anlayış

Günümüz eğitim kurumlarının aşması gereken dördüncü handikap, bilginin parçalanmasıdır. Skolastik düşüncesin son evresinde Hristiyan  düşüncesiyle felsefenin, yani dinî inançla yeniçağ biliminin birbirinden bütünüyle ayrılmasıyla derinleşen din ve bilim krizi, Descartes’çi düalist görüşten Kopernik devrimine, teistik egzistansiyalizmden yirminci yüzyıl pozitivizmine sonraki birçok gelişmenin de itici gücüyle teoloji ile felsefenin yıpratıcı rekabetiyle sonuçlandı. Zaten fıkıhla akaid, zühtle ilim, taklitle içtihat, usulle furû, şeri ilimlerle beşeri ilimler arasındaki makası iyice açarak parçacı ve çatışmacı anlayışa alışkın olan Müslüman düşünürler, Batıdan esen otonom bilgi rüzgârına kapılmakta gecikmediler.

Bununla birlikte dinî bilgi ile bilimsel bilginin yapısı ve koşulları itibariyle farklı olduğunu inkâr etmiyoruz. Özellikle ilimlerin alt dallara ayrılarak gelişmesi ve farklı disiplinlerin ortaya çıkması, bir noktada ihtisaslaşmanın ve özerk alanların mevcudiyetini kaçınılmaz kılıyor; lakin Müslüman eğitimciler olarak din ve bilimin, ilahiyat ile felsefiyatın, doğa bilgisiyle şer’î hükmün zorunlu ayrılıklarını bir öze irca edecek ve bilgiye bütüncül yaklaşabilecek kuşatıcı ufka sahip olmak mecburiyetindeyiz. Nihayetinde miras taksimini ilgili nasla vahyeden Rabbimiz Teâlâ, kâinata da seyredeceği düzeni vahyetmiştir. Dinin sahibi ile bilimin sahibi bize göre birdir. Bilgi türleri ve ilim dalları noktasındaki katı ayrıştırmacı tutum, bahusus Osmanlı’da ilim dünyasının aklî ve tecrübî bilimleri boşlamasıyla sonuçlanmış ve izole medreselerin, çağına yabancı âlimlerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Aynı tehlike, bugünün medrese ve İslamî eğitim kurumları için de söz konusudur.

MANEVİYAT KRİZİ:
Zühd ve Takvaya Günlük Programında Yer Veren Bir Müfredat

İlmin bir sonucu olarak amelin, başka ifadeyle zahitlik ve müttakiliğin tedrisattan koparılması, üst başlığın kapsamına dâhil olsa da müstakil ele alınmayı hak edecek önemi haizdir. Ne Kur’an ayetleri, ne nebevî beyanlar etkin eyleme, yani kulluk enerjisine dönüşmeyen bilgi parçacıklarını ilim olarak kayda değer görmez. Allah’a karşı tevhid şuurunu, kullara karşı adalet duygusunu beslemeyen medrese, okul ve merkezler ilmî ve kültürel trendin ne kadar ilerisinde olursa olsunlar, asla ideal İslamî bir vasıf taşımazlar. Nedense kürsü ve mahfillerde Kur’an’ın “oku”, “akıl sahipleri için bunda ibretler vardır”, “kaleme ve yazdıklarına andolsun!” gibi doğrudan okuma ve araştırmayı teşvik eden ayetlerini sıkça duyar, buna rağmen vahyin nasıl bir öğrenme şeklini tasvip ettiğini sormayız. Çünkü ilk kısım, bizi hâkim seküler mantıkla uyumlu kılacak, ilmin ahlak ve adabına
ilişkin sonraki taraflar, Batıcı yaklaşımla aramıza set çekecektir, bundan çekiniriz.

Oysa Yüce Allah’ın razı olduğu ilim adamları, malumat dışında yoğun ibadet mesaisi olan, kalemine gözyaşının, konferansına gece namazının eşlik ettiği şahsiyetlerdir. Diğerleri bilgilerini milyonları katledecek ağır silahlar ve terör aygıtları geliştirme uğruna kullanırken, bu şahsiyetler birikimleriyle insanlığın ihyası ve ideal toplumun inşası için hizmet edeceklerdir. Bugün maalesef akademik ilkelere ve profesyonellik ruhuna gösterdikleri titizliğin yarısını zahidâne yaşamak için göstermeyen birçok Müslüman akademisyen ve eğitimci bulunmaktadır.

Bize göre bir eğitim-öğretim kurumunda zamanla pek çok koşul ve gereklilik değişebilir. Müfredattan müderris kalitesine her devrin kendi şartları vardır; ne var ki haşyet, tevazu, takva, ihlas, sıdk, istiğfar, hayâ, hilm, sabır, tevekkül ve şükür gibi ahlakî ve irfanî ilkeler bütün zaman ve zeminlerde değişmeden kalacaklardır.

MUSTAFA ALP

Bu makaleyi okuyanlar için tavsiye yazı: “Peygamberimiz Bugün Yaşasaydı Bize Ne Söylerdi?

Latest posts by emedrese (see all)

ETİKETLER: , ,
BİR YORUM YAZIN

ZİYARETÇİ YORUMLARI - 0 YORUM

Henüz yorum yapılmamış.

eMedrese bir İlmiye Vakfı projesidir.