Maturidiyye Mezhebi
Maturidiyye Mezhebi
İçindekiler
Maturidiyye Mezhebi
İmam Mâturidi’nin Hayatı
İmam Mâturidi (ö.333/944), ilmi anlamda oldukça yoğun faaliyetlerin yürütüldüğü Maveraünnehir bölgesinde yetişmiştir. Eserlerinde görülen kelâmi ve felsefi derinlik, bölgedeki ilmi-fikri canlılığa dair ipuçları vermektedir. Mâturidi, İslami ilimleri bölgenin önemli bir eğitim merkezi olan Daru’l-Cüzcâniyye’de zamanının seçkin alimlerinden almıştır. Hocaları arasında Ebu Nasr el-‘Iyâdi (ö. 3. asrın son çeyreği), Ebu Bekir el-Cüzcâni (ö. 3. asır)Muhammed b. Mukâtil (ö.150/767) ve Nasr b. Yahya sayılabilir. Mâturidi, bu dört hocası vasıtası ile Ebu Hanife’ye (ö.150/767) bağlanmaktadır.

İmam Mâturidi’nin hayatı, Abbasilerin zayıflama dönemine rastlar. Bu dönemde yönetimin otoritesi zayıflamış, Halife Me’mun (ö.218/833) döneminde Beytü’l-Hikme’de Platon ve Aristo’nun eserleri tercüme edilmeye başlanmış, mütercim ve edipler dönemin gözdeleri haline gelmiştir. Felsefe, kelâm ve mantık gibi ilimlerin yükselişe geçtiği bu dönem Mu’tasım (ö.222/842) ve Vâsık (ö.232/847) dönemlerinde de devam etmiştir. Mütevekkil (ö.247/861) döneminde ise bu anlayışa bir tepki başlamış ve her türlü fikir münakaşası bidat sayılmıştır. Bu tutumun bir sonucu olarak merkezi otoritede sarsılma ve sonunda zayıflama meydana gelmiş, ilim merkezi olarak Bağdat’ın yerini akli ve felsefi ilimlerin gelişmeye devam ettiği Semerkant, Buhara ve Harezm gibi şehirler almıştır.
Mâturidi, doğuda genel olarak Mutezile ile, özel olarak bölgede yaygın olan Bağdat Mutezilesi ile mücadele etmiştir. Aynı dönemde Eşari de Irak’ta Basra Mutezilesi ile mücadele etmekteydi.
İmam Maturidi’nin Eserleri
Mâturidi, tefsirine bu ismi vermiştir. Zira ona göre tefsiri ancak Resulullah ve ayetlerin nüzulüne şahit olmuş olan sahabe yapabilir. Bu anlamda onların tefsiri bağlayıcıdır da. Onlardan sonra gelenlerin yaptığı ise ancak tevil olabilir ve bağlayıcı değildir. Ona göre sağlıklı bir tevilin ilk şartı, onun Kur’an’ın metinsel bağlamına ve bütünlüğüne uygun olması; ikinci şartı ise hakikatin mecazdan, zahirin batından önce gelmesidir.
Mâturidi’nin Kelâm ve bir bakıma da mezhepler tarihi konularına dair zikredilebilecek önemli eseridir. Eserinde Kelâmın ana konuları olan ilâhiyyât, nübüvvât ve sem’iyyâtın çoğu meselelerini konu edinmiş, Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin ve İslam dışı cereyanların görüşlerine temas ederek gerekli tenkitleri yapmıştır.
İmam Maturidi’nin Kelam Anlayışı

Hocaları gibi o da akâid ilminde Ebu Hanife’nin eserlerini tetkik etmiş, onları okuyup öğrenerek fikri bir olgunluğa kavuşmuştur. Onun kurduğu kelâmi anlayış, bir anlamda bölgede etkin olan Hanefiliğin itikâdi yorumudur. Bu anlamda Mâturidi, Ebu Hanife’nin (diğeri Mısır’da Tahâvi olan) iki büyük yorumcusundan birisi olmuştur. Bu mezhebin adı onunla anılsa da bunu Ebu Hanife’ye kadar götürüp ona nispet eden, hatta bu ekolün adını “Hanefiyye-Mâturidiyye” olarak zikredenler de olmuştur.
Kader ve cebir görüşlerine sapanlara karşı İslam akidesini savunmak için Ebu Hanife’nin ileri sürdüğü esasları sistemleştiren de Kaderiyye ve Mutezilenin akılcı cereyanı ile Cebriyye ve Müşebbihe’nin nakilciliği karşısında akıl ve nakil çerçevesinde onları uzlaştıran da odur. Dinde sadece nakille yetinen Selefiyye ile nakli ihmal edip aklı öne çıkaran Mutezilenin din anlayışına karşı Mâturidi, akılla nakli uzlaştırmıştır. İslam’ın ana ilkelerini akli verilerle temellendirmeye çalışmış, akılcılık ve hikmet felsefesi denebilecek bir metotla onları tahlil etmiştir.
İmam Maturidi’nin Metodu
Mâturidi’nin sistemi, tenzih ve -özellikle de-hikmet olmak üzere iki ana prensibe dayanır. Onun metodunun bazı özellikleri şu şekilde sıralanabilir:
1-Akılla nakil arasında orta yolu tercih etmek.
2-Ayetleri yorumlarken de kelâmi görüşleri serdederken de Kur’an’ın bütünlüğünden kopmamak.
3-Fikri, fiille irtibatlandırmak. Ona göre amel, imandan değildir ancak asıl olan, fikirlerin fiillerimizle uyum içinde olmasıdır.
4-Manaya ve maksada önem vermek.
5- Muarız görüşleri tenkitten evvel onları ortaya koymak, tahlil etmek ve yanlışlarının sebeplerini araştırmak.
6-Kelâmiizahları somut neticelere bağlamak ve vakıayı hareket noktası bellemek.
7-Bir iddiada bulunurken de bir iddiayı reddederken de delille hareket etmek.
İmam Maturidi’nin Tesirleri
Mâturidi, İslam akidesinde bugüne kadar devam eden tesirlerine, günümüze kadar intikal etmiş eserlerine rağmen ölümünden sonra bir asırdan fazla bir süre boyunca diğer kelâmi çevrelerde dikkat çekmemiş ve muasırı Ebu’l-Hasen el-Eşari kadar şöhret bulamamıştır. Onun az tanınması ve hakkında daha az çalışma yapılmış olması yanında, İslami fırkalara ait kaynak eserlerde de kelâm ilmi ve alimlerinden bahsedilirken onun hakkında suskun kalınmıştır.
Bunun sebepleri üzerinde çeşitli yorumlar yapılmıştır: Mâturidi’nin dönemin kültür merkezi sayılan ve Eşari’nin yaşadığı ve mezhebinin geniş ölçüde yayılmış olduğu, aynı zamanda hilafet merkezi olan Irak’tan uzakta bulunması; milliyet taassubu ve buna bağlı olarak Eşari’yi Ehl-i Sünnetin yegâne temsilcisi gösterme gayreti, Mâturidi’nin eserlerinin anlaşılma güçlüğü…
Mâturidi’nin ortaya çıktığı bölgede Hanefi mezhebi hâkimdir. Hanefi mezhebinin de-Hanbelilik’te olduğu gibi-itikâdi bir yönü vardır. Hanefiliğin benimsediği itikâdi anlayış, bölgede Ehl-i Sünnet anlayışı olarak kabul görmüştür. Bu dönemde müstakil bir Mâturidilikten söz etmek ise mümkün değildir. Mâturidiliğin ortaya çıktığı dönemde Ehl-i Sünnet sistematiği içerisinde itikâdi meseleleri izah etmiş olan Hâkim es-Semerkandi (ö.342/953) ve Ebu’l-Yüsr el-Pezdevi (ö.493/1100) gibi önemli kelâmcılar mevcuttur.
Bu isimleri bugün biz her ne kadar Mâturidiliğe mensup olarak zikretsek de onlar, kendilerini doğrudan Mâturidiliğe değil Ehl-i Sünnete nispet etmişlerdir. Aynı dönemde bu coğrafyada atıfta bulunulan “Ehl-i Sünnet” anlayışının ana omurgasını Hanefilik teşkil etmektedir. Mâturidilik’ten ise daha sonra neşvünema bulmuş olan ve Hanefiliğin kelâmla karşılaşmasını temsil eden bir anlayış olarak bahsedilebilir. -Mâturidiliği asıl olarak sistemleştiren ve bir mezhep olarak ortaya koyan alim Ebu’l-Muin en-Nesefi (ö.508/1115) olmuştur. Nesefi ailesi, içlerinden çıkardıkları alimlerle mezhebin yayılmasına önayak olmuşlardır. Hâkim es-Semerkandi ile birlikte ise Râzi’nin (ö.606/1210) felsefi kelâm anlayışı Mâturidilik içinde de oluşmaya başlamıştır. Bu anlayış, asıl gelişimini Osmanlı döneminde sağlamıştır.
Osmanlı medreselerinde genel olarak Eşarilik hâkim olmuş, özellikle Râzi sonrasında artık nazariyat bahisleri, kelâm eserlerinde daha çok yer bulmaya başlamıştır. -Ancak Osmanlı’nın son dönemine gelindiğinde -modernleşme ile birlikte daha da artan-baskın bir Mâturidilik gözlenmektedir. Hatta 1850’li yıllardan sonra Osmanlı coğrafyasında artık Eşariliği savunan kişiler hemen hemen hiç yok gibidir. Bunun bir sebebi, artık zamanın ihtiyaçlarına cevap veremediği düşünülen klasik kelâm birikiminin Eşarilikle özdeşleştirilip Eşariliğin mahkûm edilmesidir. Bir diğer sebep ise Mâturidiliğin hem bu tenkitten kurtulmuş olması hem de bazı prensiplerinin, meselelere yaklaşım biçimlerinin modernleşme ile yakınlık tesis etmeye daha uygun görülmüş olmasıdır.
Mesela Mâturidiliğin cüz’i iradeye daha çok vurgu yapması, hikmeti ön plana çıkarması bu uyumu sağlayacak özellikler olarak görülmüştür. Bir üçüncü sebep ise 19. asrın sonunda milliyetçiliğin yaygınlaşmasıyla birlikte bir Türk olan Mâturidiliğe rağbetin artmış olmasıdır.
Maturidiyye Mezhebinin Meşhur Alimleri
1-Hâkim es-Semerkandi (ö. 342/953)
Mâturidi ve Hâkim es-Semerkandi de Maveraünnehir kelâmcılarından olmakla birlikte, görüşlerindeki yakınlığa rağmen Semerkandi’nin -tamamen olmasa da- geleneksel Hanefi çizgiye daha sadık kaldığı, Mâturidi’nin ise yeni yollar ve ıslah arayışları içinde olduğu ifade edilmiştir. Nitekim Semerkandi, Mâturidi’nin yeni formüle edilmiş tezlerini savunmamaktadır. Bununla birlikte Semerkandi, Mâturidi’den daha fazla konuyu eserlerinde ele almıştır. Sevâdü’l-A’zam isimli risalesinde 73 fırka hadisini esas alarak Hanefi-Mâturidi akidesini 62 madde halinde sıralayıp açıklamıştır.
2-Ebu’l-Yüsr el-Pezdevi (ö. 493/1100)
Başta Buhara olmak üzere Maveraünnehir bölgesinde önemli bir Hanefi-Mâturidi bilgini olarak kabul edilmektedir. Eserlerinde kendisinden önceki kelâmcıların ve felsefecilerin tesirleri görülmektedir. Ele aldığı birçok meselede Eşari’nin görüşünü zikrettikten sonra “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin görüşüne gelince…” ifadesini kullanmış, bununla sadece Hanefi-Mâturidileri kastetmiştir. Pezdevi, her ne kadar Mâturidiliğin önde gelen bir temsilcisiyse de zaman zaman Mâturidi’yi eleştirmekten geri durmamıştır. Usûlü’d-Din[66] isimli eserinde kelâmın tüm meselelerini 96 başlık halinde ele almıştır.
3-Ebu’l-Muin en-Nesefi (ö. 508/1115)
Tahsilini Semerkant ve Buhara’da Hanefi alimlerden alan Nesefi’nin talebeleri arasında Necmeddin Ömer en-Nesefi (ö.537/1142), Alâeddin es-Semerkandi (ö.539/1144), Ahmed el-Pezdevi, Ebu’l-Hasen el-Belhi gibi önemli isimler bulunmaktadır. Nesefi, kendisinden sonraki birçok alimi etkilemiştir. Mesela Necmeddin Ömer en-Nesefi’ye ait el-Akâid, Tabsıra’nın bir özeti mahiyetindedir. Ayrıca Alâeddin es-Semerkandi, Mâturidi’nin Tevilât’ına yazdığı şerhi, hocası Nesefi’nin derslerindeki açıklamalarından tuttuğu notlardan oluşturmuştur. Ebu’l-Muin, Mâturidi’nin görüşlerini semantik yöntem- kelimelerin kök manalarından hareketle, tarih boyunca kazandıkları anlamları tahlil etme yöntemi ile sistemleştiren, geliştiren ve daha iyi tanınmasını sağlayan bir kelâmcıdır. Meseleleri bütünlük içinde ve her türlü önyargıdan uzak olarak ele almış; gramer ile kelâm arasındaki ilişkiyi her fırsatta dile getirmiştir.
Onun kelâm anlayışında aklın ehemmiyeti büyüktür. Zira ona göre önyargılardan uzak akıl, iyiliklere meyleder ve kötülüklerden kaçınır. Akıl, bilgi vasıtalarından biri olmakla birlikte akâid, nakil kaynaklıdır; aklın görevi ise onu doğru ve mantıklı bir şekilde anlamak ve benimsemektir. Zaten akıl, vahyin gerçek manasını anlayabilirse aralarında bir çelişki olmadığı ortaya çıkar. Tabsıratü’l-Edille, en önemli ve en kapsamlı eseridir. Bu eser, Mâturidi’nin Kitâbu’t-Tevhid’inin daha anlaşılır hâle getirilmiş şeklidir. Ayrıca Tabsıra’da konular daha metodik ve planlı olarak ele alınmış; onun üslubu daha kolay ve ifadeleri daha açıktır. Bu sebeple Tabsıra, sonraki Mâturidi alimlerin çalışmalarına kaynak olmuştur. Temhid ise Tabsıratü’l-Edille’nin özeti olan eserin üzerine birçok şerh yazılmıştır.
4-Necmeddin Ömer en-Nesefi (ö. 537/1142)
Kelâmdan ziyade fıkıh sahasında öne çıkan Nesefi, Kelâma dair tek bir eser yazmıştır. Akâidü’n-Nesefi, İslam akâidinin özeti mahiyetindedir. Bu eser, müellifin en çok tanınan ve Kelâma dair bilinen tek eseridir. Dini akidenin medrese usulüne uygun ilk hulasası olduğu için çok rağbet görmüş ve üzerine birçok şerh yazılmıştır. Bunlar arasında en çok bilineni Teftâzâni’nin Şerhu’l-Akâid’idir.
5-Nûreddin es-Sâbûni (ö. 580/1184)
İlmi hayatı konusunda kaynaklarda çok fazla malumat yoktur. Bu konuda bize ışık tutan şey, onun eserleri ve ömrünün sonlarında Râzi ile yaptığı münazaralardır. Mâturidiliğin daha sistemli bir mezhep haline gelmesinde çok ciddi tesirleri vardır. Özellikle Teftâzâni, Beyâzizâde ve Ragıp Paşa gibi alimlerin kendisinden nakillerde bulunmaları buna işaret etmektedir. el-Kifâye fi’l-Hidâye, kendisine ait el-Bidâye isimli eserin aslını teşkil eden bu eser, içerik olarak el-Bidâye ile aynıdır. el-Müntekâ min ‘İsmeti’l-Enbiyâ, bu eser de peygamberlerin ismeti hakkında yazılmıştır.
6-Ebu’l-Berakât en-Nesefi (ö. 710/1310)
Fıkıh, fıkıh usulü ve tefsir alanlarında verdiği eserleriyle öne çıkmaktadır. el-Umde adlı İslam akâidine dair kaleme aldığı ve Ehl-i Sünnet akâidinin bir özeti mahiyetinde olan bu eseri ile şöhret bulmuştur. el-İ’timâd fi’l-İ’tikâd ise el-Umde’nin şerhidir.
7-Beyâzizâde Ahmed Efendi (ö. 1098/1687)
Kuvvetli bir fıkıh ve kelâm bilgisine sahiptir. İtikâdi konularda Ebu Hanife ve Mâturidi’nin çizgilerini takip etmiş, Ebu Hanife’nin risalelerini şerh etmiştir. Akâid konularının dinde öncelikli olarak öğrenilmesi gerektiğini, inanca dair konularda taklide yönelip istidlali terk edenlerin sorumlu olacaklarını belirtmiştir. Aklın sınırı konusunda ifrata varan Mutezile ile onu geri plana iten Eşariyye’yi tenkit emiş ve ikisi arasında mutedil bir yaklaşımı benimsemiştir. el-Usûlü’l-Münife li’l-İmâm Ebi Hanife eserinde Ebu Hanife’nin risalelerini, müsnedlerini ve menakıb kitaplarından aldığı ibareleri, Kelâm kitaplarının tertibine göre bir araya getirmiştir. İşârâtü’l-Merâm min ‘İbârâti’l-İmâm isimli eseri ise el-Usûlü’l-Münife’nin bir bölümüne yazdığı şerhtir.
8-Kemâleddin İbnü’l-Hümâm (ö. 861/1457)
Çoğunlukla klasik Ehl-i Sünnet kelâm anlayışını yansıtıp Mutezile ve İslam filozoflarını tenkit etmiştir. Her ne kadar Mâturidi çizgisini takip etmişse de bazı konularda Eşari anlayışı tercih ettiği de olmuştur. Klasik kelâm anlayışına bağlı kalarak tüm kelâmi meseleleri ele almıştır. Hem müteahhirun ekolün 14. asırdaki takipçisi olmuş hem de daha sonra yazılan eserlere örneklik teşkil etmiştir. el-Müsâyera fi’l-Akâidi’l-Münciye fi’l-Âhira eserini yazarken, başta Gazali’nin er-Risâletü’l-Kudsiyye’sini ihtisar etmeye başlamış ancak zaman ilerledikçe metnin aslına bazı ilaveler yapmış ve asıl metnin tertibinden uzaklaşarak farklı bir eser ortaya çıkarmıştır.
Maturidiyye Mezhebinin Temel Kelami Görüşleri

Bilgi
Mâturidi’nin bilgi teorisi, Mâturidi olsun olmasın birçok kelâmcı tarafından da benimsenmiştir. Burada söz konusu edilen bilgi zaruri bilgi anlamındadır. Buna göre bilgi kaynakları üçtür: Duyular/havâss-ı selime, akıl/istidlâl ve doğru haber/haber-i sâdık. Bu kaynaklar birbirinden bağımsız olmayıp ulaşılan bilginin sıhhati konusunda birbirilerini desteklerler. Mesela akıl, arızadan ve engelden uzak olan duyuların bilgi kaynağı olmasını zorunlu görür. Mütevatir haber için de durum böyledir. Hatta mütevatir olmayan haberin sıhhat derecesini de yine akıl ortaya çıkarır. Akıl, dış dünyayı duyular yoluyla kavrar. Duyulara bağlı bilgi, istidlâli bilginin de temelidir. Keşif ve ilham ise, bilgi kaynağı olmaktan uzaktır.
Bilgi, öncelikle Allah’ın bilgisi ve mahlukatın bilgisi şeklinde ikiye ayrılır. Allah’ın bilgisi kadim, mahlukatın bilgisi hâdistir. İnsan bilgisinin vasıtasız ve gayriihtiyari olanına zaruri bilgi; bir irade, çaba ve vasıtaya bağlı olanına da kesbi bilgi denir.
Duyular/Havâss-ı Selime
Duyular, insanı zorunlu bilgiye ulaştırır. Duyulara bağlı bilgi, en açık olandır ve tüm bilgilerin esasıdır.
Akıl/İstidlâl
Akl-ı selim, duyular vasıtasıyla görünen âlemi; kavramlar ve deliller aracılığıyla da görünmeyen âlemi algılayan rûhi bir güçtür. Akıl hem zorunlu hem de zorunlu olmayan bilgileri üretir; hem duyular ötesindeki âlemi hem de duyular ve haberler yoluyla gelen bilgileri algılar. Mesela peygamberlerin mucizelerinin doğruluğu yine akıl ile istidlâl edilerek anlaşılabilir; insan, kendisini çevreleyen âleme bakıp Allah’ı akıl ile bulabilir.
Doğru Haber/Haber-i Sâdık
Duyuların veya doğrudan istidlâlin konusuna girmeyen alanlarla ilgili bilgiler ancak doğru haber yoluyla elde edilebilir.
Ulûhiyyet
Âlem, Allah dışındaki varlıkların adıdır ve Allah’ın varlığının alâmetidir. Allah, âlemi yoktan ve mükemmel bir şekilde yaratmıştır. Âlemdeki her şey cevher ve arazlardan meydana gelmiştir ve âlemde dâimi bir kevn ü fesat/oluş ve bozuluş câridir. Bu ise âlemin yokluktan geldiğinin ve bir gün yine yok olacağının delilidir.
Allah’ın Varlığının Delilleri
Âlemdeki her şeyi bir önceki şey var ediyorsa veya âlemdeki her şey var olmak için ona bağlı ise her hâdisin bir muhdisi olduğu ilkesine binaen âlemin yaratıcısı olan Allah’a ulaşmak mümkündür. Yine âlemdeki her şeyin değişiminden, zorunlu olmayıp mümkün oluşundan hareketle âlemi de mümkün kılan bir varlığa yani Allah’a ulaşılabilir. Evrendeki nizam, intizam ve ahenk hep onu bir düzenleyenin olduğuna işaret etmektedir. Bu vb. tefekkür yollarıyla insan, âlemin ilim, irade ve kudret sahibi bir varlığın eseri olduğunu bilebilir.
Sıfâtullah
Allah’ın zâtını tasavvur etmek yerine O’nu sıfatları ile tanımak ve bilmek mümkündür. Zira Allah’ın mahiyeti sorusuna O’nun ilim, irade ve kudret gibi kemâl sıfatları ile muttasıf olduğu söylenerek cevap verilebilir. Ancak O’nun sıfatları, mahlukatın sıfatları gibi olmayıp böyle bir zanna mahal vermeyecek kadar üstündür ve kadimdir; hâdis değildir; ezeli-ebedidir; O’nun zâtı ile kaimdir. Allah’ın birliğini ispat edip her türlü teşbihi O’ndan nefyetmeyi amaçlayan selbi sıfatları; evrenin yaratılış ve işleyişini, Allah’ın insanlara yönelik mesajını ilâhi zâta bağlayan sübûti sıfatları; Allah-evren ilişkisini konu edinen fiili sıfatları vardır.
Allah’ın sıfatları O’nun zâtının aynı da gayrı da değildir; zâtının ötesindedirler. İlâhi zat ve sıfatlar arasında bir başkalık yoktur; sıfatlar, zâttan bağımsız varlıklar da değillerdir. Bu düşünce ile hem taaddüd-i kudemâ endişesi kaybolmakta hem de tevhide aykırılık söz konusu olmamaktadır.
Kader, İnsanın Fiilleri ve Özgürlüğü
Mâturidilere göre insan, ihtiyâri fiillerinde özgürdür yani eylemlerinin gerçek failidir; oturan kendisi, yazan kendisidir. Allah, insanı mükellef olarak yaratmış ve ona temyiz gücü vermiş, güzel şeyin güzelliğini, çirkin şeyin çirkinliğini anlama gücünü onun fıtratına yerleştirmiştir. Fiil işlemesi/kesbi bakımından ihtiyâri fiillerinde rol, insana aittir; bunların sorumlusu da kendisidir. Ancak insan, fiilleri yaratan değildir. Bunu iddia etmek, yaratıcılıkta insanı Allah’ın ortağı saymak demektir. Ancak fiilleri Allah’ın yaratması, insanın sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Zira o fiili gerçekleştirmek için gerekli irade ve kudret, insana verilmiştir. Buna göre insanın cüz’i iradesi hâdis değildir. Zira o, itibâri bir şeydir; varlık veya yoklukla nitelenemez. İnsanın fiillerini meydana getirmek için istitâati (gücü) mevcuttur. O, bu gücü kullanarak fiillerini yapar. Bu güç insanda fiilden önce bulunur. Yani bu, insanda sürekli var olan potansiyel bir güçtür. İnsanın mükellef olması bundan dolayıdır.
Nübüvvet
İnsan, akıl ve irade sahibi bir varlık olmakla birlikte aklını ve iradesini gerektiği gibi kullanmanın yolunu ona haber verecek, ona arzu ve ihtiraslardan kurtulmanın yollarını öğretecek, fiillerinin sonunun neye mal olacağını kendisine bildirecek birilerine muhtaçtır. İşte o kişiler, peygamberlerdir. Tüm Ehl-i Sünnet mezheplerinde olduğu gibi Mâturidilik’te de peygamber göndermek, Allah hakkında caiz ve mümkündür. Akıl, bunu kabul eder. Zaten Allah’ın peygamberler göndermesi vuku bulmuştur. Hanefi-Mâturidi kelâmcılar, bu konuda vacip kelimesini kullanırken buradaki vücubu, Mutezilenin dediği gibi “Allah’a bir zorunluluk yükleme” anlamında değil; “O’nun hikmeti gereği” anlamında kullanmışlardır: Peygamber göndermek, Allah’ın insanlara bir lütfu ve rahmetidir.
Mucize
Mâturidi’ye göre peygamberler, beşer cinsinden oldukları için insanların, birer beşer olarak mucizelerin kendi kapasitelerini aştıklarını görünce inanmaları da kolay olmaktadır.
İman-Küfür
İmanın asıl unsuru kalp ile tasdiktir. Dil ise onu ifade etmenin aracıdır. Kalbi bir fiil olarak tasdik, dinde en ileri seviyedeki ameldir. Zira kalp, en korunaklı yerdir. Mâturidilerin tamamına göre iman ve İslam, birbirinin yerine kullanılabilen iki kavramdır: her Müslüman mümin, her müminde Müslümandır.
Fetret Ehli
Herhangi bir ilâhi kitaba yahut peygamber davetine muhatap olmayanlar (fetret ehli), Allah’a inanmaları durumunda ahirette kurtuluşa ereceklerdir. Mâturidi ile ona tâbi olan bazı kelâmcılar bu görüştedir. Mâturidilerin çoğunluğuna göre ise ancak inkârcılığı savunmayan kimseler -Allah’a inanmasalar da-kurtulabilirler.
Büyük Günah Sahipleri
Mâturidilerin büyük çoğunluğuna göre büyük günah işleyen bir kimse, o günahı helal görmedikçe veya hafife almadıkça dinden çıkmaz. Büyük günah sahipleri küfür veya şirk ile itham edilemezler.
Bu makaleyi okuyanlar için yazı tavsiyesi: “Eşari ve Maturidi Mezhebi Arasındaki Görüş Ayrılıkları“
Kaynaklar
TDV İslam Ansiklopedisi, Maturidiyye Maddesi.
TDV İslam Ansiklopedisi, İmam Maturidi Maddesi.
Wikipedia, İslam Mezhepleri Maddesi.
Maturidiyye Akaidi, Nureddin Sabuni, İFAV Yayınları, İstanbul, 2015.
Kelam İlmine Giriş, Cemalettin Erdemci, Ensar Yayınları (Dem Serisi), İstanbul, 2012.
Ana Hatlarıyla İslam Mezhepleri Tarihi, Mustafa Öz, Ensar Yayınları, İstanbul, 2014
Türk Kelamcılarından İmam Maturidi, Mehmet Aydın, İslam Medeniyeti Dergisi, 3/34, 1973.
Tefsirde Maturidi’yi Keşfetmek: İmam Maturidi ve Tevilatü’l-Kuran’ın Tefsir İlmindeki Yeri, İsmail Çalışkan, Milel ve Nihal/7, 2010.