Müslüman ve Hristiyan Teolojisinde İman ve Akıl Fenomenleri
- Arapçaya Dair Her Şey - 11 Ocak 2022
- İlahi Dinlere Göre Başörtüsü Meselesinin Değerlendirilmesi - 10 Ocak 2022
- Arapça Sözlük Kullanım Teknikleri - 8 Aralık 2021
İçindekiler
Hristiyanlık’ta İman Fenomeni
Hristiyanlık’ta iman, fiili bakımdan Tanrı’nın vahyettiği şeyi, onu vahyedenin Tanrı olmasından ötürü kabul etmektir. İmanın sevk edicisi Tanrı’nın kendisidir ve vahyettiğinin de kendisi olduğuna inanılmaktadır. Hristiyan teolojisine göre bir teoloğun iman olmaksızın teolog olamayacağı söylenmektedir. Çünkü bilimin ilkelerini, ermişlerin görüşüne dayanan apaçık bilimden bir şeylerin ancak imanla bilinebileceği düşünülmektedir. Teoloji yapan fakat imanı olmayan bir insan ancak bir teoloji tarihçisi veya genellikle teoloji tarafından ele alınan konular üzerinde araştırma yapan bir düşünür olarak kalacaktır ama teolog olamayacaktır.

Thomascılara göre temel saiki bakımından içsel olarak doğaüstü olan iman, bir yeti, Tanrı tarafından insanın içine akıtılmış kalıcı bir erdem olarak görülmektedir. Onun fiili, hüküm veren, tasdik eden ve irade tarafından sevk edilen aklın bir fiilidir ve sevgi tarafından biçim verilen ve mükemmelleştirilen bu fiil, hayat verici ve kurtarıcı olmaktadır. Çünkü doğaüstü sevgi imanın dışsal biçimidir. İman sevgi olmaksızın var olabilir çünkü her günah sevgiyi kaybettirebilir ama sadece imana karşı olan bir günah imanı kaybettirir.
Thomascı geleneğe göre teolojiye tahsis edilmiş olan en yüksek hakikatin temaşa edilmesi amacı tam olarak ancak iman yetisinin erdemler ve bağışların meydana getirdiği bütün içine dahil olduğu zaman ulaşılabileceğidir. Yani aslında teoloğun sevgiyle beraber imanı ele alması onun için daha iyidir fakat imansız bir şekilde imanı ele alması doğru görülmemektedir. Sadece biçim verilmemiş bir imana sahip olan bir teolog, bilgi olarak daha az donanımlı ama sevgi tarafından biçimlendirilmiş bir imana sahip olan zihinden bazı bakımlardan daha güçlü bir teolog olabilmektedir. Tanrısal şeylerin bilinmesinin amacı, aklı bilmeye sevk etmektir, iradeyi sevmeye teşvik etmek değildir.
İslam’da İman Fenomeni

İman, elif, mim, nun kök harflerinden meydana gelmektedir. Bu kök fiilin ilk anlamı “güven içinde olmak” daha sonra “emanet etmek, korumak” manalarına gelmektedir. İman terimi esas olarak inanma olayına işaret etmektedir. Bacuri (ö.1860) imanla ilgili şunları söylemektedir: “Bu fiilin konusu İslam’ın peygamberine, onun getirdiği şeye, öğrettiğine, Peygamber’in mesajına boyun eğme, teslim olma, tasdiktir. Çünkü peygamber, Tanrı’dan gelmiş olan vahyin “doğru” şahididir. İnancın içeriğiyse yani getirilen haber, ilk olarak Kuran ikinci olarak hadisler şeklinde ifade edilmektedir.”
İman terimine alışılan anlamı veren, insanı mümin yapan fiilin kendisidir. Bu ifade farklı şekiller de yorumlanmaktadır. Burada Sünnilerle ilgili üç çizgiden bahsedilmektedir. Birincisi, Ebu Hanife’nin (ö.767) Hanefi-Maturidi öğrencilerinin ve bazı Eşarilerin çizgisidir. Burada iman, “dille ikrar ve zihinle tasdik” olarak tanımlanmaktadır. Ebu Hanife’nin vasiyetinde buna ek olarak “kalple bilme”yi de zikrettiği söylenmektedir. Bu kavram çok farklı anlamlarda kabul edilmesinden ötürü çok tartışmalı bir konu olmaktadır. Ebu Hanife’nin hukukçu ve kelamcı öğrencileri, imanı tanımlamaları içine yalnızca kalple tasdik ve dille ikrarı yani şehadet formülünü almaktadırlar.
İkinci olarak Mutezile gelmektedir, imanı Kuran’ın şeriat ile ilgili uygulamalarıyla tanımlamaktadır ve onlara göre iman, dille ikrar ve yerine getirilmesi gereken emredilen fillerdir.
Üçüncü olarak ise Eşarilerin büyük çoğunluğunun ifadeleri gelmektedir. Bu görüş tek başına imanı meydana getiren şeyin kalple tasdik olduğu görüşüdür. Dille ikrar sadece bu ikrarda bulunanı, diğer insanların gözünde mümin yapması anlamında imanın bir koşulu olmaktadır. Burada İslam ile iman arasındaki ilişkiye bakılmaktadır. İslam genel anlamda “Peygamber’in mesajına boyun eğme ve inanma” olarak anlaşıldığından imanın genel tanımına yaklaşmaktadır. Hanefi metni olan Fıkhı Ekber’de dinin iman, İslam ve şeriatın bütün emirleriyle aynı anlama geldiği söylenmektedir. Daha dar anlamda ise bazen İslam, dille ikrar bazen Bacuri’nin işaret ettiği gibi fiillerin “beden organları tarafından” yerine getirilmesi anlamına gelmektedir. Böylelikle bir yanda İslam’ı bu iki anlamdan birincisinde alan Hanefiler, diğer yanda ikinci anlamda alan Mutezililer her biri kendi farklı iman anlayışları içinde olmak üzere imanla İslam’ı birbirine özdeş kılmaktadırlar.
Bu durum bazı Maturidi ve Eşariler’de de söz konusu olmaktadır. Fakat Şafii mezhebine göreyse iman ile İslam örtüşmez ancak Curcani’nin (ö.1413) dediğine göre kalbin tasdiki olmaksızın sözle ikrarda bulunmanın İslam olarak adlandırılabilmesine karşılık iman, kalple dil arasında uyumu gerektirmektedir. Eşarilerin bütünü ise iman ile İslam’ı içsel olarak birbirinden ayırmaktadırlar. Nasıl ki İslam ikiyüzlü birinin davranışında iman olmaksızın mevcut olabiliyorsa iman da İslam olmaksızın var olabilmektedir.
Eşari olan Bacuri iman ve İslam’ı içerikleri bakımından ayrı olduklarını ama şeriat açısından onları ilan eden kişide aynı olduklarını söylemektedir. Bununla beraber Mürcie ve Mutezilenin iddialarının aksine büyük günah işlemiş olan bir mümin ebedi olarak değil geçici olarak cehennemde kalmaya mahkûm edilir ebedi olarak cehennemde kalma özel olarak kafirlere ayrılmış bir cezadır. İman, tek başına iman insanı kurtarır. Hıristiyanlığın ortaya koyduğu şekilde kurtarıcı sevgi tarafından biçim verilmiş olan iman meselesinin ise burada bilinmediği görülmektedir.
Kelam, iman fiilinde akıl ile irade arası ilişkilerle ilgili derinlemesine düşünmemektedir. Bunun Eşari kelamı için fazla önemi olan bir mesele olmadığı çünkü Eşari kelamının zaten her insana mal edilen eylemlerin tahsisini Tanrıya havale etmekte olduğu söylenmektedir. Böyle bir kuramı ister burada bütün kazanılmış erdemlerle ilgili olarak fiillerin tekrarlanması sayesinde elde edilen doğal bir yeti ister Hristiyanlık’taki teolojik imanda söz konusu olduğu gibi insanın içine akıtılmış ama sadece Tanrı’nın sağlamış olduğu bir çoğalmaya açık olan ve fiillerinin tekrarlanmasının insanı onu almaya istidatlı kıldığı doğaüstü bir yeti söz konusu olsun, sonuç olarak yetiyle ilgili pek açık seçik bir kavram geliştirememektedir.
İman kavramı Protestan teolojisinin bazı kavramlarıyla birleşmektedir. İman, Luther’in (ö.1546) talep ettiği gibi onu kabul eden özneyi değiştirmeksizin, Tanrı tarafından dışarıdan onun içine akıtılmış olan bir “olay”dır. Diğer yandan “değişme” ve kurtuluş da Calvin’in (ö.1564) istediği gibi tümüyle dışsal bir bağış olarak kalmaktadır. Bu görüşler Barth’da (1865) içinde kök salmış olduğu Hıristiyan bağlamından dışarı çıkarsa özleri itibariyle Eşarici görüşlerle örtüşmektedir. Bununla beraber Barth’ın Eşarici teolojiden tamamen ayrıldığı nokta onun “imanın dereceleri”ni reddetmesidir. Ona göre teoloğun imanı fiillerin yüksekliği ne olursa olsun kesinlikle Tanrı üzerine basit imanın verdiğinden daha fazlası değildir. Bunun nedeni Katolik teolojinin onunla ilgili olarak kabul etmiş olduğu gibi imanın içsel olarak doğaüstü olması değildir, teolog tarafından kazanılan bilgilerin göreli olmasından kaynaklanmaktadır.
Değerlendirme
İman kavramı Hıristiyan ve İslam teolojisinde birçok yönden ele alınmış ve tartışılmıştır bunlardan biri de imanın içselliği ve doğaüstü olup olmadığı meselesi olmuştur. Bu konuda Hıristiyan teolojisine göre imanın içsel bakımından doğaüstü olmasının nedeni konusu bize kendini açan Tanrı olduğu için bize onu, yani Tanrı’yı kendisinde olduğu gibi ama karanlık bir biçimde kavratması olduğu söylenmektedir. Müminin fiilinin sona erdiği nokta dogmayla ilgili önerme tarafından ifade edilmiş olan “tanrısal şey”dir. İman böylece bizde şimdiden Tanrı’dan gelen tanrısal olan bir şeydir, tanrısal bilgiden karanlık bir pay almadır ve kurtarıcı olduğunda yani sevgi tarafından biçimlendirildiğinde o, şimdiden bizde başlamış olan tanrısal hayattır.
İslam teologlarına göre ise iman, kesinlikle kendinde olduğu gibi Tanrı’yı kavramak için var değildir, varlığa getirilmemiştir çünkü tanrısal sır, karanlık bir biçimde ve uzaktan bile olsa insan tarafından görülebilecek bir şey değildir. O insan tarafından görülmeyecek şekilde, insan için ulaşılamayacak bir şey olarak kalır. İman fiili, Kuran’ın önermelerinde yani Tanrı’nın yarattıklarına iletmeyi istemiş olduğu şekilde Kelamında sona erer. Eşari insanın fiillerle donatılması olayında payına düşen şeyin sadece onları kazanması (kesb) olduğunu ileri sürmektedir. Hatta sıkı Eşarilik’te sadece tanrısal varlığın tasdik edilmesinin ve yaratıkların varlığının hiçliğinin karşısında doğa ile doğaüstü arasındaki her türlü ayrımın ortadan kalktığı söylenmektedir. Çünkü yaratılmış varlıklar ancak Tanrı’nın kendilerine bahşettiği bir çeşit hukuki statüyle gerçek varlığa sahip olmaktadırlar.
Hristiyanlık’ta Akıl Fenomeni

Hıristiyan dünyasının teolojinin yöntemi içinde aklın rolünü ortaya koyması uzun zaman almıştır. Onun ilkeleri aslında Patristiğin ilk zamanlarından itibaren zımmi olarak ortaya konmuş ve Yunan ve Latin Patristiğinin en emin mirasında kısmen de olsa uygulamaya geçirilmiştir. Akıl ve iman ilişkilerinin tam olarak ortaya konulamamasından dolayı teolojinin varlığının kendisini tehdit eden, aklın belli diyalektik kullanımıyla mücadele etme gereğini kendisi göstermiştir.
Aziz Thomas’ın (ö.1274) içinde akılsal yöntemi teolojinin yöntemi olarak tanımlamış olduğu Quodlibetales’teki pasaja göre imanla ilgili bir sırrın varlığını konu alan şüpheleri ortadan kaldırmak söz konusu olduğu zaman, itiraz eden kişiyle ona cevap veren teoloğun ortak olarak kabul ettikleri otoritelere, örneğin itiraz eden Yahudi ise Eski Ahit’e; sapkın görüşlü biri ise Eski ve Yeni Ahit’e; eğer bunlardan hiçbirini kabul etmeyen biri ise doğal aklın saf otoritesine dayanılması gerekmektedir. Artık yanlışları çürütmeye değil dinleyiciyi bilgilendirmeye, hakikatleri kavramaya yardımcı teolojik tartışmalar vardır. Spekülatif teolojinin amacı olan şey budur. Çünkü teolojinin ilk görevi verinin varlığının tespiti ve teoloji olan konusuyla ilgili sağlaması gereken savunmadır. Dinleyiciyi bu sırrı kavramaya götüren şey ise akılsal yöntemdir. Burada Thomascı bağlamda düşünülen “anlamaya çalışan iman” akla gelmektedir. Bu düşüncede her şey imanın ışığı altında yerleştirilmektedir.
Verinin tespiti, vahyeden Tanrı’nın otoritesiyle bu ışık altında belirlenmektedir. Akıl yine bu ışık altında fakat kendi yöntemlerine ve taleplerine göre bu sırrın ne olduğunu dikkatli bir şekilde araştırma ve onun hakikat derecesini göstermeye çalışmaktadır. Akıl hiçbir zaman iman hakikatlerinin yargıcı olmayacaktır. Teolog, Tanrı tarafından vahyedilen doğaüstü sırlarla yine Tanrı tarafından insanın kalbine yerleştirilmiş olan doğal ışık arasında bir çelişki olmasının mümkün olmadığını bilmekte ve imkanları ölçüsünde bu sırlara ulaşmak için aklından yararlanacaktır. Fakat akıl hiçbir zaman teologda imanla ilgili şeylerde bir ölçüt olarak rol almayacaktır.
İslam’da Akıl Fenomeni
Akıl kavrama, anlamına gelen bir kelimedir. Akıl kelamda zorunlu, kendisi bakımından apaçık akılsal bilgilerin bütünü, ilk ilkeler olarak ele alınmaktadır. Bu ilkelerin uygulamaya konulması nazar, yani akıl yürütme olmaktadır.
Akl: Akl kelimesi Kuran’da geçmemektedir. Bu kelime çok erken zamanlarda ortaya çıkmıştır ama farklı okulların kuramlarına bağlı kalmaktadır. Şii okullar veya Şii eğilimli okullar ‘akl, kalp ve ruh’u insanın yaşama faaliyeti, daha sonra onun kişiliğinin kendisi yapmak üzere birbirine özdeş kılmaktaydılar. Mutezile’de ‘akl’ın önemi ve rolü temeldir: Akıl, onlara göre, insanın rehberidir, insan onunla “fiillerinin yaratıcısı”olur, iyi ve kötünün ne olduğu konusunda yargıda bulunmaktadır. Bununla beraber onların, Allaf’tan[27] (ö.849-850) itibaren bütününde atomcu ve maddeci olan doğa felsefeleri bu noktada Eşari kelamının görüşlerini benimseyeceği görüşünü göstermektedir. Sıkı Eşarilerde akıl ve kalp, gerçekte Tanrı tarafından geçici insan bedeni olan atomlar yığınıyla birleştirilmiş hayat nefesinin görüntüleridir.
Gazali (ö.1111) ve istisnalar dışında Eşariler hem insan bedeninin ince maddiliği görüşünü devam ettirmiş hem de ölümden sonra yaşamasına devam ettiğini kabul etmiştir. Akıl artık üstün bir ölçüt görevinde değilse de insan onunla akıl yürütme kudretine sahip olmakta ve dinsel sorumluluk sahibi haline gelmektedir. Faal akıl ise İbn Sina’ya (ö.1037) göre bireyselleşmiş bir taşma olarak; İbn Rüşd’e (ö.1198) göre bireyselleşmemiş olarak ölümden sonra da varlığını devam ettirecektir. Yani bireyselleşmiş olan bilkuvve akıl ölümle birlikte Faal aklın içinde yok olacaktır.
Nazar: Etimolojik olarak görme anlamına gelen kavram, ruhun konuşması olarak tanımlanan diskürsif düşünme biçimidir. Kazanılmış bilgi nazar ile meydana gelir. Bakıllani (ö.1013) nazarı kendisiyle kesin bir bilginin veya bir kanının araştırıldığı düşünce olarak tanımlamıştır. Etimolojik olarak birbirinden çok farklı olan nazar ile aklı birbirine bağımlı hale getirmek doğru değildir. Her ne kadar bu iki kavramın karşılıklı bağımlılığı Mutezile tarafından kabul edilebilir olsa da Eşariler için durum farklıdır. Çünkü Eşarilere göre ruhun konuşması da Tanrı tarafından yaratılmış bir ilinektir. Bu durumda da kazanılmış bir bilimden söz edilse de bu bilim gerçekte Tanrı tarafından insani alıcıda meydana getirilmiş dışsal bir mal etme eylemidir.Mantıkta nazar zihnin üçüncü işlemi olan akıl yürütmeye işaret etmektedir. (İlk ikisi tasavvur ve tasdiktir.) Ancak bu üçlü ayrım her zaman doğru bir şekilde devam ettirilememiştir.
Sonuç olarak kelamın konusu olan dinsel bilgiler üzerine uygulandığı takdirde aklın işlemi kendisini nazar, spekülasyon veya akıl yürütme olarak göstermiştir.
Bu makaleyi okuyanlar için tavsiye yazılar:
Tanrı’nın Birliği
Hanefî-Mâtürîdî Gelenekte Bilgi ve İman
Hristiyan Mezheplerinde Vahiy Anlayışı
Kaynaklar
TDV İslam Ansiklopedisi, Akıl ve İman Maddeleri.
Felsefi Açıdan İmanı Temellendirme, Ferit Uslu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2012.
Epistemolojik Açıdan İman, Hanefi Özcan, İFAV Yayınları, İstanbul, 2010.
İmanın Dinamikleri, Paul Tillich, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2018.